Söyleşi: Dilan Balkay

Son güncelleme:

Kapak Görseli: Damla Es

Dilan Balkay yeni teklisi “Geceyi Dinle“yi 28 Temmuz’da dinleyicilerle paylaştı. Balkay ile hikâyesi aslında bundan çok daha eskiye dayanan şarkıyı, müzikal yolculuğunu ve ötesini konuşmak için temmuz sonu Kadıköy’de buluştuk. Ortaya aşağıya okuyacağınız keyifli ve düşünceli sohbet çıktı.

Nasılsın öncelikle?

İyiyim, keyifler yerinde. Sıcaklardan bunaldım biraz. Günler yoğun, çalışmak bana iyi geliyor.

Yeni teklin “Geceyi Dinle”nin yayınlanması bahanesiyle bir aradayız. Dinamik ve katmanlı bir şarkı olmuş, hikâyesini senden dinleyerek başlayalım.

2018 ya da 2019 senesiydi. Henüz Kuyu albümüm ortada yokken Evrencan Gündüz ile çalışıyordum. Bir yazı Dalyan’da geçirdik. Sabahları çok sıcaktı, erken uyanıyordum. Şarkı bu sürecin ortasında bir gece dağ manzarasına, ağaçlara bakarken ortaya çıktı. İstanbul’da, şehrin bunaltıcılığında olmakla doğada olmak arasındaki o çatışma ilham verdi. Tema da bunun üstüne kurulu. Gece sözleri yazdım, sabah uyandığımda gitarla oturup melodisini çıkarttım. Uzun süre bir köşede bekledi. Kuyu için çalışmaya başladığımda “Geceyi Dinle”yi de albüme dahil etmeyi planlamıştım. Bayağı da ilerlettik aslında şarkıyı. Daha funky, o kadar elektronik olmayan bir versiyonu ortaya çıktı; ama bir türlü içime sinmedi. Vokal performansımdan memnun değildim. Mix aşamasında vazgeçip “Bu şarkının son hali değil.” diyebildim. Tekrar bir süre bekledim. O sırada Arsan Salaryfar ile tanıştık, “Birlikte bir şeyler yapalım.” dedik. Arsan’ın prodüksiyonunun şarkının sound’una çok yakışacağını düşündüm. Her görüştüğümüzde “Ne zaman yapıyoruz?” deyip duruyorduk. Geçtiğimiz senenin sonlarına doğru başladık prodüksiyona. Kuyu için yaptığım versiyonda kullanmayı planladığım trompetleri koydum; onun dışındaki kısmı Arsan halletti. Parça başkalaştı ve bence sonunda güzel bir yere geldi.

Mutfakta emeği geçen diğer isimleri analım yeri gelmişken.

Vokalleri Şener Engin ile kaydettik. Mastering Adham Farid’e ait. Berke Köymen’in albüm versiyonundaki davullarını kullandık. Kapak görseli Serçin Çabuk imzalı, sanatçı fotoğraflarını ise Damla Es çekti.

Kapak: Serçin Çabuk

Gözünü yumsan yok olacakmışsın gibi hissettiren, seni günlük koşuşturmacadan uzaklaşan şarkılar neler?

Elimin sık sık gittiği parçalar var, ama moduma göre de değişiyor. Şu aralar Can Güngör’e ve son albümü Sular Dar’a takmış hâldeyim. Kalabalığın ortasında kaldığımda ve biraz bunalmış hissettiğimde onu dinliyorum.

Albüm ve tekli tartışması ezelden beri süregelen bir meseledir, sen de Kuyu’dan bu yana teklilerle karşımıza çıkıyorsun. Tercih ettiğin bir format var mı?

Kuyu’dan biraz yorulmuş biri olarak çıktım. Prodüksiyonunu Onur Güney Kumaş ile yapmıştık ve çok keyifli bir süreçti; ama bir yandan da yıpratıcıydı. Şu aralar sektörün ilerleyişi de her ay yeni tekliler yayınlamak şeklinde bir seri üretim kafasında seyrediyor. Kuyu’yu yayınladığımda bu sebeple bir hayal kırıklığı yaşadım; albüm formatının çok bir karşılığının olmadığını gördüm. Bir müzisyen olarak kırıldım, incindim. Bir süre elimi prodüksiyon tarafından çektim. Kuyu’dan sonraki ilk teklimi albümden bir buçuk sene sonra yayınladım, ama bu süre zarfında da pişirdim bir şeyler. Artık tekrar tükenmeye hazır hissediyorum kendimi, o yüzden kafamda bir albüme giriştim. Planladığım bir 6 – 7 parça var, bazıları nispeten diğerlerinden daha hazır. Bunlardan birinin adı “Bile İsteye” ve 1 Eylül’de çıkacak. Konsept albüm değil, tarz olarak birbirinden farklı şarkılar yaptım. Hislerim az çok stabil olduğu için sözlerde bir bütünlük var ama. Prodüksiyonun çoğunu üstlenmeyi planlıyorum şu an. Belki son aşamada güvendiğim biriyle kreatif mix gibi bir yere gidebilir.

