Kapak Fotoğrafı: Ayşıl Dila Bayrakgil
Semi Dönmez bir DJ, prodüktör, müzisyen ve aslında özünde gerçek bir müzik nerd’ü, delisi, araştırmacısı. Setlerinde en yaygınından en aykırısına çeşit çeşit ekipman kullanıyor, bunlar içinde 1940’lardan kalma test ekipmanları ve eski model televizyonlar bile var. Semi ile çok sayıda cihazını bulundurduğu Kadıköy’deki stüdyosunda oturup hem kendisinin, hem de birlikte yaşadığı analog ve dijital dostlarının hikâyesini konuştuk.
Semi gerçek ismin mi?
(gülüyor) Evet, gerçek ismim. Eren Semi Dönmez. Semi Arapça bir kelime. İşitmek, duymak demek.
Yapımcısın, DJ’sin, müzisyensin, müzik nerd’üsün. Biraz kendini anlat, müzikal geçmişini konuşalım.
Klişe bir laf olacak belki, ama müziğe hep ilgiliydim. Tam anlamıyla adım atmam ise bas gitar çalmaya başlamamla oldu. Bir metal grubum vardı. Lisede başladım, Kadıköy’deydim. Metal, blues gibi çevre janralarını çaldım hep; sonra da bir süre Fransa’da okudum. Orada caz-funk kulüplerinde caz çaldım, enstrümanım yine bas idi. Sonra İngiltere’ye gittim, birkaç sahne de orada çaldım.
Fransa’nın elektronik müzik sahnesi çok güçlü, gittiğimde de öyleydi. Direkt etkilendim.
Kimler kaldı oradaki zamanlarından aklında?
İsimlerden çok sound’lar aklımda kaldı. Fransa’da küçük bir şehirdeydim, her yerde daima partiler oluyordu. Frenchcore ve diğer sert janralar çok yüksek bir varlığa sahipti hep. Psytrance falan da çalınıyordu. Fransızlar çok fazla üretiyor zaten. Elektronik müzik yapmaya orada başladım. Etkinliklere gide gele… Küçük bir şehir olduğu için lokal sanatçılar çoktu. Öyle büyük sanatçılar gelmiyordu genelde. Ableton’ı ilk o zaman indirdim, yıllardan 2015 ya da 2016’dır herhalde.
Türkiye’ye dönünce To My Lonely Sik Kid ile çaldım. O esnada kendim çalmaya da devam ediyordum. 2017 yılına kadarki başlangıç hikâyem böyle. DJ’lik yapmaya başladığım 2017 senesinde bir yandan psikoloji okuyordum. İstanbul’a döndüğümde devam ettim okumaya. O esnada yavaş yavaş müzik işlerinde çalışmaya başladım. MFÖ’de sahne teknisyenliği, roadie’lik yaptım. Sahnenin kurulumuna falan bakıyordum. Onun yanında elimden geldiğince jingle işleri almaya çalışıyor, belgesel müziği yapıyordum. Bir süre sesli kitap işine girdim, sonra sesli tiyatro işleri geldi. En son TRT’ye bir şeyler yapmaya başladım. O esnada da bayağı bir ekipman toplamıştım. Daha güzel bