Eugene S. Robinson: “Yalan Yok, Bedel Ödüyorum”

Son güncelleme:

Kapak Fotoğrafı: Phil Sharp

Eugene S. Robinson ile konuşurken bir şeyi çok geçmeden fark ediyorsunuz: Son derece bulaşıcı bir kahkahası var. O kahkahada da kendi kişiliği gizli: İyisiyle kötüsüyle çok şey görüp geçirmiş, her yaşantısını da bugün tutkuyla kucaklayan bir adam. Güzel sohbetlere bayıldığı, anlattığı her şeyde de fazlasıyla samimi olduğu ortada.

Kendisi Oxbow, Whipping Boy, Buñuel gibi grupların nevi şahsına münhasır vokali ve deneysel noise punk deryalarında etkileyici bir özgeçmişe sahip. Ancak sahip olduğu unvanlar müzisyen kimliğinin ötesine geçiyor: Profesyonel dövüşçü, gazeteci, podcast sunucusu, yazar, aktör… Liste böyle uzayıp gidiyor. Peki biz niye buradayız? Konuşulacak konular böylesine bolken Robinson’la sohbetimize neler sığacak? Diyaloğumuzun merkezi belli: Robinson’ın yakında Feral House etiketiyle yayımlanacak yeni anı kitabı A Walk Across Dirty Water and Straight into Murderer’s Row.

Hepi topu 40 dakikalık Zoom süremizde Robinson’ın gençliği, bugünü, onu ağlatan şeyler, güldüren şeyler, Türkiye’yle bağlantısı, Björk’ün uğradığı Oxbow konseri ve ötesine dair çok fazla şey konuştuk. Okumaktan bizim konuşurken aldığımız kadar keyif almanız dileğiyle…

Eugene S. Robinson: Yakında İstanbul’da olacağım.

Hadi ya, ne için?

Kız kardeşim orada yaşıyor. Kocası Türk. Onu ziyaret edeceğim.

Süper. Daha önce gitmiş miydin?

Evet, ama havalimanının dışına çıkmadım. Bu sefer çıkacağım.

Sana ziyaret edebileceğin yerler önerebilirim.

Evet, lütfen! Özellikle de karnımı doyurabileceğim yerler öner lütfen.

Nasıl şeyler yemeyi seversin?

Ne olsa yerim. Ama deniz ürünlerine özel bir sevgim var.

Röportajdan sonra sana bir mekan listesi göndereyim o zaman.

Harika.

Elbette burada olmamızın bahanesi, yakında yayımlanacak anı kitabın A Walk Across Dirty Water and Straight into Murderer’s Row. Kitaba göz atabildim, içinde çok sayıda harika insanın yorumlarından bir önsözler derlemesi var. Müsaadenle ben de kendi kısa önsözümü ekleyeceğim: Bundan 10 yıl önce henüz ergen bir çocuktum, keşfedip hayranı olduğum ilk deneysel / ekstrem gruplardan biri de Oxbow idi. Beni sahiden hayretler içinde bırakan şeyse seni Instagram’da bulup takip ettiğim an takibime dönmen oldu. Çok gençtim ve o güne dek hayranı olduğum kimseyle takipleşmemiştim. Bunun için de, yıllardır beni şarkılarınla mutlu kıldığın için de teşekkür ederim.

Farklı bir bağlamda bunun için tutuklanabilirdim. (gülüşmeler) Bir ergeni takip etmek… Dünyadaki diğer milyarlarca insandan farklı olarak Oxbow’u dinlemeyi seçtiğin için de minnettarım.

Bahsettiğim önsözler senin hakkında çok güzel sözler içeriyor. Müzisyen olarak aldığın ve seni çok etkilemiş ilk büyük övgü neydi, hatırlıyor musun?

