Söyleşi: Sylvie Kreusch

Son güncelleme:

Belçikalı indie pop sanatçısı Sylvie Kreusch ilk İstanbul konserini 29 Temmuz’da Gezgin Salon Festivali kapsamında Parkorman’da vermeye hazırlanıyor. Biz de kendisiyle iletişime geçip keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Nasılsın şu aralar?

İyiyim. Gent’teyim, şehir şu an çok sessiz. İstanbul’a geldiğimde sokaklar tıklım tepişti, unutmuyorum hiç. Kendimi mental olarak oradaki konsere hazırlıyorum. (gülüyor)

Hem kaygılı hem heyecanlısın yani?

Aynen. Ayrıca Türkiye’deki ilk konserim olacak. Sonunda yaşanacağı için mutluyum.

Spotify’a göre en çok dinlendiğin ikinci şehrin İstanbul olduğunu biliyor muydun?

Orada hayranlarım olduğunu biliyordum. Rakamları çok takip etmiyorum, o menajerlerimin işi, ama hem İstanbul’dan hem de genel anlamda Türkiyeli dinleyicilerden çok mesaj alıyorum. Herkes konsere gel diyordu ne zamandır. Anlayacağın hayran kitleni aldığın mesajlar yoluyla tanıyabiliyorsun. Bugüne dek hep üzülerek “Hayır, henüz gelemiyorum! Bekleyin! Beni unutmayın lütfen!” diyordum. (gülüyor)

En çok dinlendiğim ikinci şehir demek. Süpermiş. Ama şaşırdım da diyemem. Türkiyeli hayran kitlesi geniş olan başka Belçikalı sanatçılar da tanıyorum. Tamino, Balthazar, Warhaus, Oscar and the Wolf… Arkadaşım olur hepsi. Bu işin sırrı nedir bilmiyorum, belki önce birimizi keşfedip sonra oradan yürüyordur insanlar. Sonuçta sık sık ortak işler yapıyoruz. Hepimizi biliyorlar resmen.

Sahiden de Türkiyeli dinleyiciler ile Belçikalı sanatçılar arasında esrarengiz bir bağlantı var. Bu arada konser demişken bu hafta sonu bir açık hava festivalinde çalıyorsun. Bugüne dek farklı farklı mekanlarda çaldın, çoğu kapalı ve nispeten düşük kapasiteli mekanlardı. Bu mekan tipleri içinde daha rahat hissettiğin bir ortam var mı?

Kapalı, küçük mekanlar en rahatı oluyor. Karanlık ve gizemli olması hoşuma gidiyor. Bence böyle hisseden başka birçok sanatçı da vardır. Ama yaz konserleri de güzel olabiliyor. Bambaşka bir havası var. Kalabalıktaki mutlu suratları daha net görüyorsun. Mevsim yaz olunca herkes daha neşeli ve sosyal oluyor. Benzer hisler küçük mekanlarda da var aslında. İnsanlar bütün hafta ofiste çalışıp sonra dışarı çıkmış oluyor. Modları biraz daha farklı oluyor ama. Festival de heyecanlı bir konsept, çok daha kaotik bir kere. Soundcheck esnasında sahnede her şeyi hazırlamak için sadece yarım saatin oluyor. O esnada alana bir bakıyorsun, in cin top oynuyor. Onca grup var, seyircilerin ne kadarı bileti seni görmek için aldı kestiremiyorsun. Haliyle son ana kadar bir gerginlik sürüyor. “Eyvah, beni kimse izlemeyecek!” (gülüyor) “Taş çatlasa beş kişi gelip izler.” falan diyorsun. Sonra saatin geliyor, sahneye bir çıkıyorsun, millet çıldırıyor. Çok yoğun ve güzel bir his.

Küçük mekanlarda işler farklı. O da yoğun hisler yaşatıyor kendince. Sonuçta biletin üstünde yazan direkt senin ismin. O zaman da “Niye paranı bana harcadın ki şimdi?” oluyorsun. (gülüyor) Baskı yaratıyor insanda.

Festivallerde ayrıca başka isimler için gelmiş insanlar da bahaneyle seni keşfediyor, kitleni genişletiyorsun. 

Evet. Festivallerde mesele insanların sevgisini kazanmak aslında. Sonrasında da çok güzel mesajlar geliyor. Bence sanatçıları internet yerine konserler yoluyla keşfetmek harika bir şey. TikTok neslinin çağındayız, her şey çok hızlı akıp gidiyor. Bir saatte 100 yeni sanatçı keşfedebilirsin, ama o kadar anlamlı olmaz; hemen unutuverirsin. Birini kanlı canlı keşfetmek ise daima hatırlayacağın bir deneyim. Bence çok daha özel. İşte o insanlar seni hiç unutmaz.

Şimdiye kadarki konser tecrübelerin içinde öne çıkan, tatmin ediciliği başka bir düzeyde seyreden bir anı var mı?

Bu zor bir soru, çünkü aslında anbean öne doğru yeni adımlar atıyorsun zaten. Daima büyüleniyorsun. Her konserin sonunda “Bir hayalimi gerçekleştirdim.” diyorum. O düşünce birkaç saat içinde kayboluyor, çünkü artık önünde yeni bir hedef oluyor. O yüzden bilhassa özel bir an düşünüp seçmek pek kolay değil.

Öte yandan albümümü çıkardığımda insanlardan “Hayatımı kurtardın!” gibi şahsi mesajlar aldığım oldu, o kısım cidden harika. Şarkılarını üretmeye ciddi mesai ve emek harcamışsın, başta bir özgüvensizlik geliyor.  Kimi zaman şarkı yazarken “Bu dünyaya faydam ne?” diye düşünüyorum. Çok benmerkezci bir uğraş sonuçta. Haliyle sonra insanlardan güzel mesajlar almak çok iyi geliyor.

Burada geçenlerde Gentse Feesten adlı 10 günlük bir festival gerçekleşti. Tüm şehir parti havasındaydı. Bir noktada bir kızla karşılaştım, beni tanıdığı gibi ağladı da ağladı. Tabii bunda sarhoş olmasının ve saatin sabahın yedisi olmasının da etkisi vardı, ama yine de hayretler içinde kaldım. “Hayatımı kurtardın!” dedi. Korkutucu bir yanı da var bunun aslında, şarkıları üretirken aklımdan geçen düşünceler içinde birini ağlatacağım asla yer almıyor. 

Büyük bir seyirci kitlesine çalmanın tadı başka. İnsan bambaşka çarpılıyor. Varımı yoğumu performansa dökmek için elimden geleni yapıyorum. Konser bitene kadar da “Var ya, bu bambaşka bir şeydi.” düşüncesi dank etmiyor.

Şimdiye kadarki solo çalışmaların içinde üretmesi kolay ve zor olmuş iki şarkı seçip yazılma hikâyelerini paylaşabilir misin?

Kolay yazdığım bir şarkı “Seedy Tricks” idi. İlk teklim olur. Kolaydı, çünkü şarkıyla ilişkili ne bende ne de başkasında bir beklenti yoktu. Warhaus ile turnedeydim, bir çeşit karavanda seyahat ediyorduk. Yatağımda uzanmıştım, her yanımda insan vardı, şahsi alan namına hiçbir şeyimiz yoktu. Bir şarkı yazmayı da beklemiyordum. Bazen hiç beklemediğin anda oluyor gerçekten, beklentisiz geçirdiğin anlar en iyi şeyleri doğuruyor. (gülüyor) Şarkıyı herhalde 15 dakikada falan yazdım. Her yanımda gürültü, uzanıyorum, laptopuma mırıldana mırıldana kaydettim vokalleri. Bu his karşıya da geçiyor sanırım, dinlemesi kolay bir şarkı. Bazen öyle şarkıların yazımı da kolay geçmiş oluyor.

Sanırım işler ikinci albümünü yazmaya başladığında biraz daha çetrefilleşiyor. Şu aralar stüdyodayım, henüz duymadığın yeni parçalarımdan özellikle biri beni çok zorluyor. İşin içinde daha fazla baskı var; yepyeni bir mentaliteye girmen, baştan başlıyormuşsun ve kimse seni tanımıyormuş gibi düşünmen gerekiyor. Yeni istikametlere gitmeli, her şeye bambaşka bir biçimde yaklaşmalısın. Bence her yeni albümün ilk albüm gibi hissettirmesi en sağlıklı opsiyon.

Bildiğin şarkılar içinde de beni zorlamış bir örnek “Walk Walk” olabilir. İlhamı yakalamak ve sözleri yazmak gayet kolaydı aslında, çünkü çok basit bir konusu var. O da köpeğimi yürüyüşe çıkarmış olmam. Evlat edineli çok olmadı kendisini. Son 8 yıldır barınakta yaşıyormuş. Ben de daha yeni zor bir ayrılık yaşamıştım. Travmalarımız yoluyla bağ kurduk denebilir. Birbirimizi iyileştirdiğimizi hissettim. Bana çok şey öğretti, hayattaki küçük şeylerle mutlu olmak gibi. Ben de onu özgürlüğüne kavuşturdum. Kısacası sözleri yazmak kolaydı. Zor kısım şarkının yapılarını oturtmak oldu. Tuhaf bir durum, çünkü şu an dinlediğimde hiç zorlanmışım gibi gelmiyor. Ama yapboz gibi bir araya getirmek için çok vakit harcadığımı hatırlıyorum.

Şarkılarımı yazıyorken iyi bir noktaya ulaşmam vakit alıyor. Başta hepsi çok uyduruk oluyor. Hemen bir yapı düşünemiyorum, rastgele seslerden ibaret doğuyorlar. (gülüyor) İyi bir şekle büründürmek bazen bir yıldan uzun sürebiliyor.

Çeşitli moda ve tasarım projelerinin içinde de yer aldın. Sence sevdiğin müzisyenler içinde en iyi tarza sahip olanlar hangileri?

Biraz eskilere gidecek olursak Grace Jones’un tarzı müthiş bence. Maskülenliğine ve uzaylı suratına bayılıyorum. Zamanında ona bakmak kesin çok korkutucu olmuştur, bu dünyadan değil gibi. Giyimi de çok hoş.

Yeni isimler içinden düşünecek olursak da Dua Lipa’nun disko tarzını çok seviyorum. Bambaşka bir havası var tabii Jones’a kıyasla, ama o son turnesinde giydiği bazı şeyler harikaydı. Benim giyeceğim şeyler olduğunu söyleyemem gerçi. Hayranı olduğum her tarz kendim de giyerim dediğim giysiler barındırmıyor içinde.

Florence Welch’in tarzı da çok hoş. Giydiği her elbise aklımı alıyor. Müziğine de öyle güzel uyuyor ki. Bu noktada giysileri kendisi için kostüm gibi bir şeye dönüştü bence, öyle ikonik ki hepsi. Öyle bir elbise arıyorsan satıcıya direkt “Florence Welch elbiseniz var mı?” diye sorsan yeridir. Çok havalı.

Tarzı kendime yakın birini düşünecek olursam da Jane Birkin derdim sanırım. 1960’lar ve 1970’lerdeki tarzı. Doğal, samimi, “az ve öz” Fransız tarzı.

Birkin’i anmak için de güzel bir zamanlama oldu.

Evet. Haberi duyduğumda çok üzüldüm. Ruhu şad olsun.

Hâlâ hayatta olan sanatçılardan biriyle çalışabilme şansın olsa bu kim olsun isterdin?

Grace Jones olabilir. Hâlâ hayatta olan efsanelerden biri. Tarzlarımız uyuşur muydu emin değilim, ama onunla sahneyi paylaşmak süper olurdu. Performansları da hâlâ harika. Yaşı umrunda değil, ilk günkü gibi bir enerjide devam ediyor her şeye. Konserleri inanılmaz. Çok seviyorum.

David Bowie’yi de sayabilirdim, ama artık aramızda değil.

Müzik dinleme platformunun arama geçmişine göz attığında karşına çıkan son üç şarkı nedir?

Şu sıralar bir sürü podcast dinliyorum. Stüdyodayken kendiminkiler dışındaki şarkılara kulağım pek gitmiyor. (gülüyor) Şarkı sözü yazarken insanlarla diyaloğa girmek, kendi kafanın dışında neler olup bittiğini öğrenmek iyi oluyor bence. Sohbet edecek insan bulamadığımda da podcast dinlemeyi tercih ediyorum. Geçenlerde Nick Cave’in de olduğu bir podcast dinledim. Bir yandan kitabı İnanç, Umut ve Kıyım’ı okuyorum. Komik denk geldi, zira stüdyoya köpeğimle yürürken dinledim podcast’i, sonra da stüdyoda ve kitabı okumaya devam ettim ve temelde aynı şeylerden bahsediyordu. Ama sesini duymak da güzel oldu. (gülüyor) Bir şeyleri okumak ve dinlemek daima farklı deneyimler oluyor.

Şarkılara gelirsek… Lana Del Rey’in son albümünü dinlemişim en son. Lana’nın her yeni albümüne öncekinden çok çekiliyorum. Beyoncé’den Renaissance’ı da dinlemişim.

Bundan yüz yılda müzisyenleri onore eden bir tema parkında sana ayrılmış bir anıt taş olduğunu düşün. Üstünde şarkı sözlerinden hangisi yazardı?

“Walk Walk”tan bir şey olabilirdi, çünkü geriye değil ileriye dönük bakma üstüne pozitif bir mesajı var. Dur ya, bu mezar taşında iyi durmaz. (gülüyor) İnsanlara seni hatırlamamalarını söylemiş oluyorsun.

“Shangri-La” olabilir o zaman cevabım. “Shangri-La’ma dönersen seni de alırım.” Shangri-La temelde kişisel bir ütopyayı, en mutlu olduğun yeri anlatıyor. Ölümün karanlık bir yerden ziyade sonunda kavuşacağımız mutlu bir yer olduğunu ima ediyor bence. Güzel bir mesaj olabilir bu.

Sylvie Kreusch’un resmi sitesine şuradan, Gezgin Salon Festivali’nin biletlerine şuradan ulaşabilirsiniz.