Tanrı’dan yüz, ağız, dil ve demir gibi bir ses almış olsaydım bile yeryüzündeki bütün delilik cinslerinden haber vermek işini sonuna kadar başaramazdım.
VERGILIUS
Üç katlı bir evin, üçüncü katında, beş yıldır açmayı bekleyen bir kaktüs varmış. Her sabah kendisiyle konuşan kadının sesiyle güneşe döner, kadının parmaklarından toprağına damla damla akan suyu her sabah damarlarına kadar çekermiş. Üç kata birer insanın düştüğü günler geldiğinde, yaz sıcağının ortasında açası gelmiş. Terasta hizasından denizi gördüğü onca kaktüs arasından ancak beş yıl sonra, güzelliğini görmeyi çoktan hak etmiş kadına çiçeğini vermeye niyetlendiğinde, mor tüyleri dalların arasından belirivermiş. Kadın ve adam işi gücü bırakıp çiçeğe hayran olmaya başlamışlar dakika dakika. Çocuk gelmiş o da hayran olmuş, dokunmaya kıyamamış, ama çocuk işte parmağıyla kaktüsün göbeğini gıdıklamış. Düşünmüşler çiçekten önce kaç gün dizisi unutulmuş kaktüs terasın köşesinde. Çiçeği olunca teras bile yakıştırılamamış kaktüse, adam saksıyı kucaklamış, çocuk önde kadın arkada kaktüsü bahçeye taşımışlar. Merdivenlerden inerken çocuk adama, adam basamaklara, kadın adama dikkat kesilirken, o an kaktüs kendilerinden bile daha önemliymiş. Bahçede yer beğenilememiş, nereye koysalar kaktüs yerine sığamamış, güzelliği uzamları aşmış. Bahçe beş kişi, sonra sekiz kişi olmuş. Mor çiçeğe kelimelerce hayran olunmuş. Çocuk dokunmuş bir ara, gözleri büyümüş.
“Bu el yapımı değil.”
O ne demek demiş adam. Biz yapmadık bunu, demiş çocuk, derimiz gibi, derimiz el yapımı değil. Bir yerlere ait, kusursuz bir kaktüs çiçeği. Parmaklarının ucunda hissettiği kadifeliği söze dökememiş çocuk, adamla kadın konuyu değiştirmiş. Göze gelen dile gelememiş, çocuk akşamüstüne kadar düşünmeye devam etmiş. Çiçek gerinmiş, daha da açmış sonra. Biraz daha gerindiğinde uçları saksıya değmiş. Gerinişe aldanan sinek, yapışmış kadifeye, uçamamış, galiba hayran da olmuş biraz. Ya da leş kokusuna mı aldanmış. Kadın sineği kıskanmış, örgüsünü bırakıp kaktüse davranmış. Sineğin meskenini tek savuruşta bozmuş. Savurduğu hıncı çiçeğin yarısını kaktüsten ayırmış. Tüyler dağılmış, mor kadifenin yarısı toprağa düşmüş, sinekse çiçeğin diğer yarısında kalakalmış. Düşen parçayla kadından da bir parça düşmüş, adına nazar demiş. Adam da çocuk da kusursuz çiçeğin kusursuz kayboluşuna anlam verememiş. Adını koyamadıkları his, çiçeğin ait olduğu yerden gelen bir esintiymiş. Yapan, yok edeni bilememiş. Güzel olan, dünyeviliği yenme niyetindeyken, beş yıla birden savrulmuş.