Aldığım övgüler içinde ilki ve favorim -kitapta da bahsediyorum bundan- Dead Kennedys’den Klaus Flouride ve D.H. Peligro’dan geldi. Peligro artık aramızda değil, ruhu şad olsun. İlk grubum Whipping Boy’un Circle Jerks ile sahne aldığı bir konserden sonra yaşandı. Üç şarkı çaldık, sahneden indim, yanıma gelip “Siz kimsiniz yahu?” dediler. (gülüyor) Hayatımda en sevdiğim anlardan biridir. Birçok farklı tepki verebilirlerdi baktığında. İlgisiz kalabilirler, “Neyse, ilginçti,” deyip yaptıkları işe geri dönebilirdi, ama yanıma gelip “Siz kimsiniz?” diye sormayı seçtiler.

Sen ne dedin?

“Whipping Boy’uz,” dedim (gülüyor).

Oxbow’a yönelik övgülere gelecek olursak: Londra’daki ICA’da düzenlenen elit bir sanat etkinliğinde çaldık, Björk geldi. Aklım çıktı. “Ne?! Yok artık,” dedim. Bir keresinde de South by Southwest’te çalıyorduk. Seyircilere bir baktım, Thurston Moore az ötemde duruyor. O anın fotoğrafları var, çünkü seyircinin üstüne atlayıp uçarak yanına gitmiştim, ilk sözlerim ise “Neden buradasın?” olmuştu. (gülüyor) “Oxbow’u izlemeye geldim,” demişti o da. Dünya bazen inanılmaz bir yer.

Thurston Moore ve Björk’ün bahsi geçince Oxbow ile yapabilecekleri ortak çalışmaların hayalini kurmaya başladım, düşüncesi bile fena etti.

Eder. Björk’ü orada sahiden görmüş olsaydım, biri beni bundan vaktinde haberdar etseydi yanına koşup kendimi tanıtır, hemen bir şeyler ayarlamaya çalışırdım. Ama ben tekrar giyinene dek gitmişti.

Önceki röportajlarından Lou Reed ile David Bowie’yi farklı Oxbow albümlerine katkıda bulunmaya ikna etmeye çalıştığını biliyorum. Oradaki hikâyeleri deşelim mi biraz?

Hiç sorma… (gülüyor) Bu insanlara ulaşıyoruz, üç vakte ölüveriyorlar! Kathy Acker da bizimle çalıştıktan kısa süre sonra öldü. The Birth of Tragedy dergisi için Dennis Hopper ile bir röportaj ayarladım, kabul etti, sonra öldü. Fight adlı kitabımda arka kapak yazılarından birini Norman Mailer yazacaktı, öldü. Oxbow ile ortak bir şey yapmayı düşündüğün an bil ki ölebilirsin. Liste uzayıp gidiyor. Bu kişilerden bir diğeri film müziği bestecisi John Dankworth. Birlikte büyüdüğü bir adamla tanıştım, bana irtibat bilgilerini verdi, bir hafta sonra Dankworth öldü. Biriyle bir şeyler yapmak istiyorsan en iyisi ona hemen ulaşmak. Ama olsun, bir şeyler yapmayı başardığım kişiler harika. Onlar da elbette ulaşmaya çalıştıklarıma kıyasla buzdağının görünen yüzü. Biri ilgimi çeken, havalı bir şeyler ortaya koyuyorsa yanına gidip “Bir ara bir şeyler yapalım. Eğleniriz,” derim. Xiu Xiu’dan Jaime Stewart ile de yollarımız tam olarak böyle kesişti: “Eğlenceli bir şeyler yapalım.”

Jaime iyi biri. İki yıl önce kendisiyle röportaj yaptım, çok tatlıydı.

Evet. İçi dışı bir bir insandır.

Bu kitabı derlemek ne kadar zamanını aldı, son hâline ulaşana dek çıkardığın kısımlar oldu mu?

