Grails ile Söyleşi: “Bir Nevi Zihnin Sineması”

Son güncelleme:

Bize daima heyecan veren, janr kalıplarını yıkan, zihnimizi büken kült müzik kahramanları Grails son albümleri Anches en Maat‘ı geçtiğimiz sene yayımladı. İlgilisi tüm çevrelerin övgüsüne mazhar olan bu etkileyici işin çıkmasından aylar sonra gitarist Alex Hall ile söyleşi yaptık ve grup, müzik ekipmanları, rüyalar, İstanbul ve ötesine dair konulardan konuştuk.

2023’ün nasıldı?

Müzikal anlamda çok heyecan vericiydi. COVID öncesinden bu yana Grails olarak verdiğimiz ilk konser bu sene gerçekleşti. Topluca yaşadığımız şehirlerden Portland’a uçtuk, bir hafta prova yaptık, sonra da küçük bir festivalde sahne aldık. Gruptan birkaç kişiyi yıllardır görmemiştim bile. Sanırım hepimiz bu kadar uzun bir aranın ardından işlerin nasıl gideceğine dair azıcık endişeliydik. Yıllardır irtibatı korumuştuk aslında, grup mesajlaşamalarımız falan boldu, ancak işe tekrar balıklama atlama konusunda çekincelerimiz vardı. Sonra 2019’dan bu yana ilk turnemizi ekim ayında Avrupa’da yaptık, öyle ödüllendiriciydi ki. Üstüne yeni albümü yayımladık, aldığı dönüşler de bizi çok tatmin etti. Harika bir yıldı.

2018’de yaptığın bir söyleşide bir süre hepinizin Grails’in sona erdiğini düşündüğünden bahsediyorsun. Ama neticede bırakıp gitmek hepinizi çok zorladığı için devam etmişsiniz.

Bunu galiba şimdiye dek birkaç kere dedik. (gülüyor) Belki de bir grubun var olmasının sağlıklı bir yoludur bu, kim bilir?  Sonuçta işe hiç kariyerci bir bakış açısıyla yaklaşmadık. İçinde olmamızın tek sebebi grubun bize kendini hâlâ taze ve canlı hissettirmesi. Grails böyle olmayı sürdürdükçe biz de var olmayı sürdüreceğiz.

Anches en Maat o röportajdan bu yana yaptığınız ilk stüdyo albümü. Aradaki süreçte hepimiz pandemi başta olmak üzere çeşitli çilelerden geçtik. Bu defa Grails’ı bırakıp gitmenize engel olan şey neydi?

Başta bu albümün turnesini yapacağımıza emin değildik. Albümü bitirdiğimizde ortaya çıkan şey bizi tatmin etti, ama tekrar ortaya koymak isteyeceğimiz bir şey olup olmadığını bilemedik. Artık kırklı yaşlarımıza geldik, öyle aşırı büyük bir yaş olmasa da artık çok uzun süredir bu grupla iç içeyiz, bu da sıkı çalışma gerektiriyor. Profilimizden, müzik dünyasında konumlandığımız yerden şikayet edecek değilim; çünkü o konularda aşırı mutluyuz. Ama örneğin Berlin’de, Londra’da, New York’ta büyük konserler verebilmen için yanında daha küçük konserler de vermen gerekiyor. Bu da hem finansal açıdan zorlayıcı, hem de evinden uzak oluyorsun. Artık girmek istediğimiz bir top olmayabilir diye düşündük. Derken geçen yaz tekrar bir araya geldik ve durum değişti. Şahsen ben direkt “Bu çocukları çok özlemişim ya!” düşüncesiyle motive oldum. Birlikte harika zaman geçiriyoruz. Herkes birbirini gördüğü için çok mutluydu, oradan da müzik doğal bir biçimde aktı.

