Görünmeyeni Görünür Kılmak

Dünyanın ağırlığını daha az hissedebilmek, içimizde yankılanan görüntü dağlarının büyüklüğüne katlanabilmek, gürültülerin şiddetini azaltabilmek, hatta bütün bunlarla birlikte daha başka şeylerin bir aradalığından doğan çeşitli duyguların genişliğinden korunabilmek için, bir insanın gövdesi ve düşüncesi sürekli hareket halinde olmalı.”

Devinmekten yorulmayan bir dünya imgesi gibi Dayı, Hasan Ali’ye bu cümleleri söylerken, söylediği satırla beraber siz de bir duraksarsınız. Dayı, neşesini yuvarlayıp derdini tekmelettikçe satıra vuranların ağırlığı altında siz de ezilip yuvarlanırsınız. Kitap ne kadar kurmaca ne kadar gerçek, masalı gerçeğe yontan şu ehl-i kaleme sormalı. Fakat okurken dikkat edilmeli ki, her sayfası insanın aczine ezeli borcunu ödetmekte.

Biz gözlerimizi güneşe araladığımızda, rüya mı masal mı oluşunu perdenin dalganışıyla somutlaştırmaya çalışırken, Hasan Ali Toptaş kalemini bir kere daha oynattı. 2005’te yazdığı Uykuların Doğusu’yla git gide birbirine giren kurgu-gerçek algılarımızı kendi dilinden bize anlattı. Kendi dili yakıştırmam, edebiyat dünyasında teşbih bile yapamadığım Toptaş üslübunu ne denli karşıladı bilmiyorum. Kendisinin de dediği gibi; edebiyatın ezeli reflekslerinden biridir zamanı yavaşlatmak, yazmanın kendisi zamana müdahaledir. Bu müdahaleyi en ustaca yaptığı romanın Uykuların Doğusu olduğunu söylemem gerekir bu noktada. Kitap başıyla sonu bir, döngüsel bir kurmaca içerisinde ilerliyor. Bitmeden ilerlemeye devam ediyor. Satırlar devindikçe geleceğe götürülenler, geçmişten tazelenenler, köprü olunan alışkanlıklar zihnimizde yenilenmeye devam ediyor. Haydar, tam da böyle zamanlarda araya girerek bizi geleceğe ihanet etmekle suçluyor. Haydar, Toptaş’ın hangi yönü, hangi yüzü, barınamadığı hangi zamanı, hafızasına kaydettiği hangi kelimesi? Bunların cevabını okuyanlar olarak tartışabilsek de romanın içeriğini ufak bir özet geçmekte fayda var.

İçindeki hikayenin hangi cümleden başlayacağını bilememekle birlikte son sayfadan devam eden “… bir gölge gibi, masaya doğru yeniden yürüdüm.” diyerek kelimelere sığdırdığı döngüselliğin başlangıcına/sonuna giriş yapıyor Toptaş. Zamanın esrime anına denk gelmiş gibi kağıtların, duvarların, şehrin, geçmişinin ve geleceğinin mahalle aralarından, oradan zihninin boşluklarına akışını Haydar’la satırlamaya başlar. Diğer karakterleri öteledim çünkü Toptaş ve Haydar arasındaki bağlantıyı okudukça kuvvetlendirmek hikayenin masalsılığına renk verdi benim için. Kitabın içinde geçen birbirine bağlı bir çok hikaye olduğundan Haydar başı ve sonunda olduğu kadar sık karşımıza çıkmıyor. Fakat her şeyin başlatanı ve sonlandıramayanı olarak, romanın içinde mi yoksa yazanın ebediyetinde mi yaşadığını bir düşünmek lazım. Toptaş’tan hikaye yazmak üzere olduğunu öğrenen Haydar, biraz üzgün biraz ürkek sokağa doğru yönelip kendisini pek de umursamayan insanlara yağmurun yağacağını muştuluyor. İlk hikayesinin sinyalini burada veren Toptaş, eş zamanlı yağmurun kokusunun zihninin derinliklerine akan uğultularla bütünleştiğini fark ediyor. Bu esnalarda radyoevindeki pısırık adam, yağmur için duyuru yaptığı sırada hikayenin ilk karakteri olarak beliriyor. Sonra; “…dünyanın arzularla kurulup düşüncelerle yıkılan hayali bir tat olduğundan da söz etmiş sonra; bir radyoevinin hangi kurallara göre nasıl yönetilmesi gerektiğinden, insan haysiyetinden, ahlaktan, kadirbilirlikten, mesleki sorumluluktan, zulümden, cibilliyetsizlikten ve tutup toplumsal düzeni toplumsal düzen yapan birtakım işleyişlerle birtakım yasalardan söz etmiş.”