Beşeriyetçilik düşüncesi, 16. yüzyılda yüzünü göstermeye başladığında, tam olarak kastetmek istediği şeyin bu olmadığına eminiz. Reformasyonun gelişinden güç alıp insana, salt insan oluşundan ötürü öncelik tanımaya yer arayan hümanizm, ilk meyvelerini Thales’le verdiğinde henüz 6. yüzyıldaydı. Dünyanın merkezini kendini bilmekle tanımlayan Thales, çiçeklerin üzerinden sinekleri kovmadı. Çiçekleri çiçek oldukları için doğada bırakıp arkhe derdine düştüğü sırada, Xenophanes birden fazla tanrıyla baş edememeye başladı. Tek olduğunu iddia ettiği tanrıya ahlaki temeller atfetti. Bu praksisi es geçen Anaksagoras kaosla kozmosa nousla cevap verdi sonra. Güneşe taş dedi. Ardından özgür düşünce ve demokrasi Perikles’le dile geldi. Demokritos da gitti atoma öz dedi. Boşluğu atomlarla bir tutup Aristoteles’in ağzına laf verdi. Öğrencisi Protagoras, varlıkların ve yoklukların ölçüsü insandır diyerek bu sübjektif tavrı hümanizm yolunda nokta niyetine kullanmaya çalışsa da pek olmadı sanki. Malum duyunca gözlerimizin büyüdüğü ama içten içe beslediğimiz öznelcilik, asırlardır süregelen ve hala itiraf edemediğimiz tatlı bir bela olarak üzerimizde. Şimdi, Xenophanes’i anlamaya çalışıp hümanizm bir praksis olarak kabul edildiğinde, insan eylemlerinin ancak tarihsel ve toplumsal şekillenişi vasıtasıyla şimdiyi anlamlandırabileceği görülüyor. Peter Singer tarafından bakıldığında insana atfettiği değeri geri kalan tüm canlı türlerinden üstün tutması, hümanizmi tamamlayan ahlaki ve etik duruşun temeli olarak beliriyor. Antik Yunan’dan beri süregelen bu geleneğin bozulduğu 21. yüzyıl dünyasında seküler ve yararcı bir bakışla tamamlayıcı bulma çabası, hümanizmin moderniteye ayak uydurma yoludur belki de. Moderniteyi görünce klişe korkusuyla büyüyen gözleri az buçuk tasavvur edebilsem de henüz işe onu katmayı düşünmüyorum. Hümanizmin skolastik düşünceyle olan münasebeti yazıya daha gerçekçi bir yön verir diye düşünerek; “anlamak için inanıyorum” düşüncesi fonda, Augustinus’a göz kırpıyorum. Ufak bir ayrıntı olarak filozofun bu sözü realizmin de habercisidir, skolastiğin temel önermesidir. Zıt karakterlere sahip hümanizma ve skolastik düşüncenin aynı dönemde ortaya çıkışı bir düalizm güzellemesi olarak anlaşılabilir mi? Skolastik düşünce kısmen daha erken davranmış olsa da Hristiyan halkına dağıttığı at gözlüğünü 15. yüzyıl İtalyası bir erek uğruna hiçe saymayı başarıyor. Yaratıcılık söz konusu olduğunda skolastisizm geride kalıyor, hümanizm modern çağa yatkınlığı nedeniyle artı bir puanı kapıyor. Erken dönem, yükseliş dönemi ve geç dönem gibi tarihsellik açısıyla yaklaşmak yerine bıraktığı izler ve sayesinde gerçekleşen reform ve özgürlük hareketleri, skolastik düşünceyi kavramada daha elle tutulur nüanslar. Orta Çağ –kapsadığı yılları dillendirmekten ölümüne çekindiğimiz dillere destan dönem- Avrupa üniversitelerinde uygulanan bir eğitim tarzı olarak skolastisizm, eleştirel akıl yürütme yöntemiyle emir ve değer ahlakını fazlaca dikkate alarak, belirlenen konu üzerinde bu doğrultuda filozofların Hristiyanlığa yontulabilecek düşüncelerinin incelenmesidir diyebiliriz. Skolastik düşünce içi kutsal kitapların deri kapaklarından gelen buram buram bilim kokusu, kokunun yeniden isim verdiği teolojik öğretilerin yeni rotasıydı.
21. yüzyılda oldukça aşina olduğumuz post-truth kavramına bu noktada biraz dikkat çekmek gerekiyor. Güç için, var olmak ve dinin kabul edilebilirliği uğruna bilimi kullanan skolastik düşünce hakikat sonrası anlayışla aynı kaderi paylaşıyor olamaz mı? Post-truth belki daha masumları hedef aldı. Skolastik düşünceyse çelişmezlik ilkesi, nominalizm, volantarizm gibi yansımalara öncelik verdi. “Düşünüyorum, o halde varım”la hümanizmanın tarihi şekillenirken, “inanıyorum, o halde haklıyım”la hakikat ve gerçeklik algımızda yeni katmanlar açıldı. Her ne kadar günümüze uygun bir kavram gibi görünse de post-truth olarak adlandırdığımız gerçeklik-hakikat üzerine yapılan tartışmaların temeli Orta Çağ’a dayanıyor. Günden güne sorgulamaktan yorulduğumuz hakikat ve gerçeklik gerçeği atmosferin göbeğinden tarih boyunca bizi izledi. Bu ayrımı git gide yitirerek yine kendi elimizle yarattığımız tezviratın post-modern tabiri diyebileceğim post-truth, gerçeklikten çok bir hakikat arka planı yaratma derdinde (konu dikkatini çekenler için bir öneri).