Sonuçta tüm yaşamımı ele aldığım bir kitap değil. Artık çok yaşlandım. Beni şimdiye dek anı kitabı yazmaktan alıkoyan şeylerden biriydi bu. Yaptığım sapkınca cinsel şeyler hakkında konuşmak istemedim bir de. (gülüyor) Anı kitabı yazacaksan gerçeği anlatmalısın, doğruya doğru. Çocuklarımın grup seks deneyimlerimi okumasını istemiyordum. Veya annemin cinsel yaşamımın detaylarını bilmesine sahiden gerek var mı? Sonunda beni ikna ettiler, “Neden doğduğun andan Oxbow’u kurduğun 27 yaşına kadarki deneyimlerini yazmıyorsun? Kimsenin cinsel hayatınla ilgilendiği yok, odaklanabileceğin birçok başka şey var,” dediler. İşte o an cinsel hayatım hakkında da bir anı kitabı yazmak istediğimi fark ettim. (gülüşmeler)

Ona da ayrı bir kitap yazmalısın.

Evet. Sanırım bu kitap başarılı olursa o konuda ikinci bir anı kitabı yazacağım. (gülüyor)

Ailenin okumasından endişe ediyorsan da ucuz bir mahlas kullanabilirsin belki.

Yok, gerek yok. Annem hakkımda bileceği her şeyi biliyor, babamla ise zaten aramız iyi değil. Esas mesele çocuklarım, onca şeyi öğrenmelerine gerek yok. (gülüyor) Gerçi öte yandan çocuklarım yaptığım hiçbir şeyi tüketmiyorlar zaten. Müziğim hakkında az çok bir fikirleri var, belki birkaç şarkımı dinlemişlerdir, hepsi bu. Bildiğim kadarıyla kitaplarımdan hiçbirini okumadılar. Yani belki de penisim hakkında yazma özgürlüğüm vardır.

Fotoğraf: Kasia Robinson

Hafızanı sınayacak bir soru geliyor: Kitapta “1978 feci bir yıldı,” diyorsun. O yıl katıldığın, havalı bir hikâyesi olan bir konseri anlatabilir misin?

Plasmatics konseri. New York’un Meatpacking bölgesinde çalmışlardı. 15 ya da 16 yaşındaydım galiba. Wendy O Williams sahneye sahte sandığım bir tüfekle çıktı. İlk kez ateş ettiğinde ise anında sahte olmadığını anladım. (gülüşmeler) Müzik zaten yüksekti, bir de üstüne gerçek bir silahın darbelerini duyabiliyordun. Deli işiydi tek kelimeyle. Ateş ettiği yerden de yüzüme küçük tahta parçaları sıçrıyordu. “Bunun yasal bir hareket olmasının imkanı yok!” diye düşündüm. İlk kez o konserde gerçekten tehlike altında hissettim. 1978 böyleydi işte.

Müzikal yolculuğun Eddie and the Hotrods’un Teenage Depression albümünün bir kopyasının sana hediye edilmesiyle başladı. O kopya sende duruyor mu, odanda özel bir yer ayırdın mı kendisine?

Burada, plak rafımda duruyor. Özel bir yer ayırmadım, neden dersen komiktir, şimdi dinlediğimde çok sıradan geliyor. (gülüşmeler) Bana ekstrem müzikte bir kariyerin kapısını araladığına inanamıyorum. Şimdi dinlediğimde dümdüz rock ‘n roll gibi geliyor. Kafasına silah dayanmış bir çocuğu resmeden kapağı hâlâ ilk günkü kadar etkileyici tabii.

Bir yerden başlamak lazım ama, değil mi? Hayranı olduğum ilk grup Muse idi. Artık bana ilk günkü kadar özel gelmiyorlar belki, ama koca bir müzik yolculuğu başlattılar benim için.

Aynen. O plak ayrıca bana birinden hediye geldiği için de özeldi. Kahramanın yolculuğunu içeren birçok mitoloji öyküsünde, destanda vardır bu an: Biri kahramana bir şey verir, o da “Bu neymiş böyle?” olur. Ben de o an “Bu neymiş?” dedim, nihayetinde ise hayatım değişti. Üstüne düşündükçe inanılmaz bir şey cidden.

