Söyleşi: Steve Albini (Shellac)

Kapak Fotoğrafı: Daniel Bergeron

Steve Albini alternatif rock ve punk’ın yaşayan efsanelerinden. Shellac’ın kurucusu; Nirvana’nın In Utero’sundan Pixies’in Surfer Rosa’sına, PJ Harvey’in Rid Of Me’sinden Dirty Three’nin Ocean Songs’una sayısız ikonik albümün yapımcısı; isyankâr ve sektör bağlamında istisnai bir müzik figürü…

Albini ile Shellac’ın 17 Mayıs’ta yayımlanacak altıncı stüdyo albümü To All Trains’i bahane ederek bir saatlik bir Zoom sohbetine giriştik. Yer yer zıtlaşsak da çoğunlukla birbirimizi sevdik gibi. Dökümü de aşağıda.

To All Trains kapak görseli

Toplu taşıma araçları içinde favorin tren mi?

Steve Albini: Mümkün olduğunca treni kullanmak hoşuma gidiyor. ABD’de demiryolu altyapısı berbat vaziyette, hâliyle kullanmak için çok da fırsatımız olmuyor. Avrupa ülkelerinde ve başka birçok ülkede ise tren hatları teknik altyapının geri kalan örnekleri gibi modernleştirilmiş durumda, trenle yolculuk yapmak diğer bütün alternatifler kadar kolay. ABD’de bütün altyapı arabalar ve bireysel araçlar üstüne kurulu. Karayolları ve otoyollar çok gelişmiş, tren ve toplu taşıma geri kalmış. Seyahat etmek için güzel bir araç olduğu kesin.

Seyahat konseptiyle aran nasıl?

Bir zorunluluk olarak görüyorum. Kimi insanlar yolculuk etmeyi romantize ediyor. Dünyada daha fazla yer görmek, ilgi çekici insanlarla tanışmak istiyorlar. Seyahat deneyiminin bunları getirdiği doğru elbette, o yönü benim de hoşuma gidiyor. Öte yandan eylemin kendisinin beni pek cezbettiğini söyleyemeyeceğim.

Artık sadece gerekli oldukça, bir grupla çalışmanın getirdiği zorunluluk olarak seyahat ediyorum. Karımla bazen tatile Hawaii’ye gidiyoruz, o güzel oluyor. Göz alıcı bir yer, orada olmayı seviyoruz, rahat hissediyoruz.  Yolculuk kısmı, havaalanına gitmesi, saatlerce uçakta oturması olmadan da yapabilirdim ama. O detaylar pek hoşuma gitmiyor. (gülüyor)

Bana evcil, yerleşik düzeni tercih eden biri gibi gelmiştin zaten.

Şikago’da her gün kullanabildiğim iyi bir stüdyomun olması güzel şey. Bu sayede çoğu zaman işim dâhilinde seyahat etmiyorum. Burada rahatım yerinde. Bahçem, kedim, karım ve evim var. Stüdyoda işimi yapıp sonra evime, yanlarına dönmek iyi geliyor.

Huzurlu tınlıyor. Elbette konuya ilk trenlerden girmemin sebebi yeni albümünüzün ismi. Yeni Shellac albümünün ismi neden To All Trains (Bütün Trenlere) koydun?

Albümün kapağında fotoğrafını gördüğün tren garına hepimizin yolu düştü.  Şikago’nun tren garı çok sayıda kamuya açık binanın yapıldığı dönemlerden kalan bir hatıra. Çok da güzel bir kamusal mekan doğrusu. O güzellikte kamusal mekanlardan geride pek bir şey kalmadı artık. Orada bir bekleme salonunun bulunması da hoşuma gidiyor. Ticaretin esamesinin okunmadığı, bir şey alıp satmadığın, eğlence sektörünün yolunun düşmediği, sadece durup beklediğin bir alan.

Buna bayılıyorum. Oturup beklediğin bir yerin değerini o an, orada görüyorsun. Herkesin de erişimine açık bir konum. Galiba biraz nostaljik hissediyorum. Eskiden kapitalizme katkıda bulunmadan, kimseyi zenginleştirmeden diğer insanların huzurunda bulunduğun, bu birlikteliğin güzelliğini hissettiğin kamusal mekanlardan daha fazla vardı. Parklar da aynı amaca hizmet ediyor, ama Şikago’daki parklarda polis denetimi oldukça sıkı, çünkü evsiz insanlar sık sık barınmak için orayı seçiyor. Bana sorarsan orada yaşamaları parkları değerlendirmek için gayet güzel bir fikir. Ama kültürel olarak parkların akşamları boşaltılması gibi saçma bir adet var. Kısacası parklarımızı sadece belli saatlerde, belli işlevler için kullanabiliyorsun. İstasyon gibi değil. O bekleme salonunu ise çok seviyorum.