Bu her şeyin ruhunu ruhunda toplayan adam, erdemle hangi cebine koyacağının kararını bir türlü veremezken, başkente doğru yol almaya karar veriyor. Orda da kendine yer bulamayacağını derk eden radyoevindeki adama Toptaş, bir kuyruk meselesiyle varoluş sorunsalına bir hayvan imgesi açıyor. Kafka’yı halasının oğlu olarak görmesinin şahidi oluyoruz tam bu satırlarda. Birebir benzetmenin doğru olacağını düşünmüyorum, keza üslup olarak İslam mistisizmine dayanan bir Toptaş algısı vardır çoğumuzun gözünde. Bunu gerek romanlarında geçen karakterlerin kişilik yapıları, gerek hikayenin kasabalarda şekillenmesi, gerek yaşanan olayların ailevi bağlarda düğümlenmesi bunu kanıtlar nitelikte. Adam işsiz kalışı, çaresizliği ve yalnızlığının derdini konuşturmasıyla cebelleşeduruken Haydar yine beliriyor satırlarda. Bu sefer radyoevindeki adama ortak oluyor, okuyanın halden anlayışına el eder gibi, sokaklarda dolaşarak insanların kayıtsızlığının, yozlaşmışlığının kuyruklu halini alıp paylaştığımız sancıları şekillendiriyor. Devamında Toptaş’ı yine yazarken yakalayan Haydar, camdan kafasını içeri doğru uzatarak yazar-anlatıcının kitaptaki leitmotiv örneğine gözünü dikiyor; “Mızıka senin mi?”

Adam başıboş dolanmaya başladığından beri bir hikayeden diğerine atlamaya başlıyor. Şehrin bin bir yüzüyle karşılaşıp, gamsızlıkla sorgularcasına kafasını kaşıya kaşıya bir sokaktan diğerine geçiyor. Dünyanın dışına doğru kayan gözlere sahip biri atından inince haziran sopasından bahsediyor adama. Ermiş havalarında betimlenen kişi, atıyla ve asasıyla adeta İslam düşünürlerini hatırlatan cümlelerle kitaba bir hikaye daha ekliyor.

Elimdeki haziranı ne kadar şiddetli vurursam vurayım, sonuçta değişen bir şey olmazdı gerçi; hayatı okumasını bilmeyen bu koyun ruhlu insanlar gene bir köşeye çekilip gözlerini diker, gene ağızlarını birer evlek açar ve olup bitenlere sinir bozucu bir şekilde gene öylece aval aval bakarlardı.”

Kilit üstüne kilit açan kapılardan, taş yığınlarından, mezarlıklardan geçen adam günün birinde mızıka bulup radyoevine geri gidiyor. Adam mızıkaya konuşadururken birden kendini Afat-ı Temmuz’un ortasında buluyor. Doğal afetlere dayanan bu felaket tellalı kitabın bölümleri, radyoevindeki adam tarafından tüm şehre anons ediliyor. Esasen kehanete dayanan bu yağmur felaketi gerçek oluyor ve şehri su basıyor. Ne ara oluştuğu belirsiz selde, tahta parçaları ve araçların üzerinde dolanıp duran onca insan arasında Toptaş’ın (daha doğrusu anlatıcının) Cebrail Dedesi beliriyor. Uykulu bir ruha bürünmüş ikinci belirgin karakter Cebrail Dede, köyden şehre yeni geliyor o sırlarda ve zamanın yüzünde curk sesine benzeyen bir delik açıyor. Radyoevindeki adamla bir sandalın üzerinde tanışan Cebrail Dede, hamleleri dizginlenemeyen hayallerle dolu şemsiyeli cesetlerin arasında süzülüp duruyor. Adamdaki mızıkayı gören Dede kısa bir süre sonra elindeki mızıkayla selin ortasında yalnız kalıyor.