Rönesans’la beraber şaha kalkan hümanizm ise yine post-modern fikrin temelinden bir parça oluşturabilmekle beraber, insanın salt insan oluşundan kaynaklı yüceltilmesi olarak tanımlanabiliyor. Tarihsel süreçte bu tanım kabul edilse de birey merkezli ilimlerden oluşan bir araştırma sistemi olarak “hümanizma” 19. yüzyılda literatüre geçiyor. Bir metot olarak ele alındığında birey merkezli ilimleri kapsıyor ve Orta Çağ’ın hangi köşesine iliştireceğimizi bilemediğimiz skolastisizme zıt bir öğretiden meydana geliyor. İtalya’da şehir devletlerinin kurulması, Rönesans’la olan göbek bağı, perspektiflere kadar kendini gösteren birey merkezli açılar, ve belki de break through habercisi. Francesco Petrarca’yla giriş, Leone Battista Alberti’yle gelişme, Rousseau’yla Yeni Çağ’dan hala devam eden ve sonuca ulaşmak yerine her defasında baştan şekillendirdiğimiz evrensel insan kimliği inşasına tanık oluyoruz. Fanny och Alexander ile Ingmar Bergman, bu inşaya bizi beş saatte tanık edebilse de çok daha önceleri Rotterdam’da olanca deliliğiyle bu işi tarihe geçirecek birisi işe koyulmaya hazırlanıyordu.
Horatius’un hakikati gülerek söyleme ilkesi Erasmus için, bizzat hakikatin kendisinin sorgulanmasında hicivle dile yansıyan bir sanat söylemi yarattı. Morias enkomion seu laus stultitiae, 16. yüzyıl İngiltere’sinde işçi sınıfını oluşturan köyden kente göçün yarattığı istihdamın göbeğinde, kapitalizmin tohumlarının yeni yeni atılmaya başlandığı günlerde henüz bir taslaktı. Taslak sonrasında Thomas Morus’a adandı. Desiderius Erasmus’un Deliliğe Övgü’sü, yalnızca birkaç günde tamamlanabilecek salt düşüncelerden oluşuyordu. Övgü yapılan öznelerin sadeliği ve kaya etkisi bırakan gerçekliği karşısında birkaç güne sığdırılamayacakmış gibi görünse de, hümanist düşüncenin en güzel örneği olan eseri bu denli kalıcı yapanın edebiyat, siyaset ve ilahiyatın hakikate bakan yüzü olduğu bana oldukça inandırıcı geliyor. Kitap, tahayyüle sığdırılacak olsaydı girişi oluşturan iki ana sütunu temsil eden iki cümle bizi karşılardı; gerçek bilgelik, deliliktir; kendini bilge sanmak, gerçek deliliktir. Her yeni güne farkında olmadan bu ikileme dair yaşanan eylem ve hareketlerle başladığımız çoğu zaman gözümüzün önünden kaçıverse de, Kuzey Avrupa Rönesans’sını dahi irrite edebilecek bu dilemma milenyumun da girişte olmasa da arka bahçesinde bir yerlerde göğe uzanmaya devam ediyor. Erasmus, protagonistini delilik olarak seçtiği, görünmez bir bedene yerleştirmeye niyetlendiği seçilmişini, doğumdan ölene kadar insanın baş etmek durumunda kaldığı bahşedilmişliklerle över de över. Bahşedilmişlikler, Latinlerin stultitia, Greklerin moria dedikleri delilik altında her satırda bir kelime daha ezilir. Kalem aşkı, evliliği, dostluğu, politikayı, savaşı, bilimi gözlerimizin önünde un ufak eder. Bu esnada haz almanın kahkahayla dışa vurumu okuyucunun un ufak edişi kabullenişine dönüşür. Delilik her zaman haklıdır, dilemmayı bize her kelimede daha da bulaştırır. Kahkaha öyle bir hal alır ki günden güne haykıramadan içimizde sönen onca isyana, edebiyatla, eleştiriyle varmamızı sağlar. Varmayı hala reddedenlere kitabın ilk sayfasını dahi açmamaları gerektiğini öneriyorum.