Bob (Weston) harika bir fotoğrafçı. Bu bekleme salonunun güzel bir fotoğrafı çekmesi fikri oluştu kafamızda. Albümün görselleri açıkçası beni en fazla bu kadar tatmin edebilirdi. O fotoğraf gerçekten o küçük salonun güzelliğini başarıyla yansıtıyor.

Şikago geçenlerde Demokrat bir belediye başkanı seçti, değil mi? Bu konuda nasıl hissediyorsun?

Evet, Brandon Johnson. Kampanya sürecinde ona destek verdim. Politik açıdan öyle çok aktif biri sayılmam aslında. İlk kez birçok açıdan kendimi yakın hissettiğim birinin siyasi kampanyasına dahil olma şansı yakaladım. Şikago’dan geçmişte çok sayıda aşırı yozlaşmış siyasi figür geçti. Şikago’nun Demokrat Parti üyeleri ise nispeten içine kapalı bir siyasi birimdi. Kendi içinde belli kaynaklara sahipti ama dışarıdan gelen tavsiyelere ve fikirlere asla aldırış etmiyordu. Brandon Johnson bu duruşa sahip merkezi komitenin, o Şikago makinesinin bir parçası değildi. Toplum tabanından gelen bir siyasi örgütleyiciydi. Öğretmendi. Öğretmenler sendikasına üyeydi ki o sendika asırlardır şehrimizle kavgalı olmuştur. Şehir derken de şehrin makineleşmiş siyasetini kastediyorum. Prensipte hemfikir olduğum birini açıkça desteklemeye çok hevesliydim. Kendisiyle çoğulcu, kucaklayıcı bir topluma yönelik aynı fikirleri paylaşıyoruz. Hâliyle kampanyasına seve seve destek oldum.

Belediye başkanı seçildiğinden bu yana ise oldukça sessiz bir yönetim süreci geçiriyoruz. (gülüyor) Pek bir şey yaşanmadı, ama öyle çok kötü pek hadise de olmadı. Belki de büyük değişikler getireceği inancı biraz idealistti, ama yine de temel olarak katıldığım birine destek olmaktan pişman değilim. İlerici reformları uygulamakta biraz zorlanıyor olsa da. Zira her kararının arkasındaki mantığın benimkilerle benzer bir yerden doğacağını biliyorum. İçinde bulunduğumuz sistemde oy verebileceğin kişilerin sayısı oldukça kısıtlı. Doğru kişi karşına nadiren çıkıyor, değerini bilmek gerek.

61 yaşıma geldim. Görmüş geçirmiş biriyim. Hayatım boyunca benzer görüşleri paylaştığım siyasilerin sayısı bir elin parmağını geçmez. Nadiren bunlardan biriyle siyasi açıdan uyuşurum ve nadiren onlara katılıp desteğimi vermek isterim. Bernie Sanders bunlardan biriydi, Brandon Johnson da diğeri. Benzer idealleri paylaştığın biri nadiren de olsa karşına çıkarsa bence onlara destek vermeye fazlasıyla değer.

Shellac’ın da tabiatı gereği politik bir oluşum olduğu görüşündeyim. Müzik sektörü standartlarına karşı tavırlarınızı düşünerek söylüyorum bunu. Albüm yayımladıkça turneye çıkmayı zorunluluk olarak görmemeniz, bu albümden bir ön tekli paylaşmamanız, çalışmanızı olağan reklam pratikleriyle öne çıkarmamanız…

Sektörün uyguladığı standart metotların neredeyse her birinin arkasında kapitalist bir motivasyon var. Bu pratiklerin içeriği zaman içinde değişti; çünkü sektörün kendisi, teknolojik tabanı değişti. Sektörün müziğin tanıtımını yapmak, izleyiciden para koparmak için yaptığı şeyler değişti, ama hepsinin arkasındaki motivasyon kapitalizm olarak kaldı.