Cebrail Dede’yi kurtaran badem bıyıklı adam, şehir denen şeyin kılık değiştirmiş kötülükler yuvası olduğunu dinliyor dededen. Darmadağın olmuş şehri arşınlarken badem bıyıklının hikayesini bazen hızlı adımlar bazen ağır düşüncelerle dinliyor dede. Günlerin, ayların, haftaların içinden geçiyorlar, bir Horoz Dede hikayesini, bir hırsını alamayan kalabalıkların acımasızlığını dinlerken badem bıyıklı ölüp gidiyor. Mirası da şeker dükkanı da Cebrail Dede’ye kalıyor. Dede de cebinde mızıka,  ailesini toplayıp şehre yerleşiyor. Annesinden “Vakit tamam olunca insanın gövdesi bile terk ediyor insanı. Akıl dediğimiz şey de uzak ve mahcup bir ışıltı halinde, işte o gövdenin arkasından böyle bakakalıyor.” sözlerini duyan Cebrail Dede dükkanı günün birinde kapatıp bir daha da açmıyor.

Hikayenin devamında dedenin peşi sıra kovalayıp durduğu bir kuş metaforudur gidiyor. Kuş demek bimâna..Roman boyunca gözle görülemeyen elle tutulamayan o kuş öyle bir perspektifi yansıtıyor ki, her okuyanın kendinde bulabileceği kanatlı bir boşluğa evriliyor. Bu noktadan sonra dedenin şehre getirdiği oğlunun, yazar-anlatıcının babasının, dilinden dinliyoruz hikayeyi, dedenin günden güne göğe yaklaşışını, derdi bedenini yontup evreni içine alan dayısını. Dayısı Hasanım Ali diye çağırıyor anlatıcıyı. Başından beri anlatıcı aynıyken hangi satırda Toptaş’dan ayrılıp hangi satırda ona geri döndüğü ya da ondan apayrı bir karakter olan Hasan Ali’yi andırdığını anlamak zor. Bunu, hikayenin kendini tamamladığında sonsuzluğa ulaştığının yansıması olarak, yazarın okura göz kırptığı noktalamalardan biri olarak yorumlama niyetindeyim. Sonlara doğru Haydar’ın dürtüşünü bir kere daha hissediyoruz fakat kendi konuşmak yerine Toptaş’ın korkularını konuşturarak okutturuyor o yarım sayfayı. Dayısının gerçek olmayışına ya da gerçek olmasını istediğimiz insanlıktan utanan tarafımıza seğirttiriyor bizi ve son sayfaya varmadan sorulabilecek tüm sorulara;

“İnsan denen yaratığın akıl almaz labirentler, ürkütücü dehlizler, zifiri karanlık kuyular ve birbirine açılan meçhul genişliklerle dolu ruhunda, hayatını masala dönüştürmek gibi tuhaf bir eğilim varmış çünkü.”

Nerede birikeceği belli olmayan dünyanın kapıldığımız hevesin genişliği kadar olduğunu anlatır Hasan Ali Toptaş. Zaman ve mekan algımızı yok ederek kurgunun Doğusuna, bilinmezlikleri zihnimizden kelime kelime taşan bir yolculuğa doğru çıkarır. Aklımızın içindeki uykular da sonsuzluğuyla geledursun, bu ebediyeti bozacak zamanın sükuneti değil de nedir?