Merhaba. Başlamadan önce aşağıdaki gibi bir fikre sahipseniz aramızdan ayrılabilirsiniz, teşekkürler. İyi günler.
“Ayy, elektro gitarlarıyla içimize kalp kırıklıklarını işleyen şu fazla duygusal genç kızlara bakın hele! Sizin üzüntünüzü yerler.”
Evet, belirli zamanlarda yapılan müzikleri paketlemek üzere ortaya isteyelim ya da istemeyelim kavramlar atılacaktır. Bunun işin doğası olduğundan daha önce bahsetmiştim. Ancak bu kavramlarla ilgili sıkıntılar görüyorsak lafımızı esirgememizin bir manası yok.
Bu yazıda “Sad Girl Indie” kavramının altındakileri kurcalayacağız. Kavrama az aşina olanlar için önce- her ne kadar oldukça gevşek bir tanımlama olsa da- kavramın altını dolduralım bir. İşin içinde genç kadın bir müzisyen, duygu yoğunluklu sözler, elektro gitar ve sade bir tutumun olduğu bir müzik söz konusu olduğunda yapıştırılması mümkün bir etiketten söz ediyoruz. Örneklerle daha çok pekişecektir. Geçmişine de birazdan değineceğim ama şimdi güncel sahneye odaklanarak örnek vermek gerekirse Snail Mail, Mitski, Japanese Breakfast ve boygenius tayfası (Phoebe Bridgers, Lucy Dacus, Julien Baker) ile başlayabiliriz.
Kimilerini Billie Eilish, Lorde, Lana Del Rey gibi ana akım örnekleri sayarken de görebilirsiniz. Ancak oraya sapıp kafaları bulandırmayacağım. Aslında bu tanımlamaların ayağı 90’lara dayanıyor. GOAT Sad Girl’ümüz Fiona Apple, o dönemin öne çıkan örneklerinden. 90’lardan gününün medyası tarafından önümüze sürülen diğer örneklerse Mazzy Star, Tori Amos gibi isimler.
Bu tanımı sıkıntılı yapan pek çok şeyin üstüne basacağız ama ana sorunla başlayalım. Demin de dediğim gibi oldukça gevşek ve gereğinden fazla geniş kapsamlı bir kavramdan bahsediyoruz. Bu kavramla müziğin “kadın olmak”, “duygusal olmak” gibi sorunlu başlıklar altına alınarak toplanması da ne demek? Yazıyı burada bitirsem bile derdim anlaşılır, o kadar basit bir mevzu. Ama hadi daha da pekiştirelim.
Bu kadınların; duygularının her rengini müziğe işleyişinin tek bir kelimede- sad- sıkıştırılması, kavram için olduğu kadar yapılan işin de “basitleştirilmesine” yol açıyor. Müzik ve sanatçısına yaptığı gibi dinleyicisini de küçük gören bir tutum ortaya koyuluyor. Ki bu tutumda toplumun kadınların envai çeşit duygusunu dile getirişini “siz kadınlar da fazla duygusalsınız” gibi maalesef kadınlar olarak fazla aşina olduğumuz bir tavırla dinlemeyi ve dikkate almayı reddediş söz konusu.
Ancak her ne kadar kavramın çıkış noktası, bu müziğe yukarıdan bakan -çoğu erkek- müzik yazarlarından olsa da bu durum, tanımın dinleyiciler tarafından benimsenmesini önlemedi. Ki bu belki de bir “Hee mutsuzuz, nolmuş? Bu mu yani bizi yeriş noktan? Bir daha dene.” tavrıydı. Biraz da Phoebe Bridgers’ın da ifade ettiği gibi mevcut dünyada artık kaygı, depresyon gibi meselelerin daha rahat konuşulabiliyor olmasıyla sağlanan aşım noktasının bir oh dedirtmesini kucaklamaktı.
Ancak sonrasında yeniden bu kavramı zarar verici yapan bir gelişme yaşandı: “Ay evet, benim de bir sad girl indie dönemim oldu.” söylemi. Bu cümleyi zararlı kılan noktayı şöyle açıklayayım; bu tür müziklerin dinlenmesi sanki “aşılması gereken bir döneme” işaret ediyormuş algısı oluşarak başta sahiplenilmiş bu tanım istenmeden utanılacak, sıkılınacak bir noktaya sürüklendi. Bu da aslında başta belirli bir müziği aşağı görmek üzere paketleyen müzik yazarlarının deyimini sağlamlaştırdı.
Bu noktada biraz da yaşımız sebebiyle denk gelmek durumunda kaldığımız Tumblr etkisini de gözardı edemeyiz. Platformda yalnız müzik üzerinden değil koskoca bir ambalaj, bir estetik olarak yerini bulan “sad girl” tanımlaması bu pakette gelen her şeyi ergenliğin bittiği noktada çiğleştirdi. Hayatta olduğumuz noktanın çok doğal getirileri olan mutsuzluklar, kafa karışıklıkları ve bunları çözümleyebilmemiz için bize destek olmuş, yalnız hissetmememizi sağlamış müzikler de bizden uzaklaştı.
Onu bunu bırakalım müziğe geri dönelim. Zaten sadece hisleri için küçük görülen kadınların gençken müzik endüstrisinde kendisini bulmasıyla ayrımcılığın müzikteki boyutu gözler önüne serildi. Sad Girl etiketinin yüzü haline getirilen isimlerden Phoebe Bridgers’ın müziği ve üslubu sıkça Elliot Smith’e benzetilmekte ki kendisi de ilham noktası olarak Smith’i gösteriyor. Peki sorarım size hiç Elliot Smith’in “sad boy” gibi basit bir kavramın altına sıkıştırıldığını gördünüz mü? Bunu teorik olarak düşünmek bile çok anlamsız geliyor, di mi?