Sen temelde kapitalist değilsen, ben temelde kapitalist değilsem bu pratikleri uygulamak mantıklı bir şey olmaktan çıkıyor. İşte o vakit onları başlı başına bir eylem olarak tartıp biçmeye başlıyorsun. Kendimizi reklamlar yoluyla tanıtmak istiyor muyuz? Bence hayır. Bence dinleyiciye çıkıp “İşte dinlemeniz gereken bir şey!” demenin hakarete benzer bir yanı var. Küstahça ve biraz da aşağılayıcı bir tavır. Bir radyo istasyonunu ya da siteyi tanıtan anlamsız bir festivalde başka birçok grupla birlikte çalmak istiyor muyuz? Bence hayır. Bu insanlar kendilerini biz olmadan da tanıtabilir, biz de böylelikle onların egosuna alet olmayız.

Bunun politik bir hareket olduğunu söyleyebilirsin, ama esas olarak nasıl rahat ettiğimizle alakalı bir mesele. Bir şeyleri yapıyorsak öyle yapmak daha çok içimize sindiği içindir. Konser verirken de herkesi kucaklamaya; yaş sınırının olduğu, özel üyelerin girebildiği tarzda konserler vermemeye çalışıyoruz. Böylesi hareketler dışlayıcı oluyor, öyle hareket etmek istemiyoruz. Herkesi davet edebilirsek daha iyi hissediyoruz. Konser verirken bilet ücretini makul tutmaya özen gösteriyoruz. Bazen bunu başarmak güçleşebiliyor; zira müzakere içinde olduğumuz insanlar kazandıkları parayı maksimize etmeye, mümkün olan en yüksek bilet fiyatını elde etmeye çabalıyor. Bizim amacımızsa en düşük bilet fiyatında uzlaşmak. Gerginlikler çıkıyor. Bunu doğrudan politik olarak görmüyorum, ama içinde politik bir elementin olduğu gerçeğini kabul ediyorum. Bizim için bütün mesele içimizin rahat etmesi.

Elbette henüz yeni albümü dinleme fırsatım olmadı, merakla bekliyorum. Bu defa yıllara yayılmış bir şekilde, dört farklı kayıt süreci sonunda ortaya çıkarmışsınız albümü.

Grup şöyle işliyor: Hepimizin işleri ve sürdürmesi gereken yaşamları var. Bu da demek oluyor ki yeni müzik üstünde çalışmaya ayırdığımız vakit sınırlı olacak. Bu kısıtlı süre zarfını maksimum verimle değerlendirmeye çalışıyoruz. Bir hafta sonumuz oluyor; onu da provalara, şarkı yazmaya, kayıtlara ayırıyoruz. Pandeminin başlarında yaklaşık iki yıl süren ve çok az şey yaptığımız bir dönem oldu.

Gruba ayıracak vakti bulmamız hep zor oluyor. Biz de grubun getirdiği sorumlulukları gündelik yaşamımızın en az bölüneceği şekilde organize etmeye çalışıyoruz. Ortalama bir grup yıl içinde üç ya da dört ayı turnede geçirir. Çoğu grup için normal olan budur. Belki nispeten aktif bir gruplarsa altı, çok popülerlerse dokuz ayı turnede geçirirler. Bizim için bu senede üç dört hafta, belki en fazla beş altı hafta. Bu da bize yetiyor. Dengemizi korumaya, birbirimizle bağımızı kaybetmemeye, bilincimizi ve kimliğimizi sürdürmemize yetiyor. Bolluk içinde değiliz, ama yetiyor.

Albümlerimizde de aynı durum geçerli. Ortalama bir grup sene başı ya da 18 ayda bir albüm yayımlayabilir. Bizim çalışma düzenimiz ve zaman çizelgemizde ise bu yıllar alıyor. Bu albümü yayımlamak pandemi ve kaydın ilerleyişini yavaşlatan diğer etmenler yüzünden şarkılar bittikten sonra bile çok vaktimizi aldı. Takvimden baktığında hiç de kısa sürmedi. Ama duygusal olarak olaylara verdiğimiz tepkiyi ele aldığında normal olan süre bu zaten.

Herhangi bir ortaklık söz konusu olduğunda birbirine yeri gelince alan açmak çok önemlidir.

Evet. Grubu üçümüz de çok seviyoruz. Bob ve Todd (Trainer) ile müzik yapabiliyor olmak benim için inanılmaz değerli bir şey. Hayatımdaki en tatmin edici şey. Ama ayrıca bir işim, işletmem, çalışanlarım, karım, bahçem ve kedim var. Bu kişi ve kurumların hepsi de ilgime muhtaç.

