HOLLYWOOD, CA - FEBRUARY 26: A view of oscar statuettes backstage during the 89th Annual Academy Awards at Hollywood & Highland Center on February 26, 2017 in Hollywood, California. (Photo by Christopher Polk/Getty Images)

2019 Oscar’larına Söz Geçiremeyen 5 Şahane Film

Yine yılın o vakti geldi. Geldi gelmesine lakin bu defa pek de coşkulu olamıyoruz. Zira bu senenin Akademi Ödülleri, kendini daha önce eşine benzerine rastlamadığımız bir ölçüde popülizmin kollarına teslim etmiş durumda. ‘En İyi Film’ kategorisini birkaç kaliteli filmin haricinde CGI’lı patlamış mısır filmleri, ortalama kalitede biyografiler ve ‘giderli’ yapımlar işgal etmiş durumda. “Bunun yerine şu olsa olmaz mıydı”, diye düşünmeden edemiyor insan. (Bir de geçtiğimiz günlerde sinematografi, kurgu, makyaj ve kısa film dallarında verilecek ödüllerin reklam arasında takdim edilmesi muhabbeti vardı ki, şansımıza uzamadan bitti.)

Velhasıl, bu bir ‘peki ya bu filmler?’ listesidir. İçlerinden biri birkaç adaylıkla yetinirken diğerleri olduğu gibi görmezden gelindi. Neticede hiçbiri ‘üç büyük kategori’den birinde kendine yer bulamadı. İtibarın iade edilmesinin tam vakti şimdi.

At Eternity’s Gate

Willem Dafoe‘ya ‘En İyi Erkek Oyuncu’ adaylığı kazandırması yüzümüzü güldürdüyse de daha fazlasını rahatlıkla alabilecek bir film. Kadrosunda Oscar Isaac ve -küçük ama hayati bir roldeki- Mads Mikkelsen gibi iki üst sınıf oyuncuyu bulunduran yapım, Kelebek ve Dalgıç‘ın dahi yönetmeni Julian Schnabel‘ın eseri. Vincent Van Gogh‘un çileli hayatının son günlerini kelimenin tüm anlamıyla onun gözleri ve duygularından sunan film hala vizyonda, fırsat varken kaçırmamalı.

Suspiria

Elbette yeni Suspiria, ister istemez orijinaliyle kıyaslandığından izleyenleri ikiye bölmüş bir film. Ancak belki de bir noktada hepimizin filmin bir ‘remake’ olmadığını hatırlaması gerekiyor. Luca Guadagnino‘nun ilk korku denemesi, 1977 efsanesini ‘yeniden düşlüyor’. İddia edildiği kadar ‘derin düşündüğü’ de yok, her şeyden önce izleyende bir his uyandırmayı amaçlıyor ve bunu çok iyi başarıyor. Sinematografisi, makyajları, oyuncu performansları ve hikayesiyle tam bir başyapıt.

Burning

Niye, nasıl, hangi sebeplerle Burning “En İyi Yabancı Film” kategorisinden men edilmiş olabilir, bir fikrimiz yok. Yavaş yavaş alev alan bir şömine odunu misali bizi sıcaklığına çeken, yanıp bittikten sonra gelen buz ruhlu finaliyle ise bünyemizi sarsan Burning, sade ve etkileyici bir gizem öyküsü. Hatta doğrudan ‘gizem’ kavramına dair bir öykü, cevaplar ilgisini çekmiyor. Bazen bir insan kaybolur, ortaya çıkar, yeniden kaybolur. Bazen bir yangının olacağı bilinse de çıplak gözle görülemez.

Climax

Burning‘in aksine, Climax‘in yabancı filmler listesine alınmamasının sebebi oldukça bariz: Akademi’nin herhangi bir üyesinin zevki için fazlasıyla radikal ve kışkırtıcı kalıyor. Açıkçası anaakım sinemadan pek hazzetmeyen yönetmen Gaspar Noe‘nin de bu duruma üzülmediğine oldukça eminiz ve filmin Akademi seçmelerine yollandığından bile kuşkuluyuz. Yine de Noe’nin bu filmle birlikte her zamankinden geniş bir kitleye ulaşarak yüksek bir beğeni kazandığı ortada.

The Other Side of the Wind

İşte burada çok farklı, hatta muhtemelen eşsiz bir dava söz konusu. Kendi deyişiyle “zirvede başlayan, sonra da basamakları teker teker inen” efsane yönetmen Orson Welles‘in finansal güçlüklerle geçen son yıllarında bitiremediği onlarca filmi vardı. Bunların sonuncusu The Other Side of the Wind, bu sene tamamlanarak Netflix üzerinden yayınlandıysa da yine ‘Netflix barajı’na takıldı. Oysa Alfonso Cuaron‘ın başyapıtı Roma da aynı platformdan yayınlanmıştı. Bir istisna daha yapılsa ne olurdu ki?