İngiliz grup black midi, geçtiğimiz birkaç yıl içinde kendilerine has bir kült konuma erişip müzik sevdalıların gönlüne yerleşen benzersiz ekiplerden. 2019 çıkışlı ilk albümleri Schlagenheim’a post-punk diyen de oldu, garaj rock ve deneysel noise diyen de. Tanımlara sığınmak yetersizdi, zira grup henüz ilk uzunçalarında tamamen kendilerine ait bir tını yaratmayı başarmıştı.
Grup geçtiğimiz günlerde ikinci albümleri Cavalcade ile sahalara döndü ve ortalığı adeta bir kaos panayırına çevirdi. Gitarist Matt Kwasniewski-Kelvin’in zihinsel sağlık sorunları yüzünden belirsiz bir süreliğine gruptan ayrılması ekibi üç kişiye indirgese de yardımcı müzisyenler ve iyice kalabalıklaşmış bir enstrüman kadrosu sayesinde her zamankinden canlı, dolu ve dinamik tınlayan ekip, görünüşe göre avant-prog sularına meylederek senenin başyapıtlarından birine imza attı.
Olan bitene elbette kayıtsız kalamadık ve gruba dair daha fazla şey öğrenmek için davulcu Morgan Simpson ile hayli samimi ve eğlenceli bir sohbete daldık. Meme kültürü, progresif müziğin anlamı, Londra’nın aktif müzik sahnesi, black midi’nin yolculuğu ve daha nice konudan konuştuğumuz sohbetten umarız bizim kadar zevk alırsınız.
Söyleşiyi orijinal dilinde okumak için: Tık.
Nasılsın Morgan?
Morgan Simpson: Harikayım dostum. Şu günlerde yeni bir şeyler yazıyoruz grupça. Sen nasılsın?
Türkçede “Seni gördüm, daha iyi oldum” diye bir ifade vardır. Tam olarak şu anki durumumla uyuşuyor: Seni gördüm, daha iyi oldum.
Anladım. Süpermiş.
Yeni albümünüz Cavalcade henüz yayınlandı. Bu henüz ikinci albümünüz, ama daha şimdiden yepyeni bir black midi dinliyor gibiyiz. Kaldı ki önceki albümünüz Schlagenheim‘dan bu yana sadece sizler değil, hepimizin yaşamı değişti. Normal şartlar altında geçtiğimiz sene bu vakitlerde İstanbul’a konsere gelmiş olacaktınız. Ben de bu anı hevesle bekliyordum, derken pandemi patlayıverdi tabi. Turneniz iptal olduktan sonra aklınızdan geçen ilk düşünceler nelerdi?
Sanırım son birkaç senemizi turnede geçirdikten sonra artık dinlenmemizin vakti gelmişti. Elbette ilk başta çok üzüldük bu duruma, daha Amerika’da da konserler verecektik. Turnemiz iptal olduğunda Coachella’da çalmamıza sadece bir ay kalmıştı. Haliyle ilk başta birtakım hayal kırıklıkları yaşadık. Ama şimdi dönüp baktığımda diyorum ki bu bir lütufmuş aslında. Tabi bunu diyebiliyor olmak bile ne kadar ayrıcalıklı bir konumda olduğumuzu gösteriyor. Pandemiden inanılmaz kötü etkilenen çok fazla insan oldu cidden, birçok kişi bizim gibi bakmıyordur bu duruma. Yeni şarkılar kaydedebilecek bir durumda olmayan nice insan vardı. Bu yüzden halimize şükrediyoruz. Bu dönemde ileriye dönük attığımız ilk adım da tam olarak buydu, yeni şeyler yazmak. Biraz kendimizi canlandırmak, enerji toplamak istedik. Bu sayede sahiden ne yapmak istediğimizi de iyice düşünme fırsatımız oldu. Önümüzde cevaplarını bulmamız gereken, yaşamın kendisine yönelik sorular vardı. Görmezden gelemezdik bunları. Bu açıdan yaşadıklarımız bir lütuftu. Ne olduğumuzu, neler başarmak istediğimizi böylelikle yeniden değerlendirmiş olduk.
Schlagenheim yayınlandıktan sonraki günler belki de halimizden yeterince memnun değildik. Konser turnesi dediğin kağıt üstünde harika şey tabi, ama senden çok fazla şey de götürüyor. İnanılmaz yorucu bir şey. 2020’nin başında Schlagenheim‘daki şarkılarımızdan eskisi kadar keyif almamaya başlamıştık, çünkü hepsini çok fazla kez canlı çalmıştık. O yüzden de ilk düşüncemiz “Haydi yeniden bir araya gelip bambaşka bir istikamete yol alalım” oldu diyebilirim.