Artık 30 yılı aşkın süredir birlikte çalıyoruz. Grubun bu kadar uzun süre ayakta kalmasının sebebi bizim için asla bir zorunluluk olmaması. Yapmak zorunda olduğumuz şeylerden ayrı, kendi hâlinde takılan bir fırsat oldu hep. Yaşamak için para kazanmalıyım, işimi yapmayı sürdürmeliyim. Zorunlu olduğum şey bu. İş sahibi olunca işin benimki kadar güzel bir şey bile olsa bir noktada bu zorunluluktan nefret eder oluyorsun. Grupla böyle bir ilişkimiz olsun hiç istemedik. Shellac bizim için daima sadece tatmin edici bir uğraş oldu.

Albümün şarkı listesini şimdiden görebiliyoruz. Dikkatimi hemen çeken başlıklardan biri bariz bir The Fall göndermesi içeren “How I Wrote How I Wrote Elastic Man (cock & bull)” oldu. The Fall’un büyük hayranı olduğunu zaten biliyorum. O şarkıdan bahseder misin biraz?

Bob şarkı yazım süreci üstüne bir şarkı yazmıştı. Öz referans içeren bir şarkıydı, yazma eyleminin kendisini konu alıyordu. Bir yandan Cock and Bull adlı bir deneysel romanı okuyordu. Bu romanın da öz referanslar üstüne kurulu bir yapısı var. Metnin belli bir bölümüne geldiğinde yazar sana baştan başlamanı söylüyor, çünkü o noktada hikâyeyi okumaya ilk başladığında sahip olmadığın bir bilgi ediniyorsun. Bu bilgi ışığında tekrar okumaya çağırıyor. Bu tarz yapısal değişiklikler içeren deneysel bir kurgunun izlerini şarkıda bulmak da mümkün. The Fall şarkısı “How I Wrote Elastic Man” muhteşem bir eser. Şarkının yazım aşamasına hâkim olan insanlardan aldığım duyumlara göre şarkının adı başta “How I Wrote Plastic Man” olacakmış. Plastic Man de İngiltere’de yayımlanmış bir çizgi romanın adı. Mark E Smith telif hakkı meselelerinden ya da başka bir yasal sorundan çekinmiş olacak ki şarkının adını “Elastic Man” yapmış. Şarkının kendisinde de ses tonu yüzünden elastic mi, plastic mi diyor asla emin olamıyorsun. Yani Plastic Man üstüne yazmış, sonra da oradan yürüyüp “Elastic Man”e ulaşmış. Böyle yazmış şarkıyı. Telif hakkı meselesinden endişe ederek.

O başlığa da, o şarkıya da bayılıyorum. Bob’a öz referans içeren bir şarkı yazdığı için adını “How I Wrote How I Wrote Elastic Man” koymasını önerdim. O Cock and Bull’un da bahsi geçsin istedi. Böylece onu da paranteze ekledik. Şarkılara parantez katmayı severiz zaten.

Şarkının başlığını sizin şarkıda söylemiyorsun sanırım?

Yok. Şarkı başlıklarımız bazen şarkıdaki bir söz ögesini doğrular, ama her zaman değil.

Smith’in yaptığı gibi elastic mi plastic mi diyorsunuz anlaşılmayan bir vokal yaklaşımı benimsediniz mi diye soracaktım.

Yok. Maalesef o söz şarkıda yer almıyor. Bizim parçada da eşit derecede kafa karıştırıcı bir referans olsaydı güzel olurdu, ama yok. Üzgünüm.

Geçenlerde YouTube’da yıllar önce Nardwuar ile yaptığın söyleşiyi izledim ve altlarda şöyle bir yorum gördüm: “Steve Albini punk müziğin Noam Chomsky’si. İkisinin de benzer ses tonları bile var.“ Ne düşünüyorsun bu yorum hakkında?

Yani… Noam Chomsky haklı şekilde sevilen bir entelektüel. Düşüncelerinin netliği ve algı gücünün doğruluğu takdire şayan, ama hiçbir noktada hayatımı onu örnek olarak yaşamaya çalışmadım.

Bu sözün sahibinin nereden yola çıktığını sanırım anlayabiliyorum. Oldukça tane tane, açık ve net konuşuyorsun. Bir bakıma punk ve alternatif müzik odaklı bir akademisyen gibisin.