Albümü kaydetmeye son ABD turnemizin bitişine yakın başladık. Son konseri Atlanta, Georgia’da verdik.  Sonra da bir arkadaşımızın stüdyosuna girip şarkıların ilk taslağını kaydettik. Bizi çok heyecanlandıran taslaklardı bunlar, derken pandemi yaşandı ve muhtemelen o süreci yaşayan diğer herkes gibi bizde de motivasyon yok oldu. Benzer şeyleri birçok müzisyenden ve gruptan duydum. O dönemde çalışma enerjisi bulmak çok zordu. Dünya birkaç seneliğine dönmeyi bıraktı adeta, haliyle albümü bitirmesi de uzun sürdü. Öte yandan tam şu sıralar yeni bir albüm kaydetmeye başladık bile, öncekine gelen yorumlar bizi öyle güzel motive etti ki… Şu sıralar işlerin gidişatı bizi çok heyecanlandırıyor.

Yaptığınız müzik sık sık zihnimde soyut imgeler yaratıyor, son albümünüzde de aynı şey yaşandı. Enstrümental müzik dünyasında şarkının neyi anlattığına dair bir ipucu veren somut sözlerin olmamasını genelde çok özgürleştirici bulurum. Bir süredir de bir dostumun bana söylediği şu sözler üstüne düşünüyorum: “Sözler öldürüyor düşüncelerin saflığını.” Bu cümle hakkında ne düşünüyorsun?

Bence haklı. Grails olarak daima işitmek istediğimiz müziği yapıyoruz. Şahsen Grails’a hep bir dinleyici olarak yaklaşırım. Başka insanların da yapmasını istediğim bir müzik olsun isterim. Duymak istediğimiz belli bir şey var, başka da kimse yapmıyor, ondan kendimiz yapıyoruz; böyle özetleyebilirim sanırım. Bu sözler ve düşünceler üstüne olan sorunu pek de cevaplamıyor, ama duymak istediğimiz müzik insanı içine alan aktif bir dinleme tecrübesi diyebilirim. Saykedelik müziği çok basite indirgeyen ‘trip’ gibi sıfatlara başvurasım pek yok, ama dönüştürücü bir tecrübe kesinlikle, umarım başkaları için de öyledir. Bir nevi zihnin sineması.

Sık sık canlı rüyalar görür müsün?

Bunu sorman ilginç oldu, daha yeni eşimle bu konu üstüne konuşmuştum. Dün kahve içerken rüyalarımızı konuştuk. Öyle sık sık rüya gören biri değilim, bu konu müzikle ne şekilde ilişkili onu da bilmiyorum, ama rüyalar benim için perdeyi hafifçe çekip arkasındaki şeye baktığım bir bölge. Düş görürken yüzleştiğim bazı olay örgüleri var, gördükten sonra anlıyorum ki aslında yıllardır oradalarmış. Beynimizin kendine ait bir hayatı var, bu hayata sadece bazı zamanlar ucundan göz atabiliyorsun. David Lynch’in filmlerinin bu kadar güçlü olmasının sebebi bu. Artık transendental meditasyon uyguladığı için mi böyle bilmiyorum, ama bilinçaltına yönelik kavrayışı aşırı kuvvetli. Diğer herkesten daha iyi bir biçimde anlayıp filme döküyor.

İçimden bir ses David Lynch sizi dinleseydi severdi diyor.

Alabileceğimiz en iyi övgü bu olur. İnanılmaz olurdu. İtiraf edeyim, Chromatics’i Twin Peaks: The Return’de izlediğimde azıcık kıskandım. Kendileri de Portland’lı ve iyi dostlarımız olurlar. Çok sevindim adlarına, o dizide yer alabilmek ne müthiş bir deneyim olmuştur.

Biraz Grails geçmişine inelim: Marxophone dediğimiz şey nedir, nasıl oldu da müziğinizin önemli bir parçası oldu?

Çok havalı bir enstrüman o. Uzun süredir kullanmadık. İlginçtir, ABD menşeili kendisi. Hiçbirimiz bir noktada bir Marxophone’a sahip olmadık. Miks mühendisi Jeff Saltzman’ın stüdyosunda bulunuyordu, ki kendisi üç dört albümümüzün önemli bir kısmını mikslemiştir. Biraz orta çağ estetiğinde, telli bir çalgı, klavye eşliğinde çalınan vurmalıları var. Kolaylıkla herhangi bir kültüre ya da mekâna ait olabilirdi.