Sektörün albümdense tekli formatına odaklanmış beklentileri canını sıkıyor mu?

Tabii ki bütünlüklü albümler bazında ilerletmek isterim mevzuyu, ama her şey çok hızlı değişiyor. Sanatçıdan hızlı üretmesi, dinleyiciden de hızlı tüketmesi bekleniyor. Onca koşuşturma arasında da uzun süre demlendirilmiş şeyler kaybolabiliyor. Özellikle de bağımsız ve nispeten ismi olmayan bir müzisyensen. O kaygılar biraz sıkıştırıyor beni. Bir yandan da her ay bir şey üretebileceğimi, üretsem de iyi bir şey üretebileceğimi düşünmüyorum. Çalıştığım şeyler üstüne bolca düşünmem, gecemi gündüz etmem lazım. Kuyu’daki parçalar da uzun süredir kenarda duran, demlenen parçalardı mesela. “Geceyi Dinle”den zaten bahsettim. “Tamam” da öyleydi. Bir parça yapınca “Bunu hemen şimdi yayınlayacağım.” gibi bir kafaya giremiyorum. 

Bahsettiğimiz durum işin sektörel kısmında bir eksi belli ki. Labellar ve dijital platformlar bir süreklilik olsun istiyor, aksinden pek hoşlanmıyorlar. “Sürekli bir şeyler gönder bize, ancak öyle öne çıkabilirsin.” diyorlar. Bu da müziği daraltan bir şey bence. İşini o kaygıyla yapmaya başladığında bir yerlerden taviz veriyorsun ister istemez. Müzikal kimliğimle çatışıyor. Orta yolu bulmaya çalışıyorum ben de.

Teklileri yayınlamamın avantajı farklı prodüktörlerle çalışmak oldu. Son tekliyi Arsan Salaryfar’la, “Bile İsteye”yi de Şener Engin ile yaptık. Ayrı isimlerle yaptığımız çalışmaların bir bütünlüğü olması gerekmiyor. Konsept albüm bu konuda daha stereotipik. Keşke “İki senede bir albüm yayımlıyorum, bu iki sene boyunca da yaptığım albümlerle konser veriyorum.” gibi bir rahatlığım olabilse. Eskiden öyleydi bu arada, albüm yapıp turlardın, sonra da yenisini yapardın. Her ay “Hadi,” diyen birileri yoktu, tüketim o şekilde ilerlemiyordu. Şimdiyse TikTok, Reels derken içerikleri çok hızlı almaya ve unutmaya başladık. Refleksimiz bu olmuş. Netflix’in sinemaya yaptığını müziğe yapıyor bu mecralar. Bu da beni üzüyor açıkçası. Ben daha duygusal bir yerden yapıyorum üretimimi. Sürekli dürtülmek motivasyonumu bozuyor, tembelleşiyorum. Her oturduğumda “Bir şey üretmem lazım.” kafasına giriyorum. O da küstürüyor beni çoğu zaman. Bir buçuk senemi bu şekilde geçirdim. Şimdi kafamda şu düşünceyi oturtmaya çalışıyorum: “Ben böyle bir müzisyen olmak zorunda değilim; yapmak istediğimi kendi zamanımda, kendi akışımda üretmek istiyorum.” O yüzden albüm formatına yeniden kanım kaynamaya başladı. Umarım böyle sürer.

TikTok, Reels gibi formatları eleştirirken insan boomer gibi görülebiliyor, ama aslında platformların iyi ve kötü yönlerini ayırt etmekle ilgili bir durum. Sahiden hızlı bir tüketim kültürü oluşturuyorlar. Sylvie Kreusch ile geçenlerde röportaj yapmıştım, bana şunu söyledi: “(TikTok’ta) bir saatte 100 yeni sanatçı keşfedebilirsin, ama o kadar anlamlı olmaz; hemen unutuverirsin. Birini (festivalde) keşfetmek ise daima hatırlayacağın bir deneyim. Bence çok daha özel. İşte o insanlar seni hiç unutmaz.”