Durup düşünmeye, kendinize bir dönüp bakmaya bahane buldunuz yani.
Aynen öyle.
Kıyı Müzik ekibi olarak yeni albümünüz Cavalcade‘e bayıldık. Görünüşe göre dünyanın her yanından black midi hayranları için de durum aynı. Şimdiye dek aldığınız geri dönüşler hakkında ne düşünüyorsun?
Harika hissediyorum doğrusu. Sadece bir insanın yaptığın işi takdir etmesi bile çok değerli oluyor. Ne yapmak istediğinle ilgili büyük fikirlerin ve beyanların olduğu vakit büyük bir risk de almış oluyorsun. Biz bu riski aldık, sonucu da çok olumlu oldu diye düşünüyorum. Yaptığın bir şey karşılığını bulduğunda çok rahatlıyorsun. Albümü çıkardığımızda kimse beğenmese bile istediğimiz şeyi yapmaya devam ederdik elbette, ama insanlardan bu sevgiyi görmek süper bir şey. Albümün yayın tarihine kadar bir acele, telaş içindeydik; röportajlar, hazırlıklar derken… Artık ortalığın yatıştığını hissediyorum. Yeniden şarkı yazmaya bile başladık. Üçüncü albüm üstünde çalışıyoruz.
Cavalcade için daha eklektik ve hedef odaklı bir şarkı yazımı yaklaşımını benimsediniz. Bir de denkleme yeni enstrümanlar eklediniz. Bunun yaratım sürecinize nasıl etkileri oldu?
Tabi, üstünde çalıştığın ses kaynaklarının sayısı çoğaldıkça şarkı yazımında daha tutkulu olman da kaçınılmaz oluyor. Schlagenheim‘a dönüp baktığımızda çok daha sabit, belirgin bir tona ve şekle sahip bir albüm görüyoruz. Bunda da bir sorun yok tabi. Cavalcade‘de ise müziğe çok daha fazla renk katma imkanımız vardı. Bu renkleri keşfetmezsek yazık olur diye düşündük. Ayrıca hepimiz, yıllar geçtikçe aynı şeyleri yapıp durmak istemediğimiz görüşünde hemfikirdik. Bu durum da daha vahşi ve hırslı olmamıza müsaade etti. Albümdeki bazı şarkılar tek bir kişi tarafından yazıldı, öte yandan hepimiz çok fazla enstrüman çaldık. Mesela Geordie (Greep) Hammond orgu da çaldı, akordeon da, klavye de… Çok da fazla demo yaptık. İşler böyle olunca her bir şarkının birbirinden farklı çokça versiyonu oldu. Hiç olmadığı kadar fazla kayıt birikti elimizde. Kısacası albüm, bize nasıl tınlamak istediğimizi düşünmemiz için bolca zaman tanıdı.
Cameron Picton bu albümde Schlagenheim‘a kıyasla daha fazla vokal yapma imkanı bulmuş. Acaba sen de bir noktada vokal yapmayı düşünür müsün? Böylelikle sıradaki The Beatles olmaya bir adım daha yaklaşmış olursunuz… (gülüşmeler)
Çok iddialı bir cümle oldu bu yahu.
Onlarda da bütün grup üyeleri şarkı söylüyor sonuçta…
Evet evet, anladım. Ama ne diyeceğim… Albümlerimizin yanında dağıttığımız Flexi disklerden henüz eline geçen oldu mu bilmiyorum, ama bir ihtimal onlarda ben de birkaç şarkıda vokal yapıyor olabilirim.
Desene sahiden yeni The Beatles oluyorsunuz. (gülüyor)
Evet. Yavaş ama emin adımlarla…
Yayınladığınız son performans videolarından birinde Black Country, New Road grubundan arkadaşınız Lewis Evans da saksafon çalıyor. Aslına bakarsan gruptan Charlie ve Tyler ile geçtiğimiz şubatta söyleşmiştim…
Hadi ya! Efsane insanlardır kendileri.
Sahiden süper insanlar. Hepiniz de Londra merkezli, hayli hareketli seyreden ve “post-punk” çatı teriminde birleşen bir müzik sahnesinin mensuplarısınız. Sen bu sahneyi içeriden gözlemleyen, bu harekete dahil olan birisin. Nasıl tanımlarsın bu sahneyi? Sence büyümeye devam edecek mi?
Öncelikle şunu belirteyim, ben kendimi post-punk sahnesi içinde tanımlamam. Bence bu iş, tür kalıplarına sığdırılamayacak kadar geniş. Elbette bu tanımı yapanın sen olmadığının farkındayım, genel söylem bu yönde. Ama şahsen yaşananları bir etikete sığdırmanın haksızlık doğuracağını düşünüyorum. Burada yaşanan şey bütün Londra’yı birbirine bağlıyor. Londra müzik sahnesi hep büyüktü, ama günümüzde bambaşka bir boyuta ulaştı.
