“Aşklar Kısa Sürer Bu Ülkede”

“kendime kendimden başka kendim yok

ne utancımı kuşanan bir sevgi ne çirkinliğimi öpen bir kız

yalnızlığımdan yalnızlığım yalnız”

 Yasa koyucularından TV programlarına, yazarlarından şef garsonlarına kadar, dırdırdır konuşan bir erkeklik ülkesi burası. Belki de coğrafyası. Başımıza kakılan erkekliğe nanik yapan her kişi, bu yüzden pek bir hoşumuza gidiyor. Arkadaş Zekai Özger de Türk şiirinin yolunu saptırmakla kalmamış, başımıza kakılan her şeyle bir güzel alay etmiştir. Onu, çimenlerin üzerinde otururken gördüğümüz fotoğrafı ile içimize belirsiz bir hüzün de bırakmıştır. O hüzün, içimizde hep kalacak. Çünkü 25 yaşındayken sokakta ölü bulunan bir şair kendisi.

Arkasından, ancak edebiyat tarihçilerinin araştıracağı konuları biz es geçelim. Onun yerine, karşı durduğu şeyler ile, çünkü onların içine hapsolmuştu, nasıl mücadele ettiğine bakalım. Sevdasının, devriminin ve ölümünün habercisi mücadelesinde; yani kelimelerinde saklıydı.

Evimiz, ülkemiz, mesleklerimiz, uğraşlarımız ve sevgimizin içinde bizi hep eğreti hissettiren ‘sakallı’ ve ‘bıyıklı’ erkeklerden kaçış, belli bir formüle uyarak kolayca yapılan bir eylem değildir. Bırakıp gidersek; eksik kalacağız, bizim olanı ellere vereceğiz demektir. Sahip çıkmak, alay etmek, değiştirmek ve belki de inanmak hep daha yaşanılır bir hayat sunacaktır.

Edebiyat dünyamızın “maço” dönemi, sonu ve başı belli olmayan bir süreci kapsar. Kırıp dökmeler, bağıran bir aşk,  hep kendine isteyen, perişanlığı ve peygamberliği kendine hak gören erkeklerin dönemi. Ben buna “Edebiyatta erkek sıkıcılığı” adını koyuyorum. Bol küfür, bira ve terk eden kadınlar içerir. Yine de biraz daha karıştırmaya devam ederseniz, eğer şanslıysanız tesadüf edecektir, eliniz yumuşak bir şeye çarpacak. Sakalsız yanağını, elinizin altında hissedeceksiniz.

Yumuşak diyorum çünkü koca göğü içine sığdırmıştır. Buna rağmen umudu, bizde hüzün yaratır. Çünkü biz, şiirlerini anlayış ve özlemle okuyan arkada ya da ardından kalanız. Onun gibi sevdaya, devrime ve ölüme inandığımız için, inandıklarımızı böylesine bir incelikle bize ulaştıran adamı, 25 yaşında kaybetmiş olmanın ağırlığını hissederiz. Yumuşak ve ağır.

Şiirlerinde sık sık karşılaştığımız şey ölüm ve anne olgusu değildir aslında, biz bizzat Arkadaş’ın kendisi ile karşılaşırız. Ölümü ve aşkı, annesini, dostlarını nasıl sevdiğini, koruduğunu ve özlediğini görürüz. O, istediği ve zaten ona ait olan şeylere ulaşma lüksüne sahip insanlardan değildi. Bir işçi sınıfı ailenin işçi oğluydu. Kimselere inandıramasa da.

Kendi ölümüne hazırlandığı şiirlerinde, dilin kendisinden çekinmedi, dili bozdu. Şiirinde bir saf tutmak yerine, saf tutmanın haksızlığını bizlere hissettirdi.  Biliyordu ki, insan dayatmalar ile dolu olan hayatında rahat bir nefes almaya ancak zaman buluyordu. Yalnız ve kimseler görmüyorken; gizlice alınan kodlanmış nefesler.

Arkadaş’ın, gençliğini (onun hayatı gençliğinden ibaretti) yaşadığı dönemin maskülenliği arasında, dayatmalardan ve kimliğinden vazgeçmeye yetecek gücü vardı.  Bu elbette içten gelen bir güçtü. Kendi için seçtiği ismi “Arkadaş”, naifliğinin bir ispatı oldu. Ölümünün ardından, mutlaka adı “sakalsız bir oğlanın tragedyası” olmalı dediği kitabı “sevdadır” adıyla yayınlandı. Neyse ki bu yanlış yıllar sonra da olsa düzeltildi.

Şiirlerinde, erkek edebiyatına sırtını dönmez. Tam aksine, ona, anladığı dilden bir ders verir. Rahatsız olduğu şey “farklılıktan” rahatsız olunmasıydı. Bitip tükenmek bilmeyen, her şeyi bilen ve dayatan ağızlardı.  Bu yüzden aşkı, devrimi ve ölümü ‘kendince’ anlattı.  Dizeleri öfkeyle başlayabiliyordu, ama okumaya devam ettiğimizde öfkenin nasıl da hüzne dönüştüğünü görebiliriz. Çünkü yaşamak zorunda olduğu fakat kendini ait hissetmediği şeyler onda bu duyguları uyandırıyordu. O, acıyı da sevinci de başkalarının kendisine vermesini beklemedi. Gökten inen erkek kimliğinden faydalanmak, içinde rahatça gerinmek yerine öteki kimliklerini aradı, buldu, sevdi ve bize anlattı.

Gecikmiş bir tanışma için, Gazeteci Ulaş Tosun tarafından hazırlanan ve  “Merhaba Canım” adını taşıyan Arkadaş Z. Özger belgeselinin fragmanına göz atabilir, post-prodüksiyon süreci için ise  buradan destek verebilirsiniz.