Gördüğünüz iki sütundan sonra hız kesmeden devam edilirse Demokritos’un aydınlattığı Minerva’yla karşılaşmanız an meselesi. Demokritos, Minerva ve delilik arasında dönen anlaşmayla Erasmus ilk sayfalardan itibaren anlatmaya çalıştıklarının adeta lansmanını yapıyor. Jüpiter’in yarattığı şu suratı asık pis Minerva. Gençliği, deliliğe ana olarak veren Minerva. Devamında merdiven başında Homeros’un fareleriyle kurbağası, Vergilius’un sinekleri, Ovidius’un cevizi, Seneca’nın övgüsü, Lucian ve Apuleius’un eşeği karşılıyor sizi. O sıralarda arkalardan bir yerden terennüm eden bir uyarı, davetin misafiri incitme değil ağırlayanın eğlencesi üstüne kurulu olduğunu mırıldanıyor. Sonra aniden savunmasından yılıp varlığını övgülerin kahkahasına bırakan okuyucuyu buyur ediyor.
Kimse seni övmezse, sen kendini öv!
Stapelia kendini övebilseydi kırılganlığı bilinmeze değil, övgüsünün gücünden gövdesine sirayet edecekti. İnsan övgüsünün gücünden değil, deliliğinin bilincinden sıyrılabilseydi, kırılganlığı hücrelerinde gizleyebilecekti.
Ara sıra yitip gitse de her sayfada bir terennüm daha beliriyor ki Erasmus’un edebi eylemi son bulmasın. Midas’ın Pan’ın müziğini dinlediği gibi, dinleyişimizin üslubu da deliliği anlayış yolunda davetin kuralları arasında satırlanıyor. Rönesans’ta alaya alınan bu üslubun, bu kendini övme güdüsünün, gün gelip de ihtiyaçları şekillendirdiği Erasmus’a bildirilmiş miydi dersiniz? Hiç sanıyorum. Zira delilikle övgünün iç içe geçtiği şu günlerde, birey tanımlarımızın bile zorla sığdırıldığı kalıplar, vahiy veya bildiriyle öngörülemeyecek kadar hayatımızın gerçeğinde azizim. Birkaç basamak sonra Thales’e varan morosphe, davetkârın baş yardımcısı bilge-deli kostümüyle devam etmenizi öneren bakışlar içinde size bakıyor.
Ben, babacan Homeros’un dediği gibi, sevginin tatlı coşkuları içinde doğdum.
Saadet adalarını ahiretin en mutlu yerlerinden biri olarak betimleyen Erasmus, Nepenthes otunun bu adalarda hüznü giderdiğini, gözleri büyüleyen merzengüşlerin Adonis’in bahçesini böyle insana layık hale getirdiğini ısrarla söylüyor. Bakkhos’un kızı Methe’nin sarhoşlukla zuhur ettiği, Pan kızı Apoidia’nın cehaletle bir olduğu yerde, Adonis’in bu gayreti yeteri kadar anlamlı gelmiyor mu bize? Küstah tavırlı özsaygı olduğu sürece artık gelmiyor. Delilik, unutmanın tanrıçası yüze gülme’yi, tembellik ve şehveti, bunaklık ve zevk-i sefayı arkadaşı saymışken hiç gelmiyor. Cariyelerin büründüğü bunaklık, deliliğin vefakar dostu unutmak ne de eli boldur oysa ki. Verdikçe verir insana. Verdikçe insan, insandan başka her şey oluverir.
Ne hoş ömür, hiçbir tür bilgelik olmaksızın geçen ömürdür.
SOPHOKLES
Çocuk bilgelikten olağanca çocukluğuyla yoksundu, stapelia’ya dokunduğunda. Ait olduğu yerleri hissederkense delilikten uzak, delilerin tahayyül edemeyecekleri yerlere ait olduğunu hissedecek kadar da yakındı deliliğe.