Bence kendimi ifade etmeye çalışacaksam neyi kastettiğim konusunda olabildiğince net olmalıyım. Çok basit bir fikir baktığında. Tahmin edebileceğin üzere çok fazla söyleşi yapıyorum ve dediğim şeyin yanlış anlaşılabilecek bir yanının olmamasını tercih ederim. Bu söyleşiden ayrıldığında bir konudaki bakış açım, kendime dair aktardıklarım konusunda kafanda soru işareti olmamalı. Şayet sanatçıların anlaşılması güç, muğlak karakterli, motivasyonları şaibeli, ilham kovalayıp mantıksal bir çerçeveden hareket etmeyen insanlar olduğu yönünde kültürel bir önyargı varsa bile ben hiç orada değilim. Bence bir grupta olup müzik yapmak geri kalan her uğraştan farklı değil. Kasıtlı olarak yaptığın bir şey.

Bu şarkıları yazdık, onları sahneledik. Kendileri hakkında akıllıca konuşabilecek birkaç insan varsa o da biziz. (gülüyor) Bu bana hiç iddialı bir ifade gibi gelmiyor. Bir konuda konuşacaksam anlaşılmayı tercih ederim. Lafı gevelememeyi, muğlak olmamayı, soruları cevaplamaktan kaçınmamayı, onları cevaplamayı seçerim.

Bu konuda da seni çok takdir ediyoruz. Sıradaki soru için eski bir fanzinde yer alan bir makalenin fotoğrafını göstereceğim. Önce oku, sonra üstüne konuşuruz:

DRUM MACHINE DURDURULMALI: Drum machine black metal’i öldürüyor. Drum machine sıradaki keyboard. Drum machine black metal’in sırtına saplanmış bir hançer.  Tembel insanların grup kurmasına müsaade ediyor. 1980’lerde, 1990’larda kimse kullanmazdı ve müzik şimdikinden çok daha iyiydi! Drum machine kelimesi bana bir yatak odasını ya da ofis masasını çağrıştırıyor. Black metal böyle yerlerde yapılmamalı!  Kötü çalınan gerçek davullar bile drum machine’den iyidir.  Nadir bir plağa 100 dolar bayılacağınıza ikinci el bir davul seti alıp çalmayı öğrenin. Zor değil!

(okuyor ve gülüyor) Tamam, okudum.

Biliyorum, bir black metal müzisyeni ya da yapımcısı değilsin. Ama bence bu makale genel hatlarıyla müzik dinleyici kitlelerinin geçmişten günümüze önyargıları konusunda ne kadar yol kat ettiğini gösteriyor. Birkaç sene önce Xiu Xiu’dan Jaime Stewart ile söyleştiğimde bana şunu demişti: “Ben çocukken hiçbir sporcuyu The Cure dinlerken göremezdin, ya da beyaz bir çocuğu hip-hop dinlerken… Şimdi herkes her şeyi dinliyor.” Benzer bir şekilde müzik üretim imkânları da de eskisine kıyasla çok daha kapsayıcı bir hâl aldı. Sen de ilk kaydettiğin müziklerde drum machine kullanmıştın. Bu makale ve o zamandan beri olan bitenler hakkında nasıl hissediyorsun?

Bu argümanı okumak benim için büyüleyici bir deneyim. Bir kişinin bir konuda hırslı görüşleri olduğunda ve bu görüşleri tutkuyla savunduğunda bunu izlemeye bayılıyorum. Cidden. Katılmama, görüşlerini takdir etmeme gerek yok. Bu kişi drum machine yüzünden inceden kafayı sıyırmış, şimdi de tüm dünyaya tanımladığı bu sorundan bahsediyor. Bunda çok hoşuma giden bir şeyler var. Fanzin ruhuna uyumlu bir hareket. Çılgınca görüşler içeren, sokakta direklere yapıştırılmış afişlere de benziyor. Böyle tımarhanelik bir tutkunun, mani hâlinin saygı duyduğum bir boyutu kesinlikle var. Bana kalırsa ofis masasında ya da yatak odanda müzik üretmenin hiçbir yanlış tarafı yok. Böylesi hareketleri modern dünyanın sağladığı avantajlar içinde görüyorum. Müzik bu sayede artık sadece ‘resmi’ müzisyenlere ait olmakla kalmıyor. Artık herkes boş vaktinde müzik yapabilir, bu müzik yoluyla da kendilerini ifade edebilir. Bence bu harikulade ve desteklenmesi gereken bir şey.

