BÜYÜK PAN ÖLDÜ! BÜYÜK PAN ÖLDÜ!

Artık eskisi kadar şen değildi zavallı Homerler.

Sadece tanrıların ölümsüz olduğunu ve yine sadece onların kırların tek sahibi olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Oysa ki kırlar sahipsizdir ve tanrılar da gayet bir kazaya kurban gidebilir. Hiç duymadınız mı? Büyük Pan öldü! Hem de kaç yüz bin yıl boyunca can çekişerek! Oldukça yavaş fakat kaçınılmaz bir şekilde. Ona sırtını dönen de bizlerdik. Doğumu, hükümdarlığı ve çoşkusu büyük olan Pan, nasıl oldu da öldü? Onunla birlikte içimizde neleri gömdük, gömmek zorunda kaldık?

Bildiğimiz diğer tanrılardan biraz farklı olan Pan; aslında sempatik ve belki de biraz komik bir görünüme sahip.  Onunla son olarak, Amerikalı Yazar, Tom Robbins’in “Parfümün Dansı” adlı romanında karşılaştık. Adım adım ölümüne doğru yol alırken. Yazarın absürd anlatım yeteneği ile Pan; bizleri bilmediğimiz, adını belki de hiç duymadığımız, büyülü bir dünyaya götürüyor. Bu dünyada Pan’ın neden öldüğünü, bir tanrının ölürken bir ölümsüzün ise nasıl binlerce yıl diyar diyar dolaşarak yaşadığına tanık oluyoruz.

Grekçe birlik, bütünlük, bütün ve tam anlamına gelen Pan, aslında ölümüyle düşündüğümüzden çok daha fazla şeyin sonunun geldiğini haber eder. Hermes’in kucağında Olympos’un tepesine çıkıp tanrıların huzurunda alay konusu olduktan sonra doğanın kucağında yaşamaya başlayan ve diğer tanrılardan farklı olarak ölümsüz olan Pan’ın değerini skolastikler bilmiştir. Onlar, Pan’ın doğanın ve evrenin birliğini simgelediğini, bu iki olgunun arasında bir paralellik olduğunu fark etmişlerdir.

Umursamaz, alaycı ve şehvetli bir tanrının, dağlarda rahat rahat koşturup; bir anda ortaya çıkarak korkunç çığlığı ile çoluk çocuğu paniğe sürüklemesine insanlık bir noktadan sonra dur dedi. Pan’ın keskin, ağır ve berbat kokusu yavaş yavaş söndü. Gün içinde düzinelerce periyi tatmin eden Pan, artık ancak 2-3 periye yetebiliyordu. Çünkü komşu diyarlarda tehlikeli bir düşman kol geziyor, gün be gün güçleniyordu.

Pan’ın neredeyse tam aksi olan bu düşman; eğlenceden anlamıyor, şehveti günah sayıyor, şaraba her ne kadar sıcak baksa da coşkunluk ve taşkınlığı elinin tersiyle itiyordu. Dans ve çiftleşme gibi eski dünya insanlarının yaşam diye bildikleri şeylere ise pek hevesi yoktu.  Bu düşman; doğru ve yanlış kavramlarını fazla ciddiye alıyor; böylelikle kendini doğal dünyadan ayırıyordu.  Koca Pan, işte böylesine sıkıcı bir muhallebi çocuğuna yeniliyordu.

Rivayete göre, büyük düşman doğduğu sırada, kahinler “Büyük Pan Öldü! Büyük Pan Öldü!” diye çığlık atmışlardır. Oysa İsa’nın doğumu ile büyük Pan’ın öldüğü yoktu. Onun ölümüne yol açan insanların ona inanmayı bırakmasıydı. Onun yavaş ölümü zaten önceden başlamış, İsa’nın yaydığı yeni inanç ile büyük bir darbe almış, ardından Descartes gibiler yüzünden kesinleşmiştir.

Yunan öncesi dönemde, tarihin ilk mitoslarında tanrılara yer yoktu onun yerine mitlerde tanrıçalar boy gösteriyordu. Erkek tanrılar ile ortaya çıkan silahlar ve savaşlar yerine; bereket, barışçıl toplumlar, bolluk ve zevk hüküm sürüyordu. Carl Gustav Jung; dişi gücün sihirli otoritesini, aklın çok ötesinde bir bilgeliğin temsili sayıyor, yaşamın anasının aynı zamanda ölümün de anası olduğunu söylüyordu. İyi ve kötü, düzen ve kaos, dişil ve eril, insan-hayvan ve bitki birbirinden kopup ayrı parçalar haline gelince Pan da ilk kan kaybını yaşamaya başladı.

Antikite’de insan, hayvan ve bitki ruhu bir sayılıyorken; fark, yaşayanların devri ile yaşamayanların devri arasında görülmüştür. Sokrates ise insanın üstünlüğünü keşfetmiştir (!) Ardından Platon ile insan artık tüm gerçekliğe bir modeldir. Stoikler ise insanı doğadan tamamen ayrı bir varlık olarak gösterir. Doğa insan için vardır, insanlık onun biricik prensidir.  Deyim yerindeyse artık dünya insanlığın etrafında dönmektedir.

Ardından tek tanrılı dinler de Tanrı ve Ben’i ayırdı. Tanrıya ulaşmak için dışa değil içe dönmeyi öneren tek tanrılı dinler karşısında; sürekli perilerin arkasından koşan, flüdü ile kırlarda dolaşarak aşk şarkıları çalan ve en sevmediği şey öğlen uykusundan uyandırılmak olan Pan, büyüklüğünü ve tanrılığını kaybetmeye başladı. Parfümün Dansı adlı romanda Albora karakteri ile periler arasında geçen şu diyalog; Pan’ın ölümüne yol açan nedenleri özetliyor:

“-Her şeyi başlatan erkeğin kadına duyduğu kıskançlık oldu. Olimpos’taki tanrıçaları dışarıya atıp yerine erkek tanrıları koymaya başladılar.

-Pan erkek tanrı  değil mi?

-Doğru, erkek tanrı ama dişisel değerlere çok yakın ilgisi vardır.  Kadınların değerinii azaltmak için erkekler önce aydedenin değerini azaltmak zorunda kaldılar. İnsanlarla ağaçların, hayvanların, suların arasına bir engel sokmak zorunda kaldılar. Çünkü ağaçlar, hayvanlar ve sular, güneşe oldukları kadar aya da sadıktılar. Sonra, düşünceyle duygunun arasına da duvar çekmek zorundaydılar. Dibine oturup günün kazancını saydıkları kandil ışığıyla, Bizim Pan’ın yürekten bağlı olduğu karanlık arasına da. Başlangıçta engel olarak Apollo’yu kullanmaya kalktılar.  Apollo’nun soyut mantığı gerçekten de güçlü bir engel oluşturdu. Ama Apollo’nun sanatçı yanı hala kadınlara karşı bir sevgi saklıyordu içinde. Pan’ın şehveti gibi apaçık, uluorta bir sevgi değil; ama amaçları ataerkil ihtirası alttan alta çökerten kontrollü bir istek.  İsa ortaya çıkınca… tabi İsa hiçbir dişiyle yatmazdı… Ne iki ayaklısıyla, ne de dört ayaklısıyla. İsa hiçbir müzik aleti çalmazdı, şiir okumazdı, ay ışığında yan gelip keyiflenmezdi… Çok uygun bir engeldi bu İsa. Hıristiyanlık denen şey, rahibeleri hizmetçi kıza, kraliçeleri cariyeye, tanrıçaları da esin perisine döndürmeye yarayan bir düzendir.”

Hıristiyanlığın yayılmasının ardından insanların ona karşı duyduğu inancın azalmasıyla ölen Pan’ın arkasından yas tutmak yerine, Pan’ın öncesinde ve sonrasında ölen – ölecek olan inançları düşünerek, bu gerekli döngüyü ve neden gerekli olduğunu kavramak çok daha yararlı olacaktır. Bu döngü ve gereklilik DANNYBOY’UN KURAMI (Nereye Gidiyoruz ve Neden Etraf Böyle Kokuyor?) ile basitçe anlatılmıştır.

“Pan; insanoğlunun evriminin hayvansal bilincini temsil ediyor.  Elbette memeli bilinci de kucaklayıp, sürüngen bilinçten de izler taşıyor. Atalarımız sudan karaya çıktıktan sonra artık daha zeki, daha serüvenci ve daha meraklılardı. Bu yüzden kendilerine yeni bir sürüngen bilinç edinmişlerdi. Bu sürüngen bilinç soğuk, saldırgan, kendini korumaya dönük, öfkeli, açgözlü ve paranoyak bir bilinçti. Vücudumuzu soğuk terler kapladığı zaman, kendimizi kör bir öfkeye kaptırdığımız zaman ya da duygusuzlaştığımız zaman sürüngen bilincin bizi esir aldığını bilmemiz gerek. Sürüngenlerin çağının ardından ilk çiçekler ile memeliler ortaya çıktı. Atalarımız da çiçeksel ve memeli beyinler edindi. Daha sıcak, cömert, sadık, sevgi dolu, sevinçli, üzüntüyü bilen; mizah, gurur, rekabet, entelektüel merak, resim ve müzik sanatlarından zevk alan bir beyin. Ardından üçüncü bir beyin edindik. Bu beyin, ışık ile ilgiliydi. Çünkü üçüncü beyin çiçeksel bir beyindi. Çiçekler de enerjilerini ışıktan alırlar. Eskiler “aydınlanmak” kelimesini mecaz anlamda kullanmıyorlardı.

Sürüngen bilincimizde düşmanca tavırlar vardı.

Memeli bilincimizde uygar tartışmalar vardı.

Çiçeksel bilincimizde, güçlü telapetiler olacaktır.

… Sürüngen geçmişimizdeki ejderha, nasıl kahramanın mızrağıyla öldürülüp Pan’a yol açmak zorundaysa, Pan da zayıflamak, gücünü yitirmek, etkisiz kalmak, geri plana itilmek zorundaydı… Bizim ruhsal ilerlememiz sırasında.”

Pan’ı özlüyoruz. Bize gülmesini, alay etmesini, coşkunluğunu ve kırlarda dolaşarak yaşamasını. Onu belki de tüm bilinçlerimizden daha çok seviyorduk. Yine de, ilerleyebilmek adına, onun ölümüne izin verdik.

Kaynaklar: 

http://www.dunyaninyerlileri.com/insan-ve-hayvan-uzerine-iki-ders-birinci-ders-gilbert-simondon-cev-muge-serin/

*Tüm alıntılar: Tom Robbins – Parfümün Dansı