Erguvana Karşı

Honeste vivere

Alterum non laedere

Suum cuique tribuere

Unutmayı gün geçtikte daha da benimsiyoruz. Hatırlamaya ihtiyacımız olan değerlerimizin sayısını her geçen gün azaltıyoruz. Gelip geçiciliğe boş yere anlam kazandırıyoruz. Fakat hala insanız, insanlığımızın parçasıyız. Bu gerçeği bu çağdan değil, daha eski çağlardan hatırlatma niyetindeyim. Ya da hatırlatanları hatırlatma diyelim. Nasıl ki hamurumuzda olanı değiştirme yetkimiz yok, bu rahatsız edici yozlaşmanın (kültürel, siyasi ve toplumsal nasıl anlarsan) nedeni de moderniteden daha derin temellere dayanıyor olmalı.

MS 121’de Roma’da Platon’un ‘hükümdar filozof’una layık bir adam doğdu. Marcus Aurelius, adının anlamını taşıdığı bir altın çağda dünyadaydı (Aurelius’un latince kelime anlamı, altın olan ‘aureus’dan gelir). Kiminin günlük, kiminin kutsal kitaplara eşdeğer, kiminin öğütlerle dolu bir el kitabı olarak andığı 12 bölümden oluşan ‘Düşünceler’i (Ta Eis Heauton) yazdı. Okudukça aslında kendi için yazdığı düşünülebilir ki her okuyuşumda bu ikilemi ben de yaşıyorum. Ne amaç yazmış olursa olsun yukarıdaki üç satırda hatırlatmak istediği gerçeği değiştirmiyor; dürüst yaşa, hiç kimseyi incitme, herkese hakkını ver. Düşünüldüğünde o dönemin Roma’sında belki de en vicdanlı hükümdar olduğu söylenilebilir. Roma Hukuku’nun Stoacılık kökenini de oluşturan bu üç ilke, hem kişilik hem davranışlarda aynı anda vücut bularak Aurelius’da ilk ve son örneğini veriyor. (Spinoza’yı düşününce aslında son değil bir başlangıç niteliğinde olsa gerek). İlk? Zenon? Herneyse ona da bir göz atarsınız, şimdilik Aurelius’da kalalım.

Öncüsü olduğu felsefe olan Stoa her ne kadar panteizm ve ya panenteizm ile karıştırılsa da aralarında oldukça ince bir çizgi söz konusu. Hatta Zenon’a kadar gidersek karşımıza kinizm bile çıkıyor. Öncelikle Spinoza’dan çıkışla idealist panteizmi tanımlayacak olursak, doğadaki her nesnenin ilahi olduğu, Tanrı’nın her birinde eşit derecede var olduğu ve böylelikle Tanrı’yı kavrayabileceğimizi söyleriz. Panenteizm’de ise benzetmek gerekirse Tanrı’nın tapınmaya yönelik nesneleştirildiği yönü yani tabiatın içinde Tanrı’nın değil tabiatın ancak Tanrı’nın içinde ele alınıp anlaşılabileceği gösterilir. Stoacılık ise ilişkili olarak panteizme göz kırpar; evrenin Tanrı’nın kendisi olduğunu, doğa kanunları olarak tanımladığı evrenin kendi aklını, bu kanunlar vasıtasıyla da her şeyin önceden belli olduğunu ve bu ilişkiler ağının döngüsel biçimde işlediğini kusursuz bir kadercilikle savunur. Sorgulamalarımızın arkasında yatan şeyler vardı; değerler.

Aurelius’un stoacı felsefesinde erdem, değerlerin başında geliyor. Erdemli insan kavramını kişinin eylemlerinin değerinin dışarıdan bakıldığında görülen başarısıyla değil, yöneldiği amacın erdemliliğiyle ölçüldüğünü söylüyor. Bu noktada ulaşılması zor olan “mutluluk”un da erdem dahil cesaret, adalet, ölçülülük, bilgelik ile bir bütün haline getiriyor. Değişmeyen ise, hepsini insanın kendi içinde bulacağı gerçeğini ortaya koyuyor. Aslında bu gerçek ciddi bir soruyu aklıma getiriyor, kitabı okuyup bitirdikten sonra eminim size daha fazla sorular sorduracaktır; nasıl yaşamalıyız? Cevabın mutluluk ve mutluluk arayışıyla ilgili bir bağlantısı olmalı. Aristoteles’e göre vardı. Eudaimonia, gelip geçici bir mutluluktan çok insanın varoluşundan gelen işleviyle ilgili bir anlam taşıyordu. Tam mutluluk halini amaçlayan bir yaşam (eudaimonia), nasıl hissettiğinizden daha çok şeyi önemsiyor olabilir. Bu kavram etiği de işin içine dahil etmek üzere içimizi gıdıklayadursun, cevabı yüzümüzü gülümseten mutluluk’ta aramak yerine doğru karakter ve iyi insan olmaya yönelmeyle açıklayabiliyoruz.

Kitaba dönecek olursak, Aurelius’un içsel yaşamı bölüm bölüm, her biri bir 24 saati anlamlandıracak cinsten.  Zaman, ölüm, evrenin birliği, akış, geçicilik, izlenimler yalın ve içten bir dille anlatılıyor. Okuduktan sonra dönüp bedenimizin içinden seslenen, sesini unuttuğumuz şeyin tınısını tekrar duymamızı sağlıyor.

“Sokrates içi söylenen tam da ona uyardı: Birçoklarının karşı koymak için fazla zayıf, kendilerini bırakmak içinse aşırı düşkünlük gösterdikleri bir şeyin tadına varmak kadar onsuz yapabilme yeteneğine de sahipti.”

Birinci kitapta  Aurelius, ahlaka ve stoacı felsefeye yönelmesinde etkisi olan insanlara duyduğu minneti yazıyor. Doğaya uygun yaşamanın, ağırbaşlılığın ve özenli davranışın, adalet sevgisinin, ölçülülüğün tanımını bulmasını sağlayanları anarak tüm bunları yazgısal döngüyle ilişkilendiriyor.

İnsan ömrü bir an sürer, özümsüz artsız aralıksız bir akış, algımız belirsiz, tüm bedenimiz bozulmaya yazgılı, ruhumuz bir kargaşa, yazgımız öngörülmez, ünümüz güvenilmezdir. Tek sözcükle, bedenimize ait olan her şey akan bir ırmaktır, ruhumuza ait olan her şey de salt düş ve yanılsamadır; yaşamımız yabancı bir ülkede savaş zamanı ve yolculuktur, ölümden sonraki ünümüz ise unutuluştur.”

İkinci kitap, Aurelius’un stoacılığında önemli yer kaplayan ‘yönetici ilke’yi ele alarak başlıyor. Bilinç ve devinim gücünü temsil eden yönetici ilke, erdem ve akla erişme isteğinin çerçevesini oluşturuyor. Bedeni kemik yığını ve damar ağından ibaret görürken, soluğu içeri ve dışarı devinim haliyle asla aynı olamayan olarak önemsizleştiriyor. Hazzı kişinin kendi eğiliminden kaynaklı işlediği bir suç sayıyor ve acıyla işlenen suçtan daha kötü bir konuma getiriyor. İnsanı insan olduğu için önemseyen Aurelius, sınıflayan bir yaklaşımdan uzak durarak talihsizliklerin tüm iyilerin ve kötülerin başına gelebileceğini söyleyerek ‘iyi’ ve ‘kötü’nün ne doğru ne de yanlış olduğunu ve paradoksal olarak aslında ne ‘iyi’ ne de ‘kötü’ olduklarını gösteriyor.

“Beden, ruh, zihin: İzlenimler bedene, dürtüler ruha, yargılar zihne aittir. İmgeler aracılığıyla izlenimler almak, hayvanlarla ortak yanımızdır; dürtüler tarafından kuklalar gibi oradan oraya oynatılmak; yabanıl hayvanlarla, doğaya karşı günah işleyen insanların, bir Phalaris’in ya da bir Neron’un özelliğidir.”

Üçüncü kitap, metaforlar içeriyor. Kozmosu doğal sürecin bir parçası tanımlamasına koyarak bu süreci ussal ve Tanrısal yönleriyle ele alabileceğimizi söylüyor. İçimizdeki gücün farkına varmamızı, düşüncesizlikten yoksun bir yaşamla bu gücün bizi ayakta tutabileceğini hatırlatıyor. Aslında kitap, Platon’un zihin-beden tenakuzunu anımsatır gibi; aklın duyulara hakimiyeti. Yönetici ilkenin, aklın çatısı altında dürtülere yön verdiği.. Dürtülerinin aslı göstermediğini unutmamalısın sayın okuyucu.

“Her eyleme gösterilen özenin onun değeriyle orantılı olması gerektiğini anımsamalısın; çünkü o zaman, ikincil şeylere hak ettiklerinden daha çok değer vermezsen gönül gücünü yitirmekten kurtulursun.”

Dördüncü kitap, insana erinç veren ilkelerin ışığında ilerliyor. Ve bu erinçli olma halinin insanın kendi içine çekilmesiyle ortaya çıkacağı inancıyla. Birincil amaçlar olarak adlandırdığı, Stoacı ahlakın ancak ihtiyatlı davranarak elde edilebileceği ideallerini, doğa ile uyum içinde yaşamaya bağlıyor.

“Var olan ve doğan her şeyin nasıl hızla geçtiğini, yok olup gittiğini düşün sık sık. Çünkü madde durmadan akan bir ırmağa benzer, etkinlikleri sürekli dönüşümlere uğrar, değişkenleri sonsuzdur, hemen hemen hiçbir şey dural değildir, elini uzatsan tutabileceğin kadar sana yakın olan şey bile.”

Beşinci kitap, adalet, bilgelik, yüreklilik, mutedilliğin sözdeliliğinden daha kalıcı bir anlamını gösteriyor. Stoacılığın hepsini erdem olarak adlandırdığını biliyoruz. Bu adlandırmaya karşıt olarak asıl sözde kalanın, satırlarda, varsıllık (servet) olarak geçtiğini görüyoruz. Bu varsıllığı maddiyatla ilişkilendirmek mümkün. Aurelius her birimizin içinde bulunan şeyi devamında kendi dilinden aktarıyor:

“Bir nedensel bir de özdeksel ilke oluşturuyor beni; bunların hiçbiri, hiçlikten kaynaklanmadığı gibi, hiçliğe de dönüşmeyecek. Böylece beni oluşturan parçaların her biri evrenin bir başka parçasına dönüşecek, bu da yeniden değişerek evrenin başka bir parçasını biçimlendirecek, bu böyle sonsuza dek sürüp gidecek.”

Altıncı kitap, hakimiyetin uyumda saklı olduğu üzerine. Uyumlu birlikte gelen sadelik ve kinik öğreti, Aurelius’un çıplak gerçekliğini tanımlıyor. Bu bayağılığın bir eleştirisi olarak da kabul edilebilir. Gerçeği ve kozmik perspektifi tanımlayabildiğimiz noktada şeylerin durağanlığının mümkün olmadığını ve içsel doğalarının dönüşüm olmadan var olamayacağını görmemizi sağlıyor.

Kalan 6 bölümü hevesinizin kuvvetine bırakıyorum (böyle bir heves oluşturmuş olmayı umarak). Tanıştığınız en yaşlı insanın ellerini düşünün, yağmur sonrası camınıza sıçrayan su damlalarının her birini düşünün. Önünüze çıkan herhangi bir kuşun kanadındaki tek tüyü, ışığını gösterme zahmetine giren ayın 15’inde aldığı halini ve arkasında yükselen koyu maviliği düşünün. Gökteki mavi sonsuzluk temsilidir belki. Ama o sonsuzluğu gökte aramayın. Orada bir yerlerde ayna olacaktı. Arada gidip ona bakın. Sevgiler.

Erguvan ne alaka dememen için şöyle bir şey; http://gezgindergi.com/ismi-tarih-olan-cicek-erguvan/