Drum machine’in şeytani bir şey olduğu düşüncesi elbette muhafazakâr bir kafa yapısı. Müzik ve performansın tek bir meşru versiyonunun olduğu yönünde gerici bir düşünceden ortaya çıkıyor. Varsayımıma göre bu kişi geri kalan birçok dünya görüşünde benzer bir kafa geriliğine sahiptir ve takılması eğlenceli biri olamaz. (gülüyor) Öte yandan hayatında sinirini bozan ufacık bir şeyin ona bu makaleyi yazdırmasına saygı duyabilirim. Bu hareketin içinde hoş bir şeyler var bence.

Bana bu fotoğrafı göstermen beni çok mutlu etti. Beni gülümsetiyor. Otobüs duraklarında duvarlarla tartışırken gördüğün deli insanları getiriyor aklıma. Yazım sanatının en iyi örneklerinden bazılarını ortada tartışacak kimse yokken bir şeyleri tartışan mani hâlleri doğurmuştur.

Rica ederim. Bir arkadaşım benden sana şunu sormamı istedi: 1980’lerde katıldığın konserler içinde paylaşmak istediğin çılgın bir anı var mı?

Şikago’da Exit adlı küçük bir punk kulübünde Einstürzende Neubauten’ı izlemeye gitmiştim. Ağır inşaat aletleri eşliğinde müzik yapıyorlardı. Bir noktada izleyicilerden biri sahneye tutuşabilir bir şey attı. Sahnede yangın çıktı. Kulüpte çalışan herkes bu yüzden çok gergindi, yangını söndürmek için sahneye çıkmaya çalıştılar. Grup üyeleri ise bunu zerre umursamadan çalmayı sürdürdü.

Bu anı bana başka bir anıyı hatırlattı: Boston’lı Volcano Suns grubu son turneleri kapsamında Şikago’ya gelmişti. Grubu dağıtacaklarını duyurmuşlardı, bu da veda turneleriydi. Son konserlerini Şikago’da, Lounge X adlı bir kulüpte verdiler. Ben sahnenin kenarında duruyordum. Grubun her bir üyesinin onlara içki hazırlayıp getiren birer arkadaşı vardı. Ben de basçı Bob Weston’ın arkadaşıydım, onun Jagermeister garsonuydum. Jager shot’ları hazırlayıp grup sahnedeyken ona yetiştiriyordum.

The Jesus Lizard’dan David Yow da o konserdeydi. Grubu ufaktan taciz ediyordu. Konserin afişlerini alıp top hâlinde yuvarlıyor, çakmağıyla aleve veriyor ve yanan bovling topları misali sahneye fırlatıyordu. Sahnede artık üç veya dört alev topu biriktiği vakit sahnedeki halı işlemesi alev aldı. Hem de grup çalmaya devam ederken… David Yow yangını söndürme görevini kendisi üstlenmeye karar verdi. Sahne dekorunun tepesine tırmanıp alevlere göbek üstü atlayarak yangını söndürdü.

Yok artık. (gülüyor)

David Yow’un göbeğiyle yangın söndürdüğü o sahneyi çok dokunaklı buldum. Kaldı ki o yangını bizzat kendi başlatmıştı, kendi sorumluluğuydu zaten.

Gençliğinde çalmayı öğrendiğin ilk enstrümanın klarnet olduğunu okumuştum. Hâlâ aran var mı?

Evet, dokuz yaşımdayken klarnet çalardım. O zamandan beri çalmadım. (gülüyor)

Tamamdır. Gitar pedallarıyla aran nasıl? Koleksiyonundan favori bir pedalın var mı?

Çok pedal kullanan biri değilim. Shellac’ta kullandığım, Harmonic Percolator adlı bir Fuzz-Tone’um var. Yıllardır elimde, hâlâ kullanıyorum. Kullandığım başka da pedal yok açıkçası.

Bir stüdyo da işletiyorum elbette, orada insanların kullanması için bir pedal, enstrüman ve amfi koleksiyonumuz var. Onlar içinde favorim yok. Aklına ne gelirse bizde vardır ama. (gülüyor)

Geçenlerde Grails’ten Alex Hall ile söyleştim. Bugünlerde pedallardan bıkıp usandığını, artık sadece bir çoklu efekt prosesörü kullandığını söylemişti.

Çok fazla efekt kullanıyorsan ama çok da fazla pedalın yoksa bu pratik bir çözüm olabilir, evet. Benzer bir yaklaşıma sahip insanlar tanıyorum. Ben öyle değilim. Bir müzisyen olarak böyle şeyler ilgimi çekmiyor. Ama stüdyomda üretim yapan birilerinin güvendiği bir ekipman parçası varsa o konuda kendi seçimlerine saygı duyuyor ve güveniyorum.

