Jaime Stewart (Xiu Xiu): “Hâlâ Öğrenecek Çok Şeyim Var”

Xiu Xiu, Kıyı Radyo yayın hayatına 2012’de başladığında akışta yer verdiğimiz ilk gruptu. Bizi etkilemeye ve ilham vermeye devam ediyorlar, 27 Eylül’de yayınlanan son albümleri 13″ Frank Beltrame Italian Stiletto with Bison Horn Grips ise şimdiden birçok kişi ve kurumun sene sonu listelerine yüksek sıralardan giriş yaptı.

Grubun kurucusu Jaime Stewart ile ilk sohbet ettiğimizde hâlâ pandemi dönemindeydik. O vakitten bu yana Stewart ve en iyi dostu / suç ortağı Angela Seo’ya davulcu David Kendrick eklendi; biri çok karanlık ve deneysel, diğeri şimdiye kadarki en pop çalışmaları olmak üzere iki Xiu Xiu albümü çıktı; Stewart Berlin’de yeni bir hayata başladı. Ben de Berlin’e taşındığıma göre yıldızlar hizaya gelmişti, yeni bir röportaj yapmasak olmazdı.

Stewart ile Berlin, sinema, Twin Peaks, karpuz ve ötesine dair konuştuğumuz her şeyi aşağıdaki sohbette okuyabilirsiniz.

İkinci röportajımız! İlkinin üzerinden üç buçuk yıl geçmiş.

Jaime Stewart: Tekrar ulaştığın için teşekkürler. Benim için anlamı büyük.

2024 senin için nasıl geçti? Turne nasıldı?

Biraz bulanık geçti diyebilirim. Aşırı derecede meşguldük. Tak diye aralık ayına geldiğimize inanamıyorum. Bu yıla dair turnede olmak, stüdyoda çalışmak ve müzikle alakalı diğer meseleler dışında pek bir şey hatırlamıyorum; ama bu kadar meşgul geçirdiğim için de kendimi çok şanslı hissediyorum.

Geçen ay Berlin Lido’daki konserinizdeydim. Şarkı arası her molada ayağının dibindeki devasa kavanozdan bir şey içiyordun. Neydi o?

Sürekli içtiğim bir bitki çayı. Boğazım daima kötü durumda oluyor. Bu yüzden turnenin başından beri şarkılar arasında az biraz içmek durumundayım.

Artık aynı şehirde yaşıyoruz. Berlin’de sana kıyasla çok daha yeniyim, ama sen de pek öyle buraların eskisi sayılmazsın. Burada kurduğun yeni yaşamının üstünde şimdiye dek nasıl bir etkisi oldu?

İlginç bir mesele bu. Hayatımda düşündüğümden çok daha büyük bir değişiklik oldu. Burada daha önce çok zaman geçirdim, grup arkadaşım Angela (Seo)’nın da Berlin’de yaşamışlığı var. Öyle büyük bir fark yaratmayacağını, çok farklı hissetmeyeceğimi sanmıştım. Bu çok saçma bir düşünceymiş. Kültürel olarak bakınca Berlin bir elmaysa önceki evim Los Angeles bir portakal. Tamamen farklı şehirler. Berlin’in sevdiğim yönleri, Los Angeles’ın nefret ettiğim yönleriyken Los Angeles’ın sevdiğim yönleri ise Berlin’in nefret ettiğim yönleri çıktı. Çok yetişkin bir farkındalığa ulaşıp şunu anladım: Nerede yaşarsan yaşa her yerin kendince sorunları var. Sadece içinde bulunduğun yeri olabilecek en iyi şekilde değerlendirmen gerekiyor. Kafamda çok aptalca, ergence bir varsayım vardı; başıma bir sihirli değnek düşecek de hayatım bir anda harika olacak sanıyordum. Farklı bir şehir, bu da iyi bir şey; farklı bir şehre ihtiyacım vardı. Yine de hâlâ öğrenecek çok şeyim var. Çok yakın bir arkadaşım yaklaşık on yıl önce Los Angeles’tan Prag’a taşındı. Bana yeni memleketine adapte olmasının yaklaşık beş yıl aldığını söyledi. Yani daha birkaç yılım var; ama burada kalacağım kesin. Senin için süreç nasıl gidiyor?

Şimdilik fena değil. Söylediklerini çok iyi anlıyorum. Bir şehir teoride ve bazı pratik alanlarda sana aşırı uygun olsa bile yeni bir yaşama alışmak her türlü zaman alıyor. Malum, sen hayatının neredeyse tamamını ABD’de geçirdin, şimdi bambaşka bir ülkedesin. Ben senden daha gencim, buna rağmen yıllarca bir ülkeyi evim olarak gördükten sonra başka bir yere alışmanın ne demek olduğunu anlıyorum.