Sence koleksiyonundaki en garip enstrüman nedir?

Çok da fazla enstrümanım yok aslında. Sahip olduğum neredeyse her şeyi altı-yedi sene önce Avrupa’ya taşındığımda sattım. Sadece çok temel birkaç şey kaldı elimde: Birkaç synthesizer, gitarlar falan. Koleksiyoncu olarak da görmüyorum kendimi. Üzgünüm, çok sıkıcı bir cevap oldu. (gülüşmeler) Eskiden çok sayıda parçam vardı, ama hepsiyle mecburen vedalaştım.

Gitar pedalları için de aynı cevap mı geçerli o zaman?

Pedallar hakkında konuşabilirim, ama gitar ekipmanlarına ilgiliysen cevabım seni gücendirebilir. Pandeminin başında çok sayıda pedalım vardı, ama hepsini sattım. Sırf onlardan sıkıldığım için. Bir keresinde konser veriyorduk, aşağıya baktım ve gitar pedallarından nefret ettiğimi anladım. Bu ofansif bir cevap olacak, ama bence çok saçma hepsi! Doğru tonun peşinde koşan bir ses gurmesiysen stüdyoda çok işine yarıyorlar, eğlenceli vakit geçirip oynayabiliyorsun, ama canlı çalıyorken kimse seste yarattıkları farkı anlamıyor. Kimsenin de umurunda değil! Niye sahnede ucundan 40 ayrı kablo çıkan bir şey isteyesin? Aptalca bir şey. Bir pedal sisteminden çıkacak çoğu sound dijital üstelik. Zaten analog bazlı bir devrem yoktu halihazırda. Ben de tüm pedallarımı satıp yerine çoklu efekt prosesörü aldım. Bir FM3, severek kullanıyorum. Artık sahip olduğum tek pedal o. Canlı performansları çok daha iyi kılıyor.

Bu cevaba bayıldım, çünkü bir noktada başka bir gitaristten duyacağımı hiç zannetmiyorum.

(gülüyor) Küçük mekanlarda sahne alan grupların konserlere futbol sahası boyutunda pedal setiyle çıkması hep komik oluyor. Çok sık turneye çıkıp seyahat eden gruplara gelirsek biz de ucuz seyahat etmek durumundayız. Her uçuşta dört beş ekipman çantasıyla gezmeye bütçemiz yetmez. Yani mesele biraz da hafif bir şekilde yolculuk yapmak.

Müzisyenlerin ekipmanlarına bakmak ilgini çekiyorsa Rig Rundown adlı sevdiğim bir YouTube video serisi var. Yakın zamanda yayımladıkları bir videoda Converge’den Kurt Ballou’yu ağırlıyorlar. O da benim gibi bir prosesör kullanıyor, farklı model olsa da. Bence o videoda çok mantıklı şeylerden bahsediyor. “Kimse aradaki farkı anlamıyor.” Ayrıca yaptığın her şeyi en iyi şekilde yapman gerektiği fikrini reddediyor. Konserde orası hiç önemli değil çünkü. Önemli olan performans, enerji, ruh hali. İyi bir konser vermek için sahnede yanında en iyi ekipmanların olması gerekmiyor. O konuda benimle benzer görüşlere sahip.

Bir keresinde konser veriyorduk, aşağıya baktım ve gitar pedallarından nefret ettiğimi anladım. Bu ofansif bir cevap olacak, ama bence çok saçma hepsi! Doğru tonun peşinde koşan bir ses gurmesiysen stüdyoda çok işine yarıyorlar, eğlenceli vakit geçirip oynayabiliyorsun, ama canlı çalıyorken kimse seste yarattıkları farkı anlamıyor. Kimsenin de umurunda değil!

Alex Hall

En sevdiğin film müzikleri içinde neler var?

Jonny Greenwood’un There Will Be Blood için yaptığı müzikler tek kelimeyle muhteşem. Year of the Dog’un müziklerini de sevmiştim. Son turnemiz için hazırladığımız çalma listesinde Klute filminin soundtrack’ine yer verdik. Bir diğer favorim Ennio Morricone’nin Revolver’ı. O albümden bir parçayı Inglorious Basterds’ta kullanınca Tarantino’ya biraz kızmıştım açıkçası, her ne kadar filme bayılsam da. Albümden “Un amico” adlı eseri filmin aşırı dramatik bir sahnesinde kullandı. Zaten en sevdiğim soundtrackler içindeydi, filmde duyduğumda “Adi herif! Çalmışsın!” oldum. Sanırım bu durum en azından iyi bir müzik zevkine sahip olduğunu kanıtlıyor, bilmiyorum. Listeye devam edersem başka Morricone eserleri de girer kesinlikle, Le Proffessionel’de yer alan “Chi mai” gibi. Mükemmel bir parça. Aklıma ilk gelenler bunlar oldu.

Türkiye’den müzikleri aktif bir biçimde dinliyor musun?

Evet, bayılırım. Koleksiyonumda ara sıra çalıp bir kenara koyduğum, sonra vakti gelince geri döndüğüm bol bol Türkçe albüm var. İstanbul’a konserlerimiz dışında birkaç kere daha geldim. Rahatlıkla en sevdiğim şehir diyebilirim, bayılıyorum İstanbul’a. Son gidişim bundan iki sene önceydi ve pandeminin başlangıcından itibaren ziyaret ettiğim ilk şehir oldu. Eylül ayında gerçekleşen Kadıköy Plak Festivali’ni ziyaret etmiştim. Arkadaşım olan Zoltan Records’un sahibi Emek Can Tülüş de oradaydı. Çok severim kendisini. Hatta bir eseri şu anda salonumda duruyor. Tekrar ziyaret etmeyi çok isterim, her gittiğimde de bir dolu 45’lik ve yeni keşfettiğim başka şeylerle dönüyorum. Bence İstanbul’la aramızda ömürlük bir aşk gelişti bile.

Keşke tekrar sahne alabilsek orada. Son turnemizde bir şeyler ayarlamayı umuyorduk, ama öğrendik ki bugünlerde bu biraz zormuş. Temsilcimiz bana işin iç yüzünü detaylarıyla anlatmadı, ama bugünlerde orada sahne almanın zor olduğu duydum kendisinden. Nisan’da Atina’da çalıyoruz, yakın bir tarihe İstanbul’u da eklemek istedik, ama olduramadık. Umarım sonradan mümkün olur. Olmazsa da kendi başıma gelip takılırım artık.

Sence bugüne dek müziğinizin türüne dair duyduğun en alakasız, şaşırtıcı tanım neydi?

Bu güzel bir soru, cevap vermesi de biraz zor. Başka insanların sosyal medyada bu konuyu tartıştığını gördüm. Albüm yayımlandığında da Emil’le (Amos) Reddit’te bir soru cevap etkinliği yapmıştık, hayranlarımız bize benzer sorular sormuş ve özellikle “post-rock” tanımı üstünde durmuşlardı. Bu tanımın neden kullanıldığı ise bana hâlâ gizemli geliyor. Ben hiç öyle duymuyorum yaptığımız şeyi. Başka biri de sene sonunda yayımladığı “2023 Psych Rock Albümleri” listesinde bize yer vermişti. “Hadi ya? İyi, peki.” olmuştum.

Ama aslında işin özünde her tanımla barışığım. İnsanlar bizi istedikleri gibi tarif edebilirler. Türsüz müzik icra etmek için yola çıktıysan böyle şeyler gayet yaşanabilir. Kayınvalidemin bir arkadaşı bana ne tür müzik yapıyorsun dese ne diyeceğimi bilemem. Başka biri de aynı sorundan muzdaripse onu suçlayamazsın. İnsanlar ne derse kabulümdür.

Grails’ın Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.