Şu an yaşadığım evin adını “Punk Rock’ın İnşa Ettiği Ev” koydum. Yıllar önce evin inşası için kereste arıyordum, Facebook’a nereden iyi malzeme bulabileceğimi soran bir ilan koydum. Bir kadın cevap yazdı: “Büyük bir inşaat şirketinde çalışıyorum, sana kereste getirebilirim.” Ona evin ölçülerini verdim, çok geçmeden evin oraya iki koca kamyon geldi, içlerinde de tonlarca kereste. “Eyvah, daha parasını vermemiştim ki!” diye düşündüm. İhtiyacım olduğunu söylemiştim kadına, ama bu kadar hızlı geleceğini beklemiyordum. Keresteyi sokağa bırakıverdiler. Kuryenin uzattığı bir kağıdı imzalarken “Faturayı alabilir miyim?” dedim. “Aman boş ver,” anlamında bir hareket yaptı. “Nasıl yani?” dedim. Çekti gitti. Ben de kadına gidip “Borcum ne kadar?” diye sordum. Bana “Sen hayatımı kurtardın!” dedi. “Muhtemelen hatırlamıyorsundur, ama 1985’te, intihara meyilli olduğum bir dönemde Menlo Park’ta bir ev partisinde çalmıştınız.” “Evet, o konseri hatırlıyorum,” dedim. Dedi ki, “Beni depresyondan çıkarmaya çalışan arkadaşlarım doğum günümde evimde çalmanız için sizi ayarladı. 17 yaşımdaydım, konseriniz hayatımı değiştirdi. Teşekkür ederim. Borcun yok.”

Harika bir hikâye bu.

Evimin etrafımdaki çitler hep o anıdan inşa edildi. Kereste de pahalı bir şeydir hani. Böyle şeyler sayesinde insanlara sahiden dokunduğunu anlıyorsun.

Elbette kitapta bahsettiğin tek şey hayatın güzel detayları değil. Oldukça zorlayıcı, travmatik tecrübelerden de bahsediyorsun. Kitaptan yazması seni özellikle zorlamış bir kısım oldu mu?

Olmaz mı… Bazı şeyleri yazmaktan gerçekten hiç hoşlanmadım. Otomatik Portakal’daki bir replik aklıma geldi şimdi: “Bu hikâyemin üzgün mü üzgün, ağlak mı ağlak kısmı.” 18 yaşımdan 21 yaşıma yaşadığım müzikal olmayan tecrübelerin çoğu aşırı zordu. Babam da, annem de beni evlatlıktan reddetmişti. (gülüyor) Sevgililerim beni bir bir terk ediyordu. Hayatta kalmak için yemek çalıyordum, param yoktu, polisler peşimdeydi. Rezalet bir zaman dilimiydi. Bunca sene sonra o dönem hakkında yazmak da pek keyif vermedi. Öyle bir an önce yazayım da kurtulayım gibi bir telaş sarmadı, ama yine de zordu. Genellikle yazmak benim için keyif dolu bir deneyimdir, ama o kısımları yazdıktan sonra ayağa kalktığımda resmen başımın döndüğünü hissettim. İçim bunaldı.

Sesin ve vokal tarzın son derece kendine özgü. The Wire dergisiyle yakınlarda yaptığın bir söyleşide ise başta bu vokali ilk Oxbow albümü Fuckfest özelinde kullanmayı planladığını belirtmişsin. Şunu merak ediyorum, hiç şakasına da olsa daha normatif bir tarzda vokaller denediğin oluyor mu? Duş alırken mesela?

