A.A. Williams sahneye ilk kez geçtiğimiz sene çıkmış olabilir, ama ilk uzunçaları Forever Blue’da ortaya koyduğu performans, insana yılların kariyer tecrübesini dinlediği izlenimi veriyor. Elbette müzikal yolculuğu geçen seneyle sınırlı değil, ama yakın zamana kadar (piyanoyu ana çalgısı yapan) bu yolculuk hep şahsi bir düzlemde seyretmiş. Bir solo sanatçı olarak adını duyurunca ise kimlerle işbirliği yapmamış ki: Mono, Cult of Luna’dan Johannes Persson ile Fredrik Kihlberg, Wild Beasts’ten Tom Fleming… Pandemi öncesi bir dünyada Sisters of Mercy ile aynı sahneyi bile paylaşmış.
Williams’ın müziğinden sızan melankoli, izdüşüm olarak öncelikle post-rock ile gotik estetik arasında bir yerde duruyor. Spektrumun iki ucuna birden yetişen kuvvet ise kendisinin klasik müzik eğitimi. Piyano ile gitarların, narin vokaller ile içsel -ve bir noktada sert vokaller yardımı ile (“Fearless”) dışa da vuran- bir hiddetin çarpıştığı bu melodik şiir, bizi boşluğun yüreğine zarif dokunuşlarla sürüklerken kimi şarkılara henüz ilk dinlemede eşlik ederken buluyoruz kendimizi. Bu sürüklenişe ruhunu siyahlar bürümüş daha nice albümden aşinayız, ancak Williams’ın böylesi bir hareket içinde kaybolmayıp istikrarlı biçimde yaratıcı virajlar ortaya koyabilmesi, kariyerinin başında olan bir sanatçı için takdir etmeden geçemeyeceğimiz bir başarı.
Post-klasik, post-rock, post-metal modern üçgeninden görünüşe göre bolca ilham alan Williams’ın karantinada sürdürdüğü canlı performans projesi Songs From Isolation’da bugüne dek hem Radiohead hem Nick Cave yorumladığı bilmek, hayatımıza yeni girmiş bu müzisyene duyduğumuz sevgiye güç katıyor elbette. Müzikal kimliğini besleyen onca insandan sıyrılıp böylesine kendine ait bir müzik yapabiliyor olması ise A.A. Williams ismini ilgiyle takip edilmeye değer hale getiriyor. Radarı güncellemenin vakti.