Serkan Emre Çiftçi ile Ekim’e Dair

Serkan Emre Çiftçi’yi öncelikle Gevende’nin trompetçisi olarak tanıyoruz. Geçtiğimiz sene gruptan Ahmet Kenan Bilgiç ile ortak yayınladığı albüm Substratum ile hayli etkileyici bir iş ortaya koyan Çiftçi, bu defa da ilk solo albümü Ekim ile karşımıza çıktı. Deneysel virajları, modern ve öngörülemez doğasıyla Ekim‘in dinledikçe devleşen bir yapıt olduğunu söyleyebiliriz. Albümün hikayesini sanatçının kendisinden dinlemek için kendisiyle bir söyleşiye imza attık. Keyifli okumalar dileriz.

Öncelikle pandemi gündeminde hayat nasıl gidiyor?

Aslında bir süredir evde bu albüm üzerine çalışıyorum. Bunun yanında vaktimi diğer müzisyen arkadaşlarımın şarkıları için trompet ve synthesizer kayıtları, zaman zaman da üflemeli ve yaylı aranjmanları hazırlayarak geçirdim. Bu süreci olabildiğince verimli kullanmaya çalıştım ama bir yandan da sahnede çalmayı ve insanlarla bir araya gelmeyi çok özledim.

İlk solo albümün Ekim nasıl bir sürecin sonunda ortaya çıktı? Uzun bir hikayesi var sanırım…

Ekim, bir müzikal fikrin tohumlarının ekim sürecini anlatan bir albüm. Bunun yanında kendi içsel yolculuğumdan yola çıkarak insanın varoluşunu, dönüşümünü ve yenilenme döngüsünü anlatmayı istedim. Albümü yaparken aklımdaki en önemli kıstas; herhangi bir enstrümanın müziğin önüne geçmeden şarkıların hissini ve hikayesini aktarabilmekti. Sevgili Orhan Cem Çetin’in albüm kapağı ve her şarkı için ayrı hazırladığı harika çalışmalarıyla da bu hikayeyi görselleştirebildiğimizi düşünüyorum.

Albümün künyesi kalabalık sayılmaz. Enstrüman özelinde iki kişisiniz: Trompet ile synthesizer’da seni, birer şarkıda keman ile mandolinde Ömer Öztüyen’i dinliyoruz. Stüdyoda hem müzisyen hem enstrüman bakımından az ve öz olmak, albümün yaratıcı ruhuna nasıl tesir etti sence?

Albümü hazırlarken aşırılık ve fazlalıktan uzak durarak hikayeye odaklanmaya çalıştım. Kullandığım analog synthesizer’ların da kişilikleri olduğunu düşünüyorum. Hepsinin ayrı yapabildikleri, eksiklikleri, parladıkları yerler var. Üstelik bendekilerin yarısının yaşı bana yakın.
Puredata ise müzik programlama açısından çok esnek bir yazılım. Onu da tıpkı bir robot asistan gibi, kayıt anında elimin yetişemediği her şeyi benim için çalması yönünde geliştirdim.
Ömer Öztüyen’in bu albüme katkıları ise benim için çok büyüktü. Yıllarca aynı sahneyi paylaştığım virtüöz müzisyenin az ama öz dokunuşlarıyla o şarkılara can kattığını düşünüyorum ve albümümde yer almasından gurur duyuyorum.

Kendi yazdığın algoritmalarla besteler ürettiğin detayı üstünde duralım biraz. Nasıl işledi o süreç?

Şarkıları yaparken şu 3 aşamayı takip ediyorum:

İlk aşamada Puredata ile oluşturduğum sistemi kuruyorum. Yazılımın içinde davulların, kabaca bass yürüyüşlerinin, armonik ve melodik öğelerin, neleri, nasıl çalması gerektiğinin prosedürlerini belirliyorum. Örnek olarak “Kervan”daki ukulele gitar gibi duyulan seslerin hangi hızla, ne uzunlukta, ne sıklıkta ve hangi notalarda çalınması gerektiğini belirliyorum.

İkinci aşamada ise yazdığım algoritmayı ekipmanlara canlı olarak çaldırırken, trompet ve synthesizer’larla eşlik ederek birkaç sefer kayıt alıyorum.

