Golden Globes Ödülleri Ardından

Yine evlerimizde tıkılı kalmaya başlayacağız gibi görünüyor, bu aralar yeniden salgın nüksetmekte. Dışarıya çıkarken endişeleniyoruz, çevremizde korona pozitif kişileri duyma sıklığımız artmış durumda. Alıştık mı acaba bu durumlara diyecek olurken asla alışmadığımızı fark etmek hemen peşinden geliyor. Hele ki yeniden tiyatroya sinemaya gitmenin tadını hatırlamışken, arkadaşlarla görüşürken korku değil de zevk hissetmeye yeniden başlamışken korku ortamına geri dönmek insanı zorluyor. Bu sosyalleşmelerin olduğu zamanlarda sinemalarda ve özellikle festivallerde yeni filmler görebilme şansımız oldu ve bunların bazısı gerçekten oldukça etkileyici filmlerdi de. Şimdi Golden Globes ödül töreniyle bu izlediğimiz filmlerin ödüllere kavuştuğunu görme zamanlarımızın geldiğini resmi olarak anladık.

Öncelikle Netflix’in etkisinin yine yoğun olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. The Power Of The Dog izlediğimde beni hemen avucuna alıp kendi dünyasına taşımıştı. Golden Globes’ta da En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini almış, tebrikler. Yönetmen Jane Campion harika bir atmosfer yaratıp, karakterleri o dünyada yaşatmış diyebiliriz. Kristen Dunst’ın adeta bir pırlanta gibi göz aldığı The Power Of The Dog benim için gerçekten bu yılın önemli filmlerinden. Hazır Kristen Dunst konusu açılmışken yine Netflix’teki Kristen Dunst’in 2019 yılının tozlu raflarında kalmış olan ama benim yeni keşfettiğim On Becoming A God In Central Florida dizisinden bahsetmek istiyorum. Bu başarılı kara-komedi dizisinde FAM diye bir şirketin insanlara milyoner olma hayalleri satarak kurduğu sistem anlatılıyor. Şirketin sistemi, kuralları, düzeni ve iş sahiplerinin dinlemekle mükellef olduğu kasetlerdeki söylevler tamamen bir Amerikan siyaseti özeti niteliğinde. Filmin eleştirilerinin yöneltildiği ideoloji “American Dream”, yani her küçük Amerikalı’nın büyük hayallere sahip olması ve onu gerçekleştirmek için gücünün son damlasına kadar çalışması gerekliliği.

Gene Netflix’in 2020 gözdelerinden tick, tick, BOOM! filmi de En İyi Müzikal Komedi ve aynı daldaki En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Benim için 2020’nin favori filmleri arasında değil tick, tick, BOOM! ne yazık ki, ama bir müzikal tiyatro oyununun filmleştirilmiş olması ve Andrew Garfield’in kariyeri için bir dönüm noktası olacak şekilde iyi olan performansı filmi izlenir kılıyor diyebilirim. Tam anlamıyla bir müzikal olan bu filmin bazı anlarında kendimi çok kaybolmuş hissetmekten alıkoyamadım ne yazık ki ama filmdeki güzel ayrıntıların hakkını yemek asla istemem. Özellikle iki nokta benim için oldukça vurucu oldu filmde. Film AIDS’ın insanların hayatları üzerindeki büyük etkisinin karşısında özellikle devletin ve yöneticilerin buna gözlerini yumuşunu oldukça etkileyici şekilde anlatıyor. Bunun yanında Andrew Garfield’in karakteri Jonathan Larson’ın kafedeki arkadaşını MJ Rodriguez’in oynaması benim için çok anlamlıydı. 

Tick, tick, BOOM! vesilesiyle sonunda MJ Rodriguez’i öveceğimiz ve onunla gurur duyacağımız noktaya gelmiş bulunduk. MJ Rodriguez Emmy ödüllerinde Pose’daki rolüyle en iyi kadın oyuncu adaylığı verilen ilk trans kadın olmuştu hatırlayacak olursak. Golden Globes’ta aynı rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Bunu yazarken bile tüylerim diken diken oluyor elbette ki. Yine geçtiğimiz senelerde Billy Porter en iyi erkek oyuncu dalında adaylık verilen ilk açık kimlikli siyah gey olmuştu. Bunun gibi görünürlüklerin bu ödüller sayesinde yaygınlaştığını söylemeye gerek bile yok diye düşünüyorum.

Adaylıklara baktığımda da hayranı olduğum yapımları gördüm. Örneğin MaidLupin ve Ted Lasso (yine de Jason Sudeikis almış En İyi Erkek Oyuncu’yu) daha görünür olabilirdi diye düşünüyorum. Bir de son olarak şunu ekleyebilirim, hala vizyonda olan ve kendine adaylıklarda yer bulan iki film var: The Lost Daughter ve A Hero