Bu biraz şahsi bir soru, ama okurlarımıza da hitap edeceğini umuyorum. Müzik yapmaya daha yeni yeni girişiyorum. Ömrümün çoğunda bir enstrümana doğru dürüst dokunmamıştım bile, esas odağım müzik yazarlığıydı. Geçenlerde ise müzik üretimi benim için yeni bir potansiyel tutkuya dönüştü. Bu tutkuyu keşfetmemden kısa süre sonra başka bir işte tam zamanlı çalışmaya başladım. Başta bu yeni düzenin beni yavaşlatacağını düşünmüştüm, ama tam tersi oldu, beni bu fikre ve tutkuya daha da itti. Neredeyse inadına gelişen bir itiraz, bir asi duruş gibiydi.

Şu fikir bana çok değerli geliyor: Hayatta tutkulu olduğun, vakit ayırdığın bir şeyler var. Hayatındaki en önemli şeyler bunlar. Bir de bundan bağımsız olarak kendini geçindirmek zorundasın. Kiranı ödemeli, market alışverişi yapabilmelisin. Müzik komünitelerine hâkim şovenist bir bakış açısı var. Müziğini profesyonel olarak icra etmiyor, tüm yaşamını bununla karşılamıyorsan meşru olmadığın fikrini merkeze alan bir bakış açısı. Bir marangozsan, garsonsan, araba falan satıyorsan yaptığın iş profesyonel müzisyenlerin ürettiklerinden daha az değerli algılanabiliyor. Ben buna katiyen katılmıyorum. Benim için anlamı en büyük müziklerin, konserlerin ve grupların profesyonel olmayan müzisyenler tarafından ortaya konduğunu biliyorum. Onun yerine müziğe takıntılı insanlar tarafından ortaya kondular. Bu insanlar başlarına silah dayansa yine müzik yapardı. Benim için önemli olan şey tam olarak bu: Müziğin senin için ne kadar önemli? Dünyalara bedel mi? Bu albümü yapabilmek için orduları karşına alır mıydın? Yoksa her şey sadece bir uğraş mı? “Gitaristim. Gitar çalıyorum işte. Mesleğim bu.” deyip geçiyor musun?

Amatörler ve profesyoneller tarafından üretilen müzikler arasında ne kalite ne de yoğunluk anlamında kayda değer bir fark görüyorum. Hatta profesyonellerin ürettiği müzik için daha az ilgi çekici, özgün ve ilham verici diyebilirim. Başka bir meslekle geçinmekte hiçbir zaman utanılacak bir yön göremedim. Bu konuda üstümüze gitmeye hiç gerek yok. Yaşamımızı müzikle kazanmıyoruz diye bu, müzik bizim için dünyadaki en iyi şey değil anlamına gelmiyor.

Yorumların için teşekkürler. Umarım insanlar söylediklerini ilham verici bulur. Ben buldum. Yeni bir soru: Beş yıl önceki bir söyleşinde “Artık beni hiçbir şey heyecanlandırmıyor.” demişsin. Bu beyan hâlâ geçerli mi?

Bence şimdiye dek hayatımda bir rutin oturttuğumu anlamışsındır. Bir şeylerin bana gaz vermesi için herhangi bir sebep aramıyorum. Heyecanlandırıcı bir şeyler aramıyorum. Bir grupta olmak aşırı tatmin edici. Müzik çalmak da öyle. İşime gelecek olursak: Stüdyoda gruplarla albüm kaydetmek benim işim. İyi ve tatmin edici bir iş. Başka insanların hayatında önemli anlar biriktirmesine tanıklık ediyorum, bu da çok tatmin edici. Öte yandan burada olmamın bir amacı var. İnsanlar için albümler kaydediyorum. Bu yüzden buradayım. Eğlenmek için değil.

Dediklerinden heyecansızlığın senin için yeterli olduğunu anlıyorum. Bu da güzel bir şey.

Evet. Hayatımdaki her şeyin çok hızlı biçimde değiştiği dönemlerden de geçtim, bu da heyecanlı bir şeydi ama sorun da yaratıyordu. Öyle ki bir şeyler heyecan verici olduğu kadar rahatsız edici oluyordu.

Ses mühendisliği alanından bir soru sormak istiyorum. Son The Beatles şarkısı “Now and Then”i dinledin mi?