Dün akşam (10 Haziran) müzisyen kız arkadaşım Rosie Alena, sevgili dostumuz Olivia Dean’ın Jazz Cafe’deki konserinin açılışını yaptı. İki gece üst üste kapalı gişe çaldılar. Jazz Cafe de Londra’nın tarihi konser mekanlarından biridir, büyük hadiseydi yani. Onlar da bu sahneye dahil.
Şehirde biraz çevreme baktığımda kimleri kimleri görüyorum: Sons of Kemet; Wu-Lu; Kokoroko; Black Country, New Road; Squid… Herkes burada. Ama birleştikleri yer tür değil, müzik. Bence şu anda çok aktif bir dönemden geçiyoruz. İnsanlar Londra büyük bir şehir dediğinde garibime gidiyor, bana asla büyük gelmiyor. Herkes herkesi tanıyor çünkü. İnanılmaz bir şey, sanki bir köyde yaşıyoruz. Böyle bir şeyin parçası olmak benim için büyük bir zevk ve onur. İngiltere’yi geçtim, dünyanın başka yerlerinde bile buna benzeyen pek bir şey yok. Çok havalı bir yer Londra, orada yaşadığımız için çok şanslıyız.
Cavalcade‘i ilk kez Youtube’da düzenlediğiniz bir dinleme partisinde görücüye açtınız. Açıkçası bu videonun ilk birkaç dakikası son zamanlarda gördüğüm en komik şeylerden biriydi. İnternet meme‘leri kültürünün bir hayranı olarak sevdiğim grupların iyi bir mizah anlayışına sahip olduğunu görmek beni daima sevindirmiştir. Müzik meme‘lerini internette bizzat takip edip paylaşan biri misin, sence müzik camiasına ne gibi katkılar sunuyor bu kültür?
Vay. Aslında bu kültüre çok da derinlemesine hakim değilim. Sık sık karşıma çıkıyorlar ve bence çok komikler, ama son zamanlarda sosyal medyada pek takılmadım. Arada bu mecralardan biraz uzaklaşma ihtiyacı duyuyor insan. Meme‘ler harika şeyler ama elbette. Biraz eğlenmeye, gülmeye mi ihtiyacın var, kendini derhal bir meme sayfasına atabilirsin. Ve doğrusu insanların komik bulduğu meme‘lerde kendi suratlarımızı da görmeye başlamak çok güzel hissettiriyor.
Grup olarak sık sık şarkılarınıza eşlik etmesi için çılgın videolar yayınlıyorsunuz. Bu videoların yaratım sürecine ne kadar dahil oluyorsunuz? Birlikte çalışacağınız sanatçıları kendiniz seçip iletişime geçiyor musunuz, birlikte konseptler oluşturuyor musunuz?
Şarkıdan şarkıya değişiyor aslında. Genelde işi doğrudan yönetmenlere emanet ediyoruz. Arada sırada nasıl bir şey istediğimize dair birkaç fikrimiz oluyor, ama en nihayetinde birlikte çalıştığımız insanlarla yaptıkları işi sevdiğimiz için irtibata geçiyoruz. Bırakıyoruz iyi kotardıkları şeyi yapsınlar. Biz müzisyeniz, onlar yönetmen; işin görsel kısmı da onların oluversin. Bir projede çalışırken yapılacak en iyi şey işi profesyonellere bırakmaktır bence. “Horozu çok olan köyün sabahı geç olur” diye boşuna dememişler. Biz böyle çalışmayı tercih ediyoruz.
Videolarınız bazen de çok sinematik damarlar taşıyor. Mesela “John L”i ilk izlediğimde “Alejandro Jodorowsky Cats müzikalini yönetse böyle bir şey ortaya çıkardı” diye düşünmüştüm. (gülüşmeler) Grup olarak sinemayla aranız nasıl, kendinizi sinefil olarak tanımlar mısınız?
Ben muhtemelen grubun en az film izleyen üyesiyimdir. Film izlediğimde ya arkadaşlarımla ya da sevgilimle takılıyor oluyorum. Zevk alıyorum da, ama boş vaktimde aklıma gelen ilk düşünce film izlemek olmuyor. Başka şeyler yapmayı tercih ediyorum. Ama buna daha çok vakit ayırabilmek için cidden çaba sarf ediyorum. Eğer filmler üstüne konuşmak istiyorsan aradığın kişi Geordie’dir. Cameron’la da konuşabilirsin.