Bunu sorman ilginç oldu. Seninle röportajımız sona erdikten hemen sona San Francisco’ya doğru yola çıkacağım. The Red Room Orchestra adlı bir grup var, onlarla Burt Bacharach şarkılarına saygı duruşunda bulunduğumuz bir proje üstünde çalışıyoruz. Bana vokallerini emanet ettikleri şarkının adı “Walk On By”, en çok Dionne Warwick’in yorumuyla bilinen bir Bacharach şarkısı. Bir de Isaac Hayes imzalı bir yorumu var şarkının, 12 dakikalık bir soul eseri. Şarkıyı bolca dinliyorum şu aralar, dün gece bir provamız oldu, bugün de olacak. İlk provada tam olarak senin sorduğun şeyi yaptım: Isaac Hayes usulü, doğru notalarla söyledim. Herkesin dinleyince “Ha, bir soul sanatçısının yorumu,” diyeceği bir vokal denedim. İkinci prova ise dündü, tüm orkestra stüdyodaydı, birden her zamanki sesimi kullanmaya karar verdim. Kaydın sonunda herkes inanılmaz rahatsız olmuştu. “Bu iş de tamam!” diye düşündüm. (gülüşmeler) Porno sektöründe çalışan bir arkadaşım var, bir noktada meslektaşlarından biri ağlama krizine girmiş, çekip gitmek istemiş. Arkadaşım da bana “İşe girdiğinde nasıl bir iş olduğunu biliyordu!” dedi. (gülüyor) Vokal performansından rahatsız olanlara ben de bunu demek isterim, bunu benden istediğinizde işin ne olduğunu biliyordunuz! Bob Dylan bir keresinde “İstesem Caruso’dan iyi şarkı söylerim, istemiyorum sadece,” demiş.

Evimdeyken ya da duştayken ise her şarkıyı söyleyebiliyorum. Geçenlerde Diana Ross’tan “Tell Me Where The Road Turns”ü söyledim mesela. Şarkının orijinal hâli nasıl biliyorum, ama duşta Oxbow’laştırdım. Tatlı bir şarkıyı alıp ürkütücü bir şekle soktum. (gülüyor) Harika bir deneyimdi. İki türlüsünü de yapıyorum yani. Ne de olsa bir müzik nerd’üyüm. Her zaman birinin şarkısını değiştirme hedefiyle yola çıkmıyorum, ama bazen Oxbow’laştırmam ya da Eugene’leştirmem gerekiyor.

Bahsettiğin versiyonları dinlemek isterdim.

Ben de daha fazla şarkı yorumlamak isterim. Şimdiye dek iki yorum kaydettik: Jimi Hendrix’ten “Spanish Castle Magic” ile The Beatles’tan “Girl.”  Bir yerlerde belki üçüncü bir yorum olabilir, ama konser videolarımızda denk gelmen, onun için de sıkı bir arşiv taraması yapman lazım. “Girl” yorumumuza internette erişilebiliyor, çünkü bir radyo istasyonuyla kurduğumuz ortaklığın ürünüydü. O şarkıyı duymak benim için güneş gözlüğü takmaya benziyor. Şarkının sadece karanlık tonlarını duyabiliyorum, haliyle o tonlarda söylüyorum. “You Don’t Know What Love Is”i yorumlamayı da isterdim, ama Diamanda (Galas) benden çaldı o fikri. (gülüyor) Şaka yapmıyorum, ona “Bu şarkıyı okumak istiyorum,” dedim, “Bilmiyorum, bakayım,” dedi. Notalarına baktı, “Harikaymış!” oldu. Bir süre geçti, karşılaştık, bana ne dese beğenirsin: “Bana öğrettiğin şarkıyı hatırlıyor musun? Yorumlayacağım.” (gülüşmeler) “Ne oluyoruz ya? Çalacak mısın benden fikri?” Utana utana “Ama çok güzel! Yorumladığımda sana adayacağım,” gibi bir şeyler mırıldandı. Canlı çaldı, “Bu senin için Eugene!” dediği anların bir videosunu gönderdi. Allah razı olsun! Neyse.

