Camel’ın Türk dinleyicisiyle kurduğu bağın kuvvetini nasıl tarif edebiliriz? Bu zor görevi pas geçip bir örnekle yetinmek istersek mayısta gerçekleşecek Camel konseri biletlerinin tükenme hızına bakabiliriz. Satılan biletlerin en az beş katı kadar insan da olabilecek en haklı nedenlerle makus talihlerine, olayların olup bitme hızına efkarlanıyor. Bütün bir progresif rock camiasına, hatta camianın dışındaki insanlara bile hitap eden böylesi bir başarı, o eşsiz, sadece Camel’a özgü melankoli yüklü bestelerle açıklanabilir; lakin bir grup niye kuruluşundan 50 sene sonra yabancı ve uzak bir ülkede en az anavatanında gördüğü kadar ilgi görür, açıklamak zor. Böylesi kült grupların elde ettiği başarıyı anlamada şaheserlerine olduğu kadar ilk albümlerine göz atmak da hayati önem taşıyabilir. Bu vesileyle takvimi geri sarıyor, 1973 yılına dönüyoruz.
Grubun adını taşıyan bu ilk albümü icra eden kurucu kadro şöyle: Davulda Andy Ward; basta Doug Ferguson; mellotron, piyano ile birkaç çalgıda daha Peter Bardens ve elbette gitar ile vokallerde yaşayan efsane Andrew Latimer. Olayların geliştiği mekan ise Pink Floyd’dan Cat Stevens’a, Black Sabbath’tan The Cure’a çok sayıda ismi ağırlamış olan Londra’daki Morgan Stüdyoları. Kafaları çalışan, tekniğe olduğu kadar duyguya da önem veren, ilerleyen yıllarda akılları ile kalpleri arasında mükemmel bir denge kuracak 4 arkadaş stüdyoya kapanıp şarkı yazmaya koyulur. Ortaya çıkan sonuç zamanının müzik otoritelerince genel olarak küçümsense de ilerleyen yıllarda grubun hayranları tarafından sağlam bir kariyer başlangıcı olarak görülüp kucaklanacaktır. Zaten bu albümü çok sevmeyen insanlar da “Mystic Queen”in veya “Never Let Go”nun güzelliğini muhtemelen inkar edemeyecektir. Albümü sevenlerden biri olarak iddia edebilirim ki Camel, tarihin en güçlü ilk albümleri arasındadır, sadece çok fazla iyi müziğin üretildiği bir dönemde arada kaynama talihsizliğini yaşamıştır, hepsi bu.
Camel, güzelliğinin ölçüsünü ilk anda belli eden bir albüm değildir. Açılıştaki “Slow Yourself Down” da kusursuz bir açılış değildir. Olaya fazla ani bir şekilde girip varını yoğunu ortaya koymaya çalışıyor gibi görünür ilk başta. Şarkıdaki ani enstrüman geçişleri, bir prog albümü dinlediğimize dair hiçbir kuşku bırakmaz. İcra başarılıdır, yetenekli insanlar dinlediğimiz açıktır. Beklemediğimiz şey ise ardından gelendir: “Mystic Queen” adlı bu şahika sayesinde Camel melankolisi dediğimiz oluşumla tanışırız. Grubun beste dâhisi Peter Bardens’ın elinden çıkan bu eser, öncekinin aksine sizi ilk görüşte aşık eder kendine. Sözlerin bittiği yerde çok münasip şekilde bir enstrümental gelir ardından, “Six Ate”. Grubun bir-iki albümde iyice oturacak imza sound’unun izlerini bu şarkıda da yakalarız. “Separation” hızlı ve teknik bir parçadır, tıpkı “Curiosity” gibi. İkisinin arasında ise bambaşka bir şey uzanır: Latimer’ın kuşkusuz albüme kattığı en iyi beste olan “Never Let Go”. Aynı zamanda grubun yayımladığı ilk teklidir, bir nevi hikayenin gerçek başlangıç noktası sayabiliriz kendisini. Zamanının çok ötesine ait musikileri başarıyla yakalayan parça, Camel’ın sahiden de işin yakasını bırakmayacağının erken bir delili gibidir. Finaldeki “Arabaluba” da kısaca “daha fazlası için beklemede kalın” der bize.
Hikayenin sonraki kısmında Camel yıllar boyu kaliteli müzikler üretmeye devam etti, bilhassa orijinal kadrosunu koruduğu dönemde hiç fire vermedi: İlk şaheser albüm Mirage, bir kitaba soundtrack olabilmek gibi bambaşka bir fikirden yola çıkan The Snow Goose ve konserde baştan sona dinleyeceğimiz Moonmadness baştan sona harika albümlerdir. Kimilerine göre bu albümlerden sonra altın çağı sona eren Camel, yine de tek sabit üye Andy Latimer’ın önderliğinde “Rajaz” ve “Stationary Traveller” gibi herkesi tatmin edebilen şarkılar üretmeye devam etmiştir. Yıllar yılı bir ağaç misali içimizde büyüyüp taşan bu miras, önümüzdeki yıl olabilecek en güzel şekilde meyvesini verecek. O vakit gelene kadar bütün hikayeyi başlatan albümün hangisi olduğunu unutmayalım.