Kimileri bunu dediğimde “E Radiohead yok mu, hani ‘sad white boy’ müziği olan?” gibi örneklerle gelmeye çalışabilir. Biraz açık gözle incelerseniz Radiohead hayran kitlesinin bu “depresyon müziği” yakıştırmasını “derdimize derman” yönünde bir sahiplenme ve övgü üzerinden yaparken “sad girl indie”de bu yakıştırmayı yapanların çoğunlukla dinleyicilerdense bu tür müzik yapan kadınları küçümsemek için kullanan insanlar olduğunu göreceksinizdir. Genellikle müzik yazarları ve önyargıyla dinlemedikleri müziği sınıflandırmaya kalkışan bazıları bu kavramın mimarları. Demin değindiğim gibi dinleyiciler tarafından kullanıldığındaysa çoğu zaman “aşılmış bir dönem” vurgusu hakim.
Bir başka sıkıntı ise; müziği isteği dışında bu etiketle kısıtlandırılmış müzisyenlerden, dolaylı olarak her zaman sanatlarında bu mutsuzluk dozajını tutmaları beklentisi oluşması. Bu durumun absürtlüğü öyle bir seviyede ki “sad girl” etiketlemesinin yapıldığı herhangi bir sanatçının neşe dolu bir albümle karşımıza gelmesinin saniyesinde taşlamaya tutulacağını öngörebiliyor gibiyim- ki bu durum örneğin Melodrama’dan sonra Solar Power’ı çıkaran Lorde’a yapıldı. Mutsuzluğu satmaları beklenen bir noktadan bahsediyoruz, inanabiliyor musunuz?
Boygenius’ın gerçekten okunmaya değer röportajında Sad Girl Indie kavramını evirip çeviren grup üyelerinden Phoebe Bridgers, “Ruh sağlığı hakkında konuşmak harika ama bu tür şeyleri merch’e vs. çevirip insanlara acıları içinde yaşama fikrini satmak düşüncesine sıcak bakmıyorum.” diyor. Yine aynı röportajda Julien Baker; duygusallığın çoğunluğu erkek müzik yazarları tarafından basitçe mutsuzluk olarak anılmasının kadın müzisyenlerin- aslında genel olarak kadınların da- tek boyutlulaştırılmasının sonucu olduğuna vurgu yapıyor.
Geçtiğimiz aylarda Garbage’ın Shirley Manson’ı Instagram’da gençken insanların kendisini “fazla duygusal” bulmasına karşı yıllar içerisinde değişen tutumuna karşı içini harika bir yazıyla dökmüştü. Bu bağlam içinde de okumak için değerli bir yazı olduğunu düşünüyorum. Uzun zamandır bu kadar duyulmuş hissetmemiştim. Yazı şu şekilde:
Size ne diyeceğimi bilemiyorum. Epey iç karartıcı bir genç kızdım. Her zaman “duygular” içinde boğulan. Her zaman “fazla duygusal”, fazla şu, fazla bu olmakla suçlandım.
O zamanlar hüsran ve öfkeyi dile getirmenin yollarını bilmiyordum ve gizli bir jiletçiye dönüştüm. Kendi canımı yakmak iyi hissettiriyordu. Değişiklik yaratıyordu. Sonuç yaratıyordu.
Hayatın ilerleyen bir zamanında, yazmaya başladığımda, kendimi ifade etmenin daha iyi bir yolunu öğrenmiş oldum. Öğrendiğim bir diğer şeyse fazla duygusal olanın ben olmadığımdı. Aslında diğerleri FAZLA DUYGUSUZDU. Dünyanın büyük bir çoğunluğu katı, umarsız ve korkaktı- en çok hiçbir şey hissetmemeye karşı. Mevcut durumu korumak için gerçeklik ve küresel ızdırabı görmezden gelmeye karşı bir istem söz konusuydu. Dünya; bu onların rahatını zorlayacağı, sarsacağı, bozacağı ve sonuç olarak gayret ve değişim gerektireceği için küresel ısınma, ırkçılık, cinsiyetçilik, yabancı düşmanlığı, homofobi, kadın düşmanlığı, trans bireyler, engelli bireyler, dünya açlığı, evsizlik, ev içi ve cinsel şiddet, hayvan haklarını görmek istemiyordu ve hala istemiyor. Dünyada olup biteni, tehlikeli ve nefret verici bir şey olmamasına rağmen, görmezden gelmek; nefret ve tehditlerle yüzleşmeyen insanlar için kolay ve tercih edilen bir tepki.
Artık 55 yaşındayım ve görebildiğim, hissedebildiğim için minnettarım. Empati ve sempati duyabildiğim için minnettarım. Hayal gücüne sahip olduğum ve sevgi besleyebildiğim için heyecan duyuyorum. Ömrüm içerisinde bir değişim görmek istiyorum. Kolay bir hayatı olmayanlar için daha iyi bir hayat istiyorum. Ve bunu yaparak iç karartıcı bir kız olmadığımı kabul ettirmek istiyorum. Baştan beri benim öyle olmadığımı- ONLARIN ÖYLE OLDUĞUNU.
Bu yazının hak ettiği sonun ikonik bir ödül konuşması olduğuna karar verdim. Her gün farklı bir dergide “atarlı genç müzisyen” olarak resmedilen ve insanların tuhaf temelli eleştirilerine maruz kalmamanın kaçınılmazlığını endüstriye girer girmez fark eden Fiona Apple’ın “Bu dünya boktan” isyanı bugün hala benzer tınlıyor. Hadi hoşçakalın.