Sanatçıları keşif opsiyonlarının değeri hakkında büyük laflar etmek istemem, ama festival keşiflerinin daha organik olduğunu düşünüyorum. Bir kere insanlar festivalde seninle daha çok vakit geçiriyor, örneğin 45 dakikalık bir setin varsa sana daha çok maruz kalıyorlar. Bazen birinin bir şarkısını dinleyip beğeniyorum, profiline girdiğimde geri kalan parçaları benlik olmuyor. O bir parça üstüne kurulu oluyor takdirim. Ya da bir şarkısını beğenip çalma listeme attım diyelim. Dönüp dönüp onu dinliyorum, o kişi başka neler yapmış diye bakmıyorum. Hepimiz bir şekilde hazır şeyleri tüketmeye alıştık. Oturup 40 dakikalık bir albümü dinlemek iş gibi geliyor artık. İki buçukluk saatlik filmleri izlemek de zorlaştı, daha kısa şeyler arıyorsun. Bu durum sanatın her yerine sızmış oldu.

Boomerlık konusuna gelirsek: Aslında biraz boomer hissediyorum kendimi. Yaşım da 28 oldu artık. Tabii ki bir şeyleri kaçıracağım. Ama “Bunlar dandiktir.” gibi bir yerden yaklaşmıyorum, sadece benim üretim şekline uygun bir format olmadığını hissediyorum. Bir de motivasyonum 3-5 kişi gelsin yeter gibi bir yerde değil, ben dinleyicimle sahiden tanışmak istiyorum. Öyle çok büyük bir kitlem yok zaten, konserlerde aynı yüzleri sık sık görüyorum. Şarkıya eşlik ettiklerinde oluşan atmosfer çok organik geliyor, tanışmanın başka bir formu gibi. Çok tuhaf ve değerli hissettiriyor. Anlattığım şeyleri dinlemiş, kendinden bir şeyler bulmuş, benimle orada olan insanları romantik bir yerden daha özel buluyorum.

Fotoğraf: Damla Es

Verdiğin konserlerinden hiç unutamadığın bir anı var mı?

Aklıma ilk gelen şey bir grupla verdiğim ilk konser. Kuyu’dan da önceydi. Kadıköy Muaf’ta vermiştim. Eşimi dostumu çağırdım ve olayın bundan ibaret olacağını düşünüyordum. Daha sadece “Bizi Bir Ettim”i yayınlamıştım. Konserde ise tanımadığım, bize eşlik eden bir sürü insan vardı. İnanamadım. Kulaklığım vardı, Güney dürttü, “Çıkarsana bir şunu.” dedi. Çıkardım, insanların sesini duydum. O andan bir fotoğrafım var, ağzım açık, elim kafamda. İnanılmaz bir andı, tanımadığım insanlarla şarkılarımı ilk kez birlikte söylemek… Tüylerim diken diken olmuştu, şu an düşündükçe bile oluyor. Her konserimde buna yakın hisler yaşıyorum. Çok sık konser vermememin bir avantajı bu hisse hiç alışamıyor olmak. Bu heyecanı, tazeliği de her daim korumak isterim.

Çok tuhaf bir şey üstüne düşününce. Kendi odanda kaydettiğin, dertlerini anlattığın bir şeyi insanlara sunuyorsun; oradan besleniyor insanlar. Kendi deneyimleriyle ortak bir şeyler yakalıyorlar. Onlarla birlikte duygulanıyorsun. Çok tuhaf ve özel bir şey.

Peki senin katıldığın konserlerden unutamadığın bir anı istesem?

Büyük Ev Ablukada konserlerine çok sık gittim. Çok severim. Hayatımda en çok eğlendiğim üç gün arasına girecek bir konserlerine tanık olmuştum. İzmir’de bir festivaldeydi. Önce biz küçük bir sahnede çalmıştık Canozan ve Sedef Sebüktekin ile. Bizden sonra da ana sahnede BEA vardı. En önde inanılmaz dans ettim, ertesi gün her yerim ağrıyordu. Çok tuhaf, harika bir şeydi. Başka bir BEA konseri boyunca da ağlayarak dans ettim. O ekibin bana sözleriyle, müzikleriyle, enerjileriyle onca farklı şeyi aynı anda hissettirebilmesi müthiş bir deneyim. Canlı müziğin en yoğun yeriydi benim için.

Şimdiye kadarki işlerin içinden şekillendirmesi kolay ve zor olmuş iki şarkı seçebilir misin?

Çok zor bir şarkı Kuyu’dan “Düş” olabilir. Kafamda duyduğum bir hâli vardı, ona yaklaştırmayı takıntı hâline getirmiştim. Bir türlü olmadığını hissettiğim bir süreç geçirdik. Kuyu’dan önce birkaç kere şekillendirmeye çalıştım. Arkadaşlarımla uğraştık, bir türlü içime sinmiyordu. Albüm çıkarken bile “Tam olarak olması gerektiği gibi değil.” hissi vardı içimde. Şu an dinlediğimde böyle hissetmiyorum. Çok razıyım kendisinden. Ama sancılı bir süreci oldu.