Duydum. Dikkatli dinlemedim ama kulağıma çalındı, evet.

Yapımcılık boyutundan baktığında kulağıma sinmeyen bir şeyler var şarkıda.  John’un vokali ve piyanosunun on yıllar önce kaydedildiği, Ringo’nun davullarının ise modern olduğu bence çok dikkat çekiyor. Bu ikililik dinleme tecrübesi olarak biraz canımı sıkıyor.

Müzik yapımı hakkında çok derinden inandığım bir görüşümü bildirecek olursam: Diyelim ki sen, Deniz, bir gruptasın. Grubunla müzik yapmak istiyorsun, bunu da belli bir yaklaşımla ele alıyorsun. Orası seni ilgilendirir, bu konuda bir görüşü olan herkes de s.ktirip gidebilir.

The Beatles’ın o şarkısı hakkında da görüşlerim böyle. Grubun öyle büyük hayranı değilim. Kendilerini severim, bence önemli bir grup ve müziklerinin bazıları da çok güzel. The Beatles ile bir sorunum yok, ama gruba dâhil değilim. Grubun kendini nasıl var ettiğiyle ilgili fikir sahibi olmak zorunda değilim. Müziklerini beğenebilir ya da beğenmeyebilirim. Bunda sorun yok. Bir şeyleri yapma yöntemleri ya da nasıl tınlamaları gerektiği ise benim alanım değil. Orası onlara kalmış.

Müzisyenlerin dinleyicilerine karşı bir sorumluluğu olduğu yönünde bir algı var, sanki onların beklentilerine göre bir şeyler inşa etme borçları varmış gibi. Saçmalığın daniskası. Grubun sana ait. Müziğini de istediğin şekilde ortaya koyabilirsin.

Dinlediğin son üç şarkı aklındaysa benimle paylaşabilir misin?

Tuhaf olan şu ki işim gereği tüm gün müzik dinliyorum. Dinlediğim son üç şarkıya da stüdyomda müşterilerime karşı sorumluluğum gereği kulak verdim. İş gereği değil zevk için dinlediğim son şarkıyı hatırlamak için birkaç gün öncesine gitmem gerekiyor. Eşimle evde takılıyorken onun açtığı bir şarkıydı: Tina Turner’dan “Mustang Sally.”

Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir tema parkındayız. Her sanatçı veya grubun kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de şarkı sözlerinden biri yazıyor. Shellac’ın anıt taşında hangi şarkı sözünüz yazsın isterdin?

Vay. (gülüyor) İçgüdülerim bana cevap verme sorumluluğundan tümüyle kaçıp “Umurumda değil” cevabını vermemi söylüyor, çünkü cidden değil. Bir yandan da harbiden herhangi bir şarkı sözümüzü hatırlamaya çalışıyorum.

Böyle diyebileceğini tahmin etmiştim. Yine de sormak istedim.

Evet, üzgünüm. Sana cevap vermeye çalışsam da veremem. Şu an şarkı sözlerimiz deyince zihnimde bomboş bir sayfa canlanıyor. Özür dilerim.

Dur, tekrar düşündüm de: Henüz duymadığın Shellac albümünde oraya yakışabilecek bir söz var. Bir şarkımız barda karaoke söylemeyi anlatıyor. Eskiden Şikago’da karaoke geceleri düzenleyen bir bar vardı. “Beşlik çakmak yok,” yazan bir tabelaları vardı ve cidden o barda beşlik çalmak yasaktı, zira o günlerde bu hareket avam insanlarla özdeşleşmişti. Beyaz yakalılar ve geri zekalılar yapıyordu. O jest o günlerde bizde pek iyi bir bağlama oturmuyordu.

Neyse, o tabelanın altında başka bir tabela vardı, onda da “Karaoke geceleri hariç!” yazardı. O gecelerde biri harika bir performans sergilerse sahneden indiklerinde onlara beşlik çakabiliyordun. Buna izin vardı. Karaoke üstüne yazdığımız o Shellac şarkısında da ben bir noktada “Çak bir beşlik!” diyorum. Birkaç dakika sonra bu defa Bob aynı şeyi diyor. Anıt taşımıza bir sözümüz yazılırsa bunun önce benden sonra Bob’dan gelen “Çak bir beşlik!” olmasını tercih ederim.

İkinizin karikatürleri de olsun ister miydin?

Yani… Anıt taşı hazırlayan sensin. İstediğini koy.

Shellac’ın Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.