Modern Studies ile Söyleşi

İskoçyalı ekip Modern Studies’in müziğini bir süredir keyifle takip ediyoruz. Folk, chamber pop, krautrock gibi tarzları iç içe geçiriyor, müzik üretimini deneyler yoluyla zengin bir yolculuk haline getiriyorlar. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan üçüncü stüdyo albümleri The Weight of the Sun da dinleyene sundukları istikrarlı özgünlük ve kaliteye bir istisna teşkil etmiyor.

Son albümlerinin şerefine grubun vokali (ve çok sayıda enstrümanın icracısı) Emily Scott ile sohbet ettik. Grubun çalışma prensiplerinden günümüz müzik sektörüne çeşitli konulara değindiğimiz keyifli bir söyleşi çıktı ortaya. Sizin de okurken keyif almanız dileğiyle…

Röportajın İngilizce versiyonu için: Tık.

Bu zor günlerde nasılsınız, neler yapıyorsunuz?

Fena değiliz! Şahsi boyutta her türlü değişikliğe göğüs gersek de bir grup olarak aynı her zamanki gibiyiz, çalışıyor, yazıyor, kayıt alıyor ve fikirlerimizi paylaşıyoruz. Normalde şimdi turnede olacaktık tabi, haliyle konserler verip dinleyicilerimizle buluşmayı çok özledik, ancak kimileri için işlerin çok daha zor olduğunun da farkındayız. 2021’de hep beraber karavana atlayıp yola çıkmayı iple çekiyoruz.

Son albümünüz The Weight of the Sun harika olmuş, şimdiye kadarki en iyi işiniz bile olabilir. Tebrik ederim. Albümün kayıt sürecinden bahsetmek ister misin? Çalışma ortamınız nasıldı? Enstrümanlarınızla bu defa ne gibi deneysellikler kovaladınız?

Teşekkür ederim! Birbirimizden uzak yaşadığımız için şarkı yazımını da uzaktan yapıyoruz. Ardından basçımız Pete’in (Harvey) Perthshire kırsalındaki stüdyosu Pumpkinfield’da yoğun bir prova ve kayıt süreci geçiriyoruz. Pumpkinfield Pete’in yuvası ve oradayken biz de evimizde gibi hissediyoruz. Hem son teknoloji donanımımız, hem de bir araya gelip çalabileceğimiz rahat, huzurlu bir mekanımız oluyor. Kusursuz bir kombinasyon. (İkinci albümümüz) Welcome Strangers‘ta Pete ile yaylı ve üflemelilerden mürekkep bir oda orkestrası ayarlamıştık. The Weight of the Sun‘da ise dört kişilik bir grup olarak kapasitemizi keşfetme niyetiyle yola çıktık. (Bu prensibe son dakikaya kadar sadık kaldık, ta ki flugelhorn’daki büyüsünü konuştursun diye Rachel Simpson’ı stüdyoya davet edene kadar.) Bu durum enstrümanlar üstünde eskisi kadar keşif yapmadığımız anlamına gelmiyor. Joe (Smillie) detaylı işlenmiş davullar, katmanlı kemanlar, baş aşağı tutarak çaldığı bir viyola ve teremin ile müzik icra etti. Rob (St. John) ise gerçeküstü gitar akortları, bant teypleri, yeni synth’ler ve pedallarla deneyler yaptı. Üstüne bahçe alet edevatlarının sesi ve stüdyo dokunuşları eklendi.

Müziğiniz folk, krautrock ve daha nice türden aldığı ilhamla ortaya çıkıyor. Daha geçen sene Tommy Perman ikinci uzunçalarınız Welcome Strangers‘ı elektronik dokunuşlarla baştan yarattı ki bu başlı başına cesur ve özgün bir işti. Müziğinizin müteal ve tarz tanımlarını aşan doğası hakkında ne düşünüyorsun? Sence müziği tarzlara göre kategorize etme eylemi yaratıcılığın önüne taş koyar mı?

Hepimiz bireysel olarak bambaşka şeyler dinliyoruz ve sanırım ilgilerimiz örtüştüğünde bu ilhamların bazıları bilhassa öne çıkıyor. Kimi dinleyicilerimiz ise bambaşka renkler fark edebiliyor bu karışımın içinde. Yaptığımız şey bize çok doğal ve dürüst geliyor, nadiren müzikal anlamda fikir ayrılığına düşüyoruz. Sanırım bu da müzikal tarzlardan ziyadesiyle bağımsız ve yoruma açık bir şey yaratmamıza imkan tanıyor. Müzik dükkanlarını düzene sokmak, yeni müziklerin keşfini desteklemek için uygun tanımlanmış tarzlara ihtiyacımız var aslında, ama bence bunu başarmak için önümüzde daha çok yol var. Bir albümü satın almadan önce içeriğini kontrol etmek haricinde nadiren müzik stream ediyorum, çünkü devamlı bir döngü halinde karşıma çıkan indirgeyici müzik algoritmaları beni hüsrana uğratıyor.

The Weight of the Sun‘ın bihassa çoğumuzun eve kapandığı günümüzde güneşli bir açıkhava izlenimi yarattığı için dinleyene aşkın, özgürleştirici bir his bahşettiğini iddia etsem bana katılır mıydın? Sanatın ve içerdiği anlamların dönüştürücü doğasına bir örnek teşkil eder mi bu his sence?

Sanırım hepimiz kendince gizemli ve sınırlandırılmış bir varoluşla çevrelendiğimiz için bu konuda farklı şeyler düşünüyoruz. Bu albümü karantinada yazmadık ve kaydetmedik, insanları başka bir zamana ve mekana götürsün diye bir düşüncemiz yoktu. Yine de müziğin birileri için bunu başardığını düşünmek güzel bir şey elbette! Bir tüketici olarak ise sanatı kesinlikle kaçışçı anlayışa bir araç olarak görüyorum. Görsel sanat, edebiyat ya da müzik olsun fark etmez.

Empresyonist tablolara herhangi bir ilginiz var mı? Kapak görselleriniz bir miktar bu akımın eserlerini getiriyor akla. Üstelik kimi zaman müziğinizi dinlerken bir tablodan süzülen sesleri dinliyormuşum gibi geliyor. Belki sadece hayal görüyorumdur. (gülüyor)

Işık, renk ve dokulara yönelik bu dediğine benzer bir ilgimiz var, miks üstünde çalışırken bu küçük detaylara alan açmak için çok uğraşıyoruz. Kimi zamanlar bir çeşit “oyun” oynuyoruz kendi halimizde, örneğin o anki çalışmamız bittiğinde stüdyoda takılıp eşyaları kurcalıyor, ses diyarını keşfe çıkıyoruz. Sahiden de bir tabloya benziyor bu, yahut belki de kimyaya. Kimyasal maddeleri karıştırıyor, bir şeyleri eritiyor, deneyler yapıyoruz. Kapak görsellerimizi yapan her sanatçının işlerine bayılıyoruz: Swell to Great‘te Mary Morrison, Welcome Strangers‘ta Keith Wilson, bu albümde ise Vivian McDermid yaptı görseli. Bu eserler renklerin ve ışığın dönüşümünü yakaladı adeta, bir de albümlerde yaratmaya çalıştığımız olumlu hissiyatı.

Grupça müzik zevklerinizin geniş bir spektrumda seyrettiğine emindim, az önce de bunu doğruladın. Herhangi bir tarzdan az bilinen grup ya da sanatçılar tavsiye edebilir misin?

“Az bilinen” kısmından emin değilim, ancak durmadan yollarımızın kesiştiği, çok sevdiğimiz, inanılmaz yetenekli dostlarımız var. Henüz dinlemediysen kesinlikle kulak vermelisin, bunu hak ediyorlar: eagleowl, Lomond Campbell, the Leg, Kathryn Joseph, Rick Redbeard, Andrew Wasylyk, Ben Chatwin, Ela Orleans, Jonnie Common. 

Bizi neler bekliyor şimdi? Sence bütün bu süreç sona erdiğinde dünya bir bakıma yeniden mi doğacak?

Öncelikle daha fazla şefkat ve anlayışa kavuşmamızı temenni ediyorum tabi. Umarım bütün bunlar sona erdiğinde müzik mekanlarına ve konserlere yönelik yenilenmiş bir canlılığa kavuşuruz, zira şu anda konserlerde ulaşılan o gerçek bağı yakalamak imkansız. Yeniden ayakları üstünde duramayacağını hisseden nice insan var, durum çok vahim. Birleşik Krallık’ta canlı müziğe duyulan ilgi bundan önce bile sallantıdaydı. Doğrusu albümümüz yayınlandığında dinleyicilerimizin ilgisi bizi inanılmaz mutlu etti. Sanırım daha nice dinleyici sanatçıları desteklemek, onlarla iletişimde kalmak için elinden geleni yapıyor. Müzik mekanlarına ise önümüzdeki yıllarda toparlanmaları konusunda iyi dileklerimizi iletiyoruz.