En kolayı da “Parçalanmadan” oldu. Oturdum ve yaptım. Prodüksiyonu benden, birdenbire ortaya çıktı. “Düş”ün karmaşıklığından da çok uzak bir parça zaten; lo-fi, loop üzerinden dönüyor… O an aklıma gelen her şeyi yaptım. İki günde her şeyi bitmişti.

“Geceyi Dinle”nin Serçin Çabuk imzalı kapak görselini çok sevdim, ondan hareketle ilk oyunumuza geçelim isterim. Üç kapak görseli göstereceğim, üstüne konuşacağız.

İlk görsel:

Alfa Mist – Variables

Çok güzel bir kapak, evet. Buradan Alfa Mist’in adını sildiğinde de müziğe dair bir sürü şey çıkarabilirsin, o çok özel. Tek başına bir beyanı var. Seni bir dünyaya götürüyor, müzikle birleşiyor ve ikisi birbirlerini büyütüyor.

Sıradaki görsel:

Young Fathers – Cocoa Sugar

Bilmiyordum bunları, bakarım.

Senin gibi eklektik bir müzik yapıyorlar. Günümüzde de çoğu kişi işin eklektik tarafında. 

Evet, katılıyorum.

Dinleyici tarafında da post janra bir dönemde yaşıyoruz, herkes her türde müziğe kulak veriyor. Bunu olumlu görüyorum şahsen.

Ben de öyle. Aksi çok sınırlayıcı oluyor zaten. Spesifik janrlara dair her şey yapıldı, tüketildi. Tek bir janrda üretim yapan kişileri dinlediğinde “Bu kişi şunlardandır.” diyebiliyorsun direkt. Ki iyi yapıldığında bu başlı başına sorun teşkil etmiyor. Ancak janrlar arasındaki o kayganlık, akışkanlık çok hoşuma gidiyor.

Son görsel:

Squid – O Monolith

Güzelmiş. Bilmiyordum. Nakış gibi bir estetiği de var. Hikâyesini öğrenmek isterdim.

Sıra sıradaki oyunda: Sana üç şarkı dinleteceğim, sen de düşüncelerini paylaşacaksın.

(Bolis Pupul ve Charlotté Adigery’den “HAHA”yı dinliyoruz.)

Ben bunu çok yakın bir zamanda dinledim! Kim bu? Haftalık Keşif gibi bir yerde karşıma çıkmış olabilir. 

Hem eğlenceli hem de ürkütücü bir şarkı. Delirme anlarının müziği gibi.

Evet. Kesinlikle histerik bir tarafı var.

(SUUNS’tan “2020”yi dinliyoruz.)

Hiç duymadığım birileri. Sevdim. Genel bu tarzda mıdır şarkıları?

Evet. Deneysel, krautrock, elektronik, ortaya karışık.

(guguou’dan “Yürür İnsan Kalbiyle”yi dinliyoruz)

Tamamı Türkçe mi bunun, emin miyiz? Bir yerlerde Lazca duydum sanki. Çok merak ettim sözlerini. Melodiler pentatonik yapıda, bir de sözler eklenince çok enteresan bir harman oluyor. Buna bir bakarım sonra.

Müzik dinleme platformunun arama geçmişinde görünen son üç şey ne?

Can Güngör dinlemişim. Birkaç gündür hep onu dinliyorum, Sular Dar bence son yılların en iyi Türkçe albümlerinden biri; bütün şarkıların üstünde ince ince uğraşıldığı belli oluyor. Türkçe 2000’ler çalma listesi geliyor Güngör’den sonra, başka bir proje için göz atmıştım. Bir de Troye Sivan’ın “Rush” şarkısı var.

Bugüne dek birçok sanatçıyla ortak çalışma yaptın, keşke bir gün ortak çalışsak dediğin kimler var?

Büyük Ev Ablukada var kesinlikle. 2013’ten beri hayalini kurduğum bir şey. Can Güngör de var. Hiç olacakmış gibi yaklaşmak istemem, kalbim kırılmasın. Bir de Yasemin Mori’yi sayacağım. Özellikle Büyük Ev ile Mori hem müziğimi, hem şiirimi çok şekillendirmiş isimlerdir; hiç değişmez bir ikili. Güngör’ün kompozisyonu ve şiiri ise çok yüksek bir sanat gibi geliyor. 

Buradan sonrasına yönelik başka nasıl planların var?

Tekli ve albüme ek olarak live session çekmek istiyorum. Akustik ve kalabalık bir ekiple… Bir de üzerinde çalıştığımız ufak tefek işbirlikleri var. Sene sonuna kadar aktif bir dönem olacak gibi.