Albüm üstüne kaleme aldığım incelemede müziğinizi “kelimenin tam anlamıyla progresif” olarak tanımlamıştım. Bu lafımın da arkasındayım, zira bence yolculuğunuz en başından beri ilerlemek ve gelişmekle ilgili. Bir grup olarak nihai hedefiniz bu diyebilir misin? Daima yeni alanları mı keşfedeceksiniz?
Kesinlikle. Bu tanım çok hoşuma gitti. Zaten öyle yapmazsak, yeni şeyler denemezsek yaptığımızın ne anlamı kalır? Tüm olayımız bu. En sevdiğimiz sanatçı olan Miles Davis de buna harika bir örnek teşkil ediyor. Bir kariyerinin başındaki eserlerine bak, bir de sonlarındaki. Hayalimiz işte bu! Progresif olan, kaşif ruhlu olan şey bu. The Beatles, diğer büyük gruplar… Sürekli yeni şeyler denediler hepsi. Hazır olun, ikinci The Beatles geliyor!
Progresif rock adlı çatı terim, esasında genellikle 1970’lerin prog-rock albümlerinin klişelerinden kaçınmayan müziklere ev sahipliği yapıyor. Bu da türün adına yönelik kendi içinde bir çelişkiye sebep veriyor gibi hissediyorum. Progresif müzik deyince senin aklına gelen, bu normlara uymayan albümler içinde neler var?
Müthiş bir soru bu. Miles Davis’in In A Silent Way‘ini söyleyebilirim hemen. Bilir misin?
Evet. Zaten Davis’in her albümü başka türlere ait şaheserler sayılır.
Evet. In A Silent Way bence akıl almaz derecede iyi. Bitches Brew büyük yapıt elbette. On The Corner da öyle. Mesela Get Up With It albümünde “Rated X” diye bir şarkı var, bence müzik tarihinin ilk hip hop parçası odur. Bu şarkıyı dinlerken MF Doom’u da duyabilirsin, Mos Def’i de. Nice büyük rapçi bu şarkıya çok şey borçlu. O yüzden Miles Davis’in albümlerini bu cevaba dahil edebilirim.
D’Angelo’nun Voodoo albümü harikadır. Bir de en güncel albümü Black Messiah var ki, gerçek bir başyapıt. Voodoo da kendince harika bir iş, ama bana kalırsa Black Messiah asla hak ettiği övgüyü almıyor. Onca müzik türünü, 1960’lar ile 1970’leri sentezliyor. Ne zaman dinlesem sanki 7 yıl önce değil de onlarca yıl önce çıkmış gibi geliyor, bunu da olabilecek en iyi anlamda söylüyorum.
Aklıma gelen bir başka albüm Solange’in A Seat at The Table‘ı. Bence neo-soul’un ve R&B’nin çehresini değiştiren bir işti. Albümdeki prodüksiyonun bir kısmı, nasıl desem… Deneyseldi demeyeyim ama o güne dek hiç yapılmamıştı. Bence ondan sonra gelen ve gelecek nice kişi için oyunun kurallarını değiştirdi.
Şimdi şöyle bir senaryo düşleyelim: Bundan 100 yıl sonrasındayız. “Müzik Efsaneleri” konulu bir tema parkı yapılmış. Burada da Black Midi’nin şerefine dikilmiş bir anıt var. Eğer bu anıtın üstünde siz imzalı bir şarkı sözü yazılsaydı ve bunu sen seçebilseydin, ne yazdırırdın?
Aman yarabbi. (gülüyor) Çok zor soruymuş. (düşünüyor) Sanırım bize ait bir şarkı sözü seçmezdim ya. Hangi sözü seçerdim söyleyeyim. A Tribe Called Quest şarkısı “Electric Relaxation“da geçen şu iki dizeyi seçerdim: “I like ’em brown, yellow, Puerto Rican or Haitian / Name is Phife Dawg from the Zulu Nation.” Gelmiş geçmiş en iyi bar‘lardan biri bu.
Sosyal medyada “bmbmbm” şarkınızda geçen “What a magnificent purpose (Ne muhteşem bir amaç bu)” sözünü alıntılayan o kadar fazla hayranınız var ki bu dize de meme kültürünün bir parçası oldu. Acaba onu mu seçersin diye düşünmüştüm.
(gülüyor) Aklımdan geçti, ama sonra “O zaten yapıldı bitti” dedim.
Sorularım bu kadardı. Çok teşekkür ederim davetimi reddetmediğin için. Umarım bir gün bir konserinizde bizzat tanışabiliriz.
Kesinlikle. Benim için bir zevkti. Umarım yakında Türkiye’ye de gelip size konserler verebiliriz. Sağlıcakla kal!
black midi’nin resmi sitesine şuradan, Bandcamp profiline ise şuradan göz atabilirsiniz.