Kesinlikle anlıyorsundur.

Sırf meraktan soruyorum, favori bir semtin var mı?

Eh, hepsi az çok birbirine benziyor. Ya daha temiz ya daha kirli oluyorlar; ama aşağı yukarı aynı görünüyorlar. Verdikleri hisler oldukça farklı elbette. Bir favorim olduğunu sanmıyorum. Belirli semtlerde diğerlerinde olmayan bazı şeyleri seviyorum; ama “Of, işte burası tam benlik!” dediğim bir yer yok. Senin var mı?

Sanırım Kreuzberg, Neukölln ve Wedding’i daha çok seviyorum. Diğer semtlere kıyasla daha underground bir kültürde kalıyorlar.

Evet, seni anlıyorum. Wedding biraz dağınık olabiliyor gerçi. Bazen bunu ilginç buluyorum, bazen de “Yeter, bu kadar çöp görmek istemiyorum!” diyorum. Çöp görmekten çok sıkıldım, inan bana. Yine de bunu hissettiğim an Mitte ya da Prenzlauer Berg gibi semtlere kaçabiliyorum, hiç uzak değiller. Bu şehirde sadece iki-üç metro durağı öteye gittiğinde bambaşka bir his yaşamak güzel bir şey.

Evet. Fark etmişsindir, burada çok Türk de var.

Evet, bu da hoş bir durum. Los Angeles’ta pek Türk yok. Çevremde bambaşka dünyaların varlığını görmek hoşuma gidiyor.

Elbette şu an burada olmamızın bahanesi, Xiu Xiu’nun son albümü 13” Frank Beltrame Italian Stiletto with Bison Horn Grips’in yakın zamanda yayınlanmış olması. YouTube’da yeni şarkılarınız hakkında gördüğüm bir yorum şöyleydi: “Bence Xiu Xiu’nun en mutlu albümüne tanıklık ediyoruz.” Şahsen bu şarkıların her birinde öyle aşırı mutlu bir hava hissettiğimi söyleyemem, ama bu albümü yaparken grupça gerçekten aşırı eğlendiğinizi düşünüyorum. Bu doğru mu? Süreç hakkında ne söyleyebilirsin?

İlginç bir süreçti. Xiu Xiu adı altında riff-gitar-kıyamet bir albüm yapacağımızı hayatta düşünmezdim ve -bu kelimeyi kullanmayı normalde hiç sevmesem de- gerçekten eğlenceliydi. Bu kadar eğlenceli olmasına ben de şaşırdım. “Aa, daha önce hiç böyle bir şey çalmamıştım!” diye düşündüm hep. Yeni bir şeyler yapmak gerçekten keyifli oluyor. “Yeni”den kastım “kimse tarafından yapılmamış bir şey” falan değil tabii, ama bizim için yeniydi. Albüm yapmanın keyifli yanlarından biri de taptaze istikametlere gitmek oluyor. Ayrıca 13”, bizi çok zorlayan bir önceki albüme (Ignore Grief) kıyasla çok daha hızlı ve kolay bir şekilde ortaya çıktı. Sanırım sadece birkaç ayımızı aldı. Normalde bir albüm üstünde birkaç yıl boyunca düzenli olarak çalışırız. İlham perisi gelip adeta şöyle dedi: “Al sana bir şarkı. Bir tane daha. Bir tane daha…” Şarkılar bu kadar hızlı biçimde belirince ben de uzaydan gelen bu hediyeyi fazla sorgulamadan, olduğu gibi kabul etmek istedim; şarkılar beklediğim formda olmasa da… Albümün bu kadar kolay belirmesi süreci keyifli hâle getirdi. Neredeyse hiçbir zorlukla karşılaşmadık. Şarkı sözlerini yazmak da, risk almak da kolay geldi. Şarkıların miksajını üstlenen John Congleton harika bir iş çıkardı. Bize mikslediği her şarkıyı gönderdiğinde kendisine ya hiç itirazımız olmuyordu ya da ufacık bir şeyi düzelttiriyorduk. Turnayı her seferinde gözünden vurdu. Üstünde çalıştığın bir şey adeta ayağına geliyorsa sürecin kendisi de keyifli bir hâle geliyor.

Peki bu seçkide “şu en kolayı, şu en zoruydu” dediğin iki şarkı var mı?