Son aşamada bu yaptığım kayıtları düzenleyip mix aşamasına geçiyorum.

Puredata’yı sadece algoritmalar için değil, şarkıların içinde kullandığım “FM Synthesizer”, “Granular Sample Player” gibi enstrümanları tasarlamak için de kullanıyorum. Örneğin “Uzun Salı”da, bukalemun gibi şekil değiştiren vibrafonumsu, zaman zaman gitarımsı ve çan benzeri sesleri de bu enstrümanlarla çalıp kaydettim.

Albümde yarattığın modern ve deneysel sound’u başından beri hedeflemiş miydin? Ne kadarı çalışma ortamıyla (Puredata, pandemi vs.) kol kola şekillendi? 

Yıllarca trompetime efekt pedalları ile boyut katmanın çeşitli yollarını araştırdım ve çokça kullandım. Zamanla müzikal programlama yapabileceğim yazılımlara gönül verdim ve bunun müziğime nasıl bir katkısı olabileceğine kafa yordum. Analog synthesizer’ların yeniden üretiminin ve ulaşılabilirliğinin artmasıyla birlikte insan-makine-yazılım birlikteliğinin yaratacağı müzikal yolculuk üzerine çalışmalarımı hızlandırdım.

Albümün kapak görseli Orhan Cem Çetin’in imzasını taşıyor. Kendisi albümden her şarkıya da ayrı ayrı görseller hazırlamış. Nasıl gelişti, ilerledi bu ortaklık?

Orhan Cem Çetin, Gevende’den dirsek teması içinde olduğumuz şahane bir sanatçı abimizdir. Gevende’nin Kırınardı‘sı için yaptığı seri büyüleyiciydi. Albümüm için “Slit Scan” denilen teknik ile hazırladığı çalışmalarındaki ince, anlam yüklü detaylar bence albümün fikri ve hissi ile müthiş örtüştü. Birlikte çalışmak çok keyifliydi ve onur duydum.

Geçtiğimiz sene Ahmet Kenan Bilgiç ile ortak albümünüz Substratum piyasaya çıkmıştı. İlginç bir arka planı vardı bu projenin, bir mapping performansına soundtrack olarak arzı endam etmişti. Mapping performansı dediğimiz şey nedir, böyle bir projeye nasıl soundtrack hazırlanır? 

Substratum projesi İngiltere’de doğmuş ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde gösterime girmiş çok başarılı bir işti. Bu başarının mimarı Rowan Fae, müziklerini Ahmet Kenan Bilgiç ile bana emanet ederken gösterinin hissiyatını ve gidişatını iyi anlatan görseller ve yazılı materyaller sunmuştu. Gerisi bu hislere ve zamanlamaya uygun müzik bestelemeye kalıyordu. Substratum, ilk gösterimini Ahmet’le Bristol’da beraber izlediğimiz çok etkileyici bir performans eşliğinde sergiledi. Nitekim devamında çeşitli Avrupa ülkelerinde festivallere katılıp “en iyi prodüksiyon”, “en iyi video mapping” ve “en yenilikçi ses tasarımı” ödüllerini aldı.

Sırada ne gibi planların, projelerin var?

Pandemi sonrası konser verip bu şarkıları canlı çalabilmek için hazırlıklara başladım. Bunun dışında çeşitli müzisyenlerle ortak çalışmalara ve yeni şarkı çalışmalarını planlamaya da zaman ayırmak istiyorum.

“Sabah” kuş cıvıltısı efektleri ve enstrümanların tonuyla ufuktaki baharı müjdeliyor gibi. Bu vesileyle herkese sorduğum soruyu sana da sorayım: Pandemide ve sonrasında müzik sektörünü neler bekliyor olabilir?

Salgının yanı sıra ekonominin aldığı yara da müzik sektörünü uzun süre etkileyecek gibi gözüküyor. Ve bence müzik insana tam da böyle zamanlarda gerekli. Hayattaki her şey entropiye tabidir ve yaşadığımız süreç de aynı şekliyle kalmayacaktır. Şu durumda yılmadan, en iyi bildiğimiz işe dört elle sarılmak, oradan kendimize yeni yollar, yapılar bulmak ve inşa etmek yapabileceğimiz en doğru şey olurdu diye düşünüyorum.