Nick Cave’in Leonard Cohen şarkısı “Tower of Song”a getirdiği yorumu bilir misin?

Yok.

The Birthday Party usulü çığlıklı vokal yapan bir Nick’i ve The Bad Seeds’i düşün, Cohen şarkısı yorumluyorlar. Az önce vokal tarzın üstüne söylediğin şeyler bana onu hatırlattı.

İlginç. Hiç dinlemedim sanırım, kesinlikle bakacağım.

Deli işi bir yorum, Cohen’den de övgü almış zamanında.

(gülüyor) Süpermiş.

Hızlı bir sınav: Bu sözler hangi şarkıdan, çıkarabildin mi?

“My how nothing changes

Different men in the same positions”

(sessizce düşünüyor)

Lydia Lunch şarkısı “Suicide Ocean”dan.

Evet! Aynen! Güzel seçim. Bulmama az kalmıştı. Hâlâ büyük hayranıyım. Daha az önce buradaydı, bana hediye gelen kerestelerden inşa ettiğim verandada oturuyorduk. Cidden biraz önce kalktı arka bahçemden. İnanılmaz tesadüf!

Lydia’nın ben de büyük hayranıyım. Onunla zamanında yapmayı planladığınız, ama asla gün yüzü görmeyen projeleriniz olduğunu biliyorum. Bunlardan şimdi bahsetmek istediğin neler var?

Baby Doll Murders adlı bir proje var, Jim Kennedy’nin Thrill Killers dergisinde ortaya çıkmıştı fikir. Filme dönüştürmek istedik, asla gerçekleşmedi. Başka bir filmde de ülke boyunca otobanda araba tarafından kovalanacak psikopat bir polisi canlandıracaktım.

Bu fikirlerin hepsi sponsor bulma meselesiyle başlayıp bitiyor. Bir süredir video formatında bir şeyler üretebileceğimiz bir forumun arayışındayız. Jasmine Hirst depresyon ve delilik üstüne daha yayımlanmamış belgesel formatında bir film çekti, onda birlikteyiz, ama klasik anlamda bir film sayılmaz. Lydia bir keresinde eline mikrofonu aldığı bir gösteri yapmıştı, izleyince onunla tiyatro sahnesinde şansımı denemek istediğime karar verdim. Zamanında Emilio Cubiero ile o tarz bir şey yapmıştı, çok oldu ama. Pek hatırlamıyorum. Mantıklı bir format düşünmem lazım. Onun olduğu bir projede yönetmenlik yapmak da isterim, fazladan oyunculuk yapmam şart değil. Asla gerçekleşmemiş birçok delice fikrimiz var. Yalan söylediğim falan yok, sadece bazen gerçeğe dönüşmeyen şeyler çıkıyor ağzımdan.

Müzisyenler tarafından yazılmış kitaplar içinde favorilerin hangileri, önerebileceğin neler var?

Çok fazla şey okuyorum. Lydia’nın Paradoxia’sı harika. Harley Flanagan’ın Hard-core: Life of My Own’u süper, onu da benim kitabım gibi Feral House yayımladı. O dönemler hakkında bir şeyler yazmış herhangi bir arkadaşımı bu listeye alabilirim. SSD grubundan Al’ın eşi Nancy Barile’in kitabını zevkle okudum. Henry Rollins’in Get in the Van’ini de sayabilirim. Bu kitabı yazarken elimdeki kitaplara da bolca göz attım. Sadece nerede ne yaptığımı hatırlamak için değil, ayrıca daha önce kimsenin yazmadığı şeyleri yazdığıma emin olmak için…

Yaratıcı üretimin çok farklı alanlarında aktif birisin. Sence çalışmalarını takip etmek hayranların için bir nevi tam zamanlı işe dönüştü mü?

Bence onca üretimimin kendi halinde var olmasını sağlayan şey, hepsinin kendi hızında ve dünyasında seyrediyor olması. Müzik dinleme biçimimiz ile kitap okuma biçimimiz aynı değil. Ayrıca sana uygun olan seçimi yapabileceğin sayıda kitabım var. Dövüş sanatıyla bir ilgin yoksa o konudaki kitabımı okumazsın. Suç türüne ilgin yoksa A Long Slow Screw’ü okumamışsındır. Haber okumaya merakın yoksa Substack’ime üye olmazsın. Video formatıyla aran iyi değilse de birçok podcast’im var. Farklı insanların bilgi ve eğlence tüketimi için farklı mecralarda üretim yapıyorum.

Malum, Oxbow’un yeni albümü Love’s Holiday de geçenlerde yayımlandı. Kısaca onu da konuşmadan geçmeyelim: Bu projeden senin için ortaya çıkarması en kolay ve en zor iki şarkı hangileriydi?

Sözler düzeyinde “1000 Hours” zorlayıcıydı. Yazması zordu diyemem, orada sorun çıkmadı, ama şarkının altında yatan duygular çok derindi. Her niyeyse yaşlandıkça duygularıma hakim olmak da gitgide zorlaşıyor. (gülüyor) Söylerkenki amacım gözyaşlarına boğulmadan, bir an önce kaydı bitirmekti. Böyle söyleyince kolay duruyor. Ağlamaya alışkın olmak ağlamayı kolaylaştırır. Bense hiç alışkın değilim. Hayatımın büyük kısmında korkunç olaylar yaşadım, verdiğim tek tepki, “Ha, peki,” oldu. İşin garip yanı bir süre sonra insanı normalde üzmeyen şeylere de ağlamaya başladım. “Ah, biri bıçakladı beni! Acı içindeyim, ama çığlık atmayacağım, ağlayacağım!” Mantıklı gelmiyor. Fanilik üstüne düşünmek insanı derin depresyonlara itebiliyor. Bir bakmışsın bahçende dikiliyorsun, gözünde yaşlar… (gülüyor) “Ne oluyor yahu? Ne ara bu kişiye dönüştüm?” O şarkının sonunu görmek çokça disiplin, denge ve odak gerektirdi kendi adıma. Ağlıyor olmam kimsenin umurunda değil, bitiriver işte şarkıyı! Hatıramda öne çıkan tek şarkı bu, kolay şarkı seçemedim.

Müzik dinleme platformunun arama geçmişinde görünen son üç şarkı nedir?

İyi soru. (gülüyor) “Walk on By”ın Isaac Hayes versiyonunu dinlemişim, çoktan bahsettiğim sebeplerden ötürü.

B.G.’nin Chopper City in the Ghetto albümüne bakmışım, en iyi bilinen şarkısı “Bling Bling”, hit olmuştu. Ama elbette albümde başka çokça harika şey var. “Intro”ya bayıldım, başka bir adamla diyaloglarından ibaret. Hayatı kutlayan bir şarkı. Bir noktada “Gücün yetiyor madem, evin yap bu çatıyı” gibi bir söz geçiyor. Bunu hayata dair harika bir analoji olarak görüyorum: Kucaklayabildiğin kadar şeyi kucakla, kucakladığın her şeyi de istiyor ol. Güzel hayat tavsiyesi bence.

Bir de Horse grubunun bir şarkısını dinlemişim.

Bundan 100 yıl sonra müzisyenleri onore erden bir parkta kendine ait bir anıt taşın olsa üstünde hangi şarkı sözün yazardı?

Bunun cevabı kolay: “And while they say that the best things in life are free, everything around here comes with a fee.” (Hayattaki en güzel şeylerin bedava olduğunu söylüyorlar, ama çevremdeki her şeyin bir bedeli var.)

Anında cevap vermeni beklemiyordum. Etkilendim.

Öyle iyi bir söz ki kendim yazdığıma inanamıyorum. Harika bir zamanda aklıma geldi üstelik. Ve yalan yok, bedel ödüyorum.