Yves Tumor – Heaven to a Tortured Mind

Akıl almaz şeylere şahit olduğumuz 2020 senesinin dörtte birini bitirdik. Beklediğimiz üzere bir başka yılın daha bize en güzel getirisi, yaratıcılıkta yeni ufuklar açan sanat eserleri olageliyor. Tabi bu defa sanat dışındaki hayat daha diplerde gezinerek ikisi arasında seçim yapmayı kolaylaştırıyor, ancak bilhassa müzikte birbiri ardına dizilen olağanüstü eserlerin sayısı da hiç az değil. Bu şaheserlerden biri daha bugün yayınlanmıştı ki görünüşe göre şimdiden adını efsaneler arasına yazdırmayı başardı. İngilizcede “instant classic” deniyor böylesi vakalara.

Yves Tumor, Sean Bowie’nin bir mahlası. Hayır, soyadını paylaştığı David ile bir akrabalığı yok, ancak bu iki Bowie ruhen birbirlerini tesadüf olduğuna inanmak istemeyeceğimiz denli çağrıştırıyor. Kasıtlı olarak bölük pörçük bir miksle sahneye atılan “Gospel for a New Century”ye kulak verip kendinizi müziği dinlemeyi bırakamadığınız bir konumda bulunca anlıyorsunuz bunu. İki Bowie’den de inkar edilemez bir androjen karizma ve ışıltı yayılıyor, daha önemlisi ikisi de bir başına müzik türlerini ve imajlarını şekillendirme yoluyla bir cinsel devrimin öncüsü olabilecek güçte. Kendisinin Bowie ile ne kadar güçlü bir bağı olduğunu bilmiyoruz, ancak Throbbing Gristle’ın büyük bir hayranı olduğu yönünde itirafları var. Tabi böylesi satır doldurmalık bilgiler, Yves Tumor’u yıllardır takip eden, bir önceki başyapıtı Safe In The Hands of Love ile kendisine aşk tazeleyen hayranlara vız geliyordur.

Önceki albümlerinde tanımsız ilerleyen, havaya adeta elektrik fotosentezi sağlayan bir deneysellikte kavrulan Yves Tumor, “işkence görmüş zihinlere” ithaf ettiği Heaven to a Tortured Mind ile sonunda kendisine hak ettiği saygınlık dolu şöhreti sunacak albümü kotarmış olabilir. Zira seçki boyunca kendine özgü harikulade tuhaflıkları sindirip yeniden yaratmakla yetinmiyor, bir de üstüne bir ‘rock star’ olmasına yetecek ölçüde vokalinin gücüne yoğunlaşıyor. Yeri geliyor gitarlarla oynuyor, akortlarını düzenliyor, yapım düzenlemelerinin içine boğuyor, kırıntılardan yeni tınılar sentezliyor, yepyeni bir rock müzik anlayışı geliştiriyor. Zor beğenen Pitchfork’a göre “yeni bir seks tanrısı” olup çıkıyor, The Quietus’a göre “siz uzaklaşmaya çalıştıkça kendi içine çekiyor”, The Guardian’a göre “stilize sıçrayışları ile kısa devreleri daima kasıtlı yapılmış hissi veriyor”. Evet, müzik dünyası sahiden de yeni yeraltı yıldızını bulmuş gibi görünüyor. Kim bilir, belki çok geçmeden yerin üstüne de çıkar kendisi.

Kimi zaman şekil verdiği mitolojik konumun bilincinde olduğuna dair göz kırpıyor Bowie bize: Pastoral tanrı Pan’a doğrudan gönderme yapıyor, yeni bir tanrının yolda olduğunun sinyallerini veriyor. Yer yer davetkar yer yer tekinsiz tınlayan enstrümanlar cümbüşünün insanı dansa kaldırdığı 12 şarkı boyunca arzulardan ve ruhlarımıza temas etmek istediğinden bahsediyor. “İstediğin her şey olabilirim” diyor, “Rüyalarında yaşayabilirim, benim fantezim olur musun bebeğim?” Şu günlerde anca düşlerimizde yaşayabileceğimiz bu samimiyet ve temas hali, hele salgın gündemine denk gelince insanlık olarak fiziksel yakınlaşma hayallerimizin bir ağıdı olarak da okunabiliyor. Her koşulda arzulanan bir şey getiriyor bu müzik gözümüzün önüne, rock müziğin cinsel arayışları ile hazlarını bu vesileyle inanılmaz iyi yansıtıyor.

Yirmi birinci yüzyılın post-rock’n roll estetiği, görünüşe göre Yves Tumor gibilerinin elinde dönüşüm geçirecek. Bu argümanın çıkış noktası rock müziğin ölüyor olduğu falan değil elbette, ancak hala büyük bir güç kaynağı olarak kendinden beslenen yeni tarzlara ilham sunabiliyor olması. David Bowie gibi büyük ekollerin izinden gidip ilerici vizyonuyla halen müzikte fark yaratabilen müzisyenler, tam da bu yüzden yüzümüzü güldürüyorlar: Kendilerine kalan mirası değerlendiriyor, yeni hayallerinin taslağını onun ışığında oluşturuyorlar.