Kurosawa ve Schubert ile İki Diyar Arasında

Diegetic müzik: Bir filmin dünyası içinde duyulan, karakterlerin de işittiği müzik.
Non-Diegetic müzik: Bir filmin dünyası içinde duyulmayan, izleyicilerin işittiği müzik.
Dördüncü duvar: Sinemada 'yıkıldığı' vakit karakterlerle izleyicileri göz göze getirir.

Sinema, gerçeklik ile fantezi arasındaki çizgileri ortadan kaldırmaya muktedir bir sanat formudur. Biz seyircilere bu dünyayı aşkın duyguları deneyimlememiz için imkanlar tanır. Elbette sinemanın bütün örnekleri birebir bu tanımı karşılamaz, kimisi aşırı bir gerçekçiliğin, kimisi apayrı bir evrenin peşinde koşabilir pekala. Heyhat şahsi kanaatimce sinema, daima dünyayı olduğundan farklı görme şansı tanır bizlere. (Neticede hepimiz olayları kendi perspektifimizden görmeye eğilimliyiz.) Örneğin Akira Kurosawa filmi One Wonderful Sunday‘in harikulade final sekansında öylesine ustaca kotarılmış bir kaçışçı ruh vardır ki, ilk defa izledikten sonra sahne uzun müddet aklımızı meşgul etmeyi sürdürebilir. Her ne kadar içeriği gereği halihazırda çok sevilesi bir sahne olsa da bu, kadraja eşlik eden Franz Schubert bestesi Unfinished Symphony fazladan değer kazandırır gördüklerimize.

One Wonderful Sunday‘de olaylar, görmezden gelinemeyecek bir zaman diliminde vuku buluyor: 1947 yılı Japonya’sındayız, ülke 2. Dünya Savaşı sonrası koşulsuz teslim olmuş. İşgalci kuvvetlerin toplumsal yaşayış üstünde tesiri büyük. Heyhat Kurosawa bu gerçeklerin filmini de teslim almasına müsaade etmiyor, düşlerine sığınıyor. Bu durum filmin final sekansında ayan beyan ortaya çıkıyor: Başkarakter Yuzo, karısı Masako’ya “düşlerinde dünyalar yaratıp yaratamayacağını” soruyor. Evet, cevabını aldığında ise bir görünmez orkestra eşliğinde Unfinished Symphony‘yi “icra etmeye” koyuluyor. Başta karşılıklı bir şüphe hali var, Yuzo da devam etmeye çekiniyor. Belki de yaşam koşulları üstünde baskı yaratıyor oracıkta, hayal kurmanın dahi bir anlamı olmayabileceğini düşünüyor. Masako’dan müziğini duyabildiği yönünde güvence istiyor. Masako’nun orkestra müziğini işittiği yönündeki ısrarları sonucu özgüven kazanıyor. İzleyiciler olarak biz de senfoniyi işitmeye başlıyoruz. Burada da farkettiğimiz üzere bir filmde ‘mutlak sessizliğin’ olması imkansız. Hele ki kafamızda görselleri dahi bir sesle bağdaştırıyorken. Senfoniyi işitmemek mümkün değil denebilir. Böylelikle gerçeklikle fantezi kesişiyor, tıpkı diegetic ile non-diegetic müzik kavramlarının kesiştiği gibi.

Masako dördüncü duvarı yıktıktan hemen sonra müzik ‘resmen’ duyulur hale geliyor. Kendisi “dünyadaki gariban aşıklara” seslenerek orkestra şefi Yuzo’yu alkışlamaları için yalvarıyor. Hayati bütün dertlerin ötesini görebilen saf, cennetvari, romantik, müzik dolu bir aşka inanmalarını istiyor. Böylece karakterlerle birlikte filmin dünyasının içine çekiliyor, müziği onlarla duyuyoruz. Yapıt doğrudan bizimle konuşuyor artık, karakterlere dönüşsüz biçimde bağlandık. Artık safi aşka güvenerek müzik icra edebileceğimiz bir düşler alemindeyiz. Bu müziği karakterlerin harbiden işitip işitemediği tartışılır. Bana sorarsanız, “İşitiyorlar,” derim. Bu müzik olsa olsa -gerçeklik gibi- başka bir alemde, yahut sahnedeki mekandan tesadüfen geçen bir başkasına göre non-diegetic sayılabilir. Bu kavram da belki nihayetinde gündelik yaşam standartlarında değil, filmin bakış açısında nelerin gerçek olduğuna göre ölçülebilir.

Filmin de müziğin de Romantik geleneğe dahil olduğu rahatlıkla söylenebilir. Daha tartışmalı sulara girecek olursak, ikisi de hem yarım kalmış işlerdir, hem de rüyalarımıza kapılar açarlar. Schubert’in eseri sahiden de yarım kalmıştır. Öte yandan bestekarın bitiremediğini biz kendi kafamızda, düş gücümüzün izin verdiği müddetçe yorumlayabilir ve inşa edebiliriz. Diğer yandan mevzubahis sahnenin ilk birkaç dakikasında senfoninin gerçek anlamda duyulmaması, benzer biçimde, duyacaklarımızı kademe kademe kafamızda kurmamıza imkan tanır. Ses de görüntü de bu dünyadaki bir parçanın içindeki toz parçacıklarıdır, parçalanmış ve cennetten düşmüşcesine büyüleyicidirler. Biz aşka ve düşlerimize dair umut tazelerken karakterlere de aynısı olur. Karakterlerle özdeşleşmeye başladığımız an ise sinemanın güzelliğine kapılır gideriz: Gerçeklik sınırlarımızın ötesindeyizdir artık.