Muhtemelen en zorlayıcı şarkı, albümün sonundaki Pina, Coconut & Cherry” idi. Alışılmadık bir strüktürü var ve muhtemelen seçkideki en sıra dışı şarkı. Elbette içinde vokaller, melodi ve ritim var, öyle aşırı deneysel demem; ama klasik bir nakarat-köprü düzeni içermiyor. Sözleri de, vokal kısmı da biraz zorladı. Albümdeki en çetin ceviz şarkı olsa da bu konuda geçmişte yaptığımız bazı şarkılarımıza yaklaşamaz bile.

En kolay ortaya çıkan da Common Loon” idi diyebilirim. Genelde şarkı sözleri ve melodiler üzerinde çalışmam çok uzun sürer. Bizim için çok nadiren gerçekleşen büyülü şeylerdir. Bu şarkıda ise sözleri ve melodileri on dakika içinde oturup bitirdim. Sanki oracıkta oturmuş beni bekliyordu. Gitar bölümleri de daha önce hiç çalmadığım tarzda olmasına rağmen bir anda ortaya çıktı. Aşırı hızlı biçimde olup bitti her şey.

Sık sık rüya görür müsün? Nasıl rüyalar görürsün? Lynchvari rüyaların olur mu?

Rüyalarım son birkaç yıldır acayip çılgın bir vaziyette, nedenini bilmiyorum. Çocukluğumdan beri tekrarlayan rüyalar görmüşümdür; ama son birkaç yıldır hâlihazırda olanların üzerine yeni rüyalar eklendi. Artık neredeyse her gece bunları görüyorum. Gündelik yaşamımda asla düşünmediğim, inanılmaz tuhaf ve epik olay örgüleri içeriyorlar. Genelde gerçek hayatımla pek alakaları olmuyor. Bilincimde asla öylece belirmeyecek şeyler… Çoğunlukla kâbus değiller, ama sık sık biraz gergin seyrediyorlar. Sonra da uyanıp, “Tamam, sadece bir rüyaymış, çok şükür,” diyorum. Neyse, özetle rüyalarım beni hiç de gevşetmiyor. (gülüyor)

Rüyalarında gördüğün bu aşırı durumların müziğine ilham verdiğini düşünüyor musun?

Bir ara rüyalarımın günlüğünü tutmayı denedim; uyandığım anda rüyalarımı yazıya dökersem belki havalı bir imgenin belireceğini, bunun da bir şekilde şarkıya dönüşebileceğini düşündüm. Umudum tam olarak bu yöndeydi. Ancak turne boyu çok yorgundum, yapamadım. Yeniden başlamak isterim ama. Henüz böyle bir şey yaşanmadı, ama bu pratiği uygulamaya ve ortaya çıkabilecek sonuçları görmeye çok açığım.

Çok alakasız bir soru: Berlin’de adını Twin Peaks’ten almış The Black Lodge adında bir mekân vardı. Hiç oraya gittin mi?

Hep istedim ama gidemedim. Duymuştum elbette. Sen gittin mi?

Hayır. Daha yeni taşındım, orası da aylar önce kapanmış. Bu konuyu açmamın nedeni elbette seninle tekrar Twin Peaks konuşmak istemem. Sorum şu: Favori Twin Peaks karakterin kim?

Kesinlikle Man from Another Place. Seninki kim?

Albert.

Vay, ilginç bir seçim! Albert süper bir karakter. Hatta biraz göz ardı ediliyor diyebilirim. Özellikle üçüncü sezonda karakteri aşırı gelişiyor. Güzel seçim. Sayende Albert üstüne düşünmeye yeniden başlayacağım.

Yakın zamanda ikinci sezondan bir sahneyi tekrar izledim: Albert Şerif Truman’a hayata dair felsefesini açıklıyor. Ona ne kadar hayran olduğumu tekrar hatırladım.

Evet, harikaydı. Gerçekten güzel bir sahne. Normalde ne kadar kaba bir insan olduğunu düşününce hayat felsefesinin bu olması çok komik geliyor. Aslında felsefesi biraz benim felsefeme benziyor. Ben de biraz sorunlu biriyim, bazen tam bir pislik olabiliyorum; ama temelde sol görüşlü, şiddet karşıtı bir pasifistim, her ne kadar arada kabalaşsam da. (gülüyor)

Bir insanın kendi karakterindeki hem iyi hem kötü özelliklerin fazlasıyla farkında olmak önemli bir meziyet. Bu farkındalık, bizi daha iyi birer insan olmaya bir adım yaklaştırıyor bana sorarsan.

Evet, kendini anlayabiliyorsan bence gerçek bir insan olma yönündeki ilk adımı atmışsındır.

Albert’in o sahnesi muhtemelen bütün Twin Peaks atmosferini harika bir şekilde özetliyor. Hem dokunaklı, hem komik, hem garip, hem de derin bir sahne. Aslında aynı sıfatları Xiu Xiu’nun müziğini tanımlamak için de kullanabilirim…

Yani, baktığında Twin Peaks’ten çok derin bir şekilde etkilendik. Xiu Xiu’nun Twin Peaks ile örtüşen her özelliği aslında bizim Twin Peaks’i kopyalamamızdan kaynaklanıyor. (gülüyor)

Bir önceki röportajımızda da şunu söylediğini hatırlıyorum: “Bence (David Lynch’ten) o kadar etkilendik ki onun bizim hayranımız olması mümkün değil.”

Kesinlikle. Kulağa mantıklı geliyor bence.

Bu yıl izlediğin filmler arasında favorilerin nelerdi?

Filmlerin isimlerini hatırlamakta çok kötüyümdür. Dur, biraz düşüneyim.

The Zone of Interest’i aşırı beğendim, The Room Next Door’u da... Berlin’le ilgili en sevdiğim şeylerden biri ne biliyor musun? Burada insanlar sinemaya gitmeyi aşırı ciddiye alıyor.

Evet, doğru dedin.

LA’de, yani -Mumbai’yle beraber- dünyanın film başkenti olan bir şehirde, bir gişe filmine gidip salonda sadece iki kişi bulabilirsin. Bu filmin daha bir haftadır vizyonda olduğu durumlar için bile geçerli. Berlin’deyse bir film iki aydır vizyonda olsa bile kapalı gişe oynayabiliyor. Salı akşamı gibi film salonlarının popüler olmadığı zaman dilimlerinde bile… Ayrıca burada eski sinema salonlarına aşırı iyi bakıyorlar. O kadar çok farklı türde salon var ki: Doğu tarafındaki sinemalar, daha modern tarzda olan Batı sinemaları… Hâlâ burada her sinemaya gittiğimde uzun süredir vizyonda olan bir filme iki gün önceden bilet almak zorunda kaldığıma şaşırıyorum. Bu durum şehri ve içinde yaşayan insanları biraz daha sevmemi sağlıyor.

Instagram’da Angela’nın komik bir paylaşımını gördüm: Annesine yolladığı, elinde muz tuttuğu selfie’lerden bir demet.

Evet, bildim. (gülüyor)

Favori meyven nedir?

Kesinlikle karpuz. Angela’nın da favori meyvesi hatta. Muz da seviyor, ama ikimiz de karpuza fazladan düşkünüz.

Soldan sağa: Jaime Stewart, Angela Seo, David Kendrick.

Yeni davulcunuz David Kendrick’in eski grubu Live Nude Physics’in üyelerinden biri de henüz ergen bir çocuk olan sendin. O projeden ve David ile arkadaşlığınızın nasıl geliştiğinden bahseder misin?

İlginç bir dönemdi. Daha çocuktum; gruptaki herkes de hem yetişkin, hem de inanılmaz yetenekliydi. David o vakte kadar Sparks, Devo, kendi grubu Gleaming Spiers ve başka birçok grupla çalışmıştı. Solist Geza X’di; Germs, Dead Kennedys ve Black Flag’in albümlerinin yapımcılığını üstlenmişti. Ayrıca Mommymen adında başka bir ilginç grubu da vardı. Diğer solist Josie Cotton’dı; 1980’lerde popüler bir new wave şarkısı yayınlamıştı. Gitarist Kenny Lyon inanılmaz yetenekliydi ve aklına gelebilecek herkesle çalmıştı. Klavyedeki Paul Roessler, harika işler üreten The Screamers’ta çalmıştı. Bu kadroda neden veya nasıl dâhil olduğum hakkında hiçbir fikrim yok. Aşırı sinir bozucu bir ergendim, sanırım bunu komik buldular. Neyse, hepsinden çok şey öğrendim. Eminim ki o grupta olmasaydım şu an Xiu Xiu’ya girişmiş olmazdım. Müzikal açıdan bambaşka bir yöne gidiyor olurdum. Hepsi de bana çok nazik davrandılar. Çok sinir bozucu bir ergen olduğumu adım gibi biliyorum.

David’le henüz çok gençken birkaç yıl çaldım, sonra LA’den taşınıp onu yıllarca görmedim. LA’e geri taşındığımda ise güzel bir tesadüf yaşandı: Bir sanat galerisinde enstalasyonum vardı, o da o esnada oradaydı. Baktım karşımda duruyor. Kaç yıl geçmişti bilmiyorum, ama onu uzun zamandır görmemiştim. O an bile bana karşı çok nazikti. (Bu dediklerim pandemi öncesinde yaşanıyor.) Karısını da tanıyordum, sevdiğim bir insandı. Evlerine uğramaya başladım. Hâlâ ta ben çocukken oturduğu evde oturuyordu. Birlikte birkaç akşam yemeğinin ardından tekrar arkadaş olduk. Bana “Bir ara şarkı kaydedecek olursan haber ver,” dedi. OH NO albümünde birkaç şarkıda çaldı. Sonra pandemi başladı. İletişimimizi sürdürdük. Müzik yapmayı aşırı istediğini söyledi. Kayıt alacağımız vakit geldiğinde birlikte Ignore Grief üzerinde biraz çalıştık. Harika bir iş çıkardı, ben de ona Xiu Xiu’ya tam zamanlı olarak katılmak ister misin diye sordum. İlgilendiğini söyledi, turnelere başladık. Baktığında çok ilginç bir hikâye.

Harika bir hikâyeymiş. Live Nude Physics’te çaldığında daha ergendin, gruba karşı sinir bozucu davranışlarını muhtemelen çok genç olduğunu bildiği için görmezden gelmiştir.

Şüphem yok. Kesinlikle.

Lido konseriniz sırasında David’in Xiu Xiu’nun canlı dinamiğine çok iyi bir şekilde uyum sağladığını da kendi gözlerimle gördüm.

Evet. Çok sıkı çalışıyor. Birlikte çaldığımıza çok mutluyum.

İlham perisi gelip adeta şöyle dedi: “Al sana bir şarkı. Bir tane daha. Bir tane daha…” Şarkılar bu kadar hızlı biçimde belirince ben de uzaydan gelen bu hediyeyi fazla sorgulamadan, olduğu gibi kabul etmek istedim; şarkılar beklediğim formda olmasa da…

Jaime Stewart

Sıradaki sorum için streaming platformunun geçmişine bakıp dinlediğin son üç şarkıyı söylemeni rica edeceğim.

Spordaydım, sanırım en son bir Top 40 hip hop çalma listesi dinledim. Bir saniye… (telefonunu çıkarıp bakıyor)

Şunu da söyleyeyim, streaming platformu kullanmaya ilk kez iki ay önce başladım. (gülüyor) Yenilgiyi kabul ettim. Streaming sistemi kazandı. Teslim oldum, tebrikler ulan ş*refsizler, siz kazandınız.

Dinlediğim son üç şarkı “Rookie of the Year” (Moneybagg Yo), “One of wun” (Gunna) ve “Patty Cake” (Quavo & Takeoff). Halter kaldırıyordum. Sonra saati geçirdiğimi fark ettim ve hızlıca çıkmam gerekti.

Berlin’de insanlar sinema ve sanat etkinliklerinin yanı sıra sürekli spora da gidiyor. Ben de başlamalıyım.

Başla. Keşke daha gençken başlasaydım diyorum şu an.

Son bir not olarak Xiu Xiu’nun 28 Ocak’ta İstanbul’da, Blind’da bir konser vereceğini ve bizim de Kıyı Müzik olarak açılış DJ setini yapacağımızı tüm okuyuculara bildirmek isterim. Şahsen orada olamayacağım; ama yine de bu konuda çok mutluyum. Son sorum: Ufuktaki bu konser hakkında ne söylemek istersin?

Of! İnanılmaz heyecanlıyım. İstanbul’a en son Twin Peaks müziklerini çalmak için gelmiştik, iyi de geçmişti. Ondan önceki performansımız için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, Xiu Xiu’nun gelmiş geçmiş en kötü kadrosuyla oradaydık. O konseri düşününce hâlâ çok utanıyorum. Bu konser için biraz da bu yüzden sabırsızlanıyorum, şu anki kadromuz tek kelimeyle harika. Angela ve David ile çalmayı aşırı seviyorum. İstanbul’da çalmayı ve berbat bir performans ortaya koymamayı dört gözle bekliyorum. (gülüyor)

Berbat çalmazsınız, merak etme.

Zaten biliyorsun, sana anlatmama gerek yok; ama dünyanın en muhteşem ve en özel şehirlerinden biri. Keşke orada daha fazla vakit geçirebilsem. Geçirmeliyim de. Artık yaşadığım yere çok yakın. Bunu sürekli unutuyorum, oldukça kısa bir uçuş mesafesi aslında. Orada daha fazla vakit geçirmem lazım.

Xiu Xiu’nun Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.