Bilge olmayan Lehte nehrine düştüğünde, akıldan yoksun ihtiyarlığa dönüşün, çocukluktan çıkamayışın sularında soyunuyor. Davete geç kalıyor fakat hazzı yansıyor sütunlar arasına merdivenlere varmadan, deliliğe fazlaca yansıyandan. Erasmus bu sırada bir övgü daha dizerek deliliğe, gençliğin hızlı akışını yavaşlattığını, can sıkıcı ihtiyarlığı bizden uzaklaştırdığını satırlara dağıtıveriyor. Momos, alay ve şaka tanrısıysa, Erasmus’u kinaye tanrısı ilan etmek yerinde olacak gibi. Delilik başrolü kapmışken, kadınlara sıra gelmeden davetin övülecek bir yanı kalır mıydı ki?
Kadınların, burada söylediklerime kızacak kadar deli olduklarını sanmıyorum. Ben onların cinsindenim, ben Delilik’im. Onların deli olduklarını kanıtlamak haklarında yapabileceğim en büyük övgü değil midir?
Stapelia başına gelenin kaynağı olarak kadın deliliğini gösterir miydi bilinmez. Kadın eli olmalıydı belki. Ama o da genelde iyi bilinirdi.
Cinsiyetleri ayırt etmeden yapılan övgünün yerini bulamayacağı Erasmus’un edebiyatına uymuş olsa gerek ki, Bakkhos lütuflarını kadına doğrultuyor. Erkeğin sırtını ihtiyarlığa yasladığı vahşiliğini, kadının gençliğin hoş betimlemesi olan narinliğini satırlar boyunca birleştiriyor. Erkeğin anlamsız sözlerini kastederken, kadının lütuflarına olan tutkusuna karşı doğan delilikten ibaret olduğunu söylüyor da söylüyor. Hava, su, ateşle bir tutulan dostluk kadınla erkeği örterken, merdivenleri ve övgü pankartlı daveti unutuveriyorsunuz sonra. Hicvine yakıştıramadığı namus bekçisi dostluk, Erasmus’un ufak bir kaçamağı olarak sayfaların bir yerlerinden sırıtıyor.
Genellikle anadan daha çok üvey ana olan doğa, bütün insanlara ve özelikle biraz bilgelik sahibi olanlara, ellerinde olana karşı isteksizlik göstermeyi, olmayana ayran olmayı emreden talihsiz bir eğilim vermiştir.
Uğursuz eğilim dediği şeyin kurtarıcısı bu sefer özsaygı oluyor. Her sabah, her akşam, her oturuş, her kalkış tamahkârlığımızı beslerken şu zamanlarda özsaygının bağımsızlığı, bir filozofa bildirilmiş olmamalıydı. Edimlerin aşkla bağlandığı özsaygıya yerindelik yükleyen Erasmus, hamurumuzda olana dair bir övgüye daha mı kalkışıyor dersiniz? Güzel ve hoş olanın varlığını edime, özsaygıyı deliliğe ithaf ederken belki de tam olarak buna kalkışıyor. Fakat içimizden atamadığımız bu tamahkârlık tümel deliliğimize ket vuruyor, tutkularımızı eriyip bitiriyor. Öbür yandan yüzümüze gülen bilgelik boyun eğdiği aklı günden güne kaybederken, en az hicivle dolu bir kitap kadar ağırlığını bedenlere yaymaya başlıyor. Mutluluk da söylemek yerine gizlemeyi tercih ediyor. Gizlemek yerine bilmek mümkün olsa bile bu hemen hemen her zaman hayatta mutlulukla takas ediliyor.
Yeryüzüne yansıyan stapelia, çocuğun parmaklarına değerken tamahkârlıktan bihaberdi. Çocuksa dokunurken övgüsünü yansıtana söyledi.
Erasmus övgüsüne, birkaç güne sığdırmış olsa da bir bedene sığdıramayacak kadar geniş anlamlar yüklüyor, övgüsünü insana adanmış fakat kabul göremeyecek kadar bedende olanlar bir kitabın sayfalarında ölümsüzleştiriyor. Sayfalar son bulduğunda bilgelikle deliliğin kavgası zihninde hala devam edenlere;
Platon’un bir mağarada eşyanın ancak gölgelerinin ve görüşlerinin bilgisine sahip olarak tasarladığı deliler, talihlerinden memnun iseler ve bu memnunluklarını haykırırlarsa bu mağaradan çıkıp eşyayı olduğu gibi gören bilgeden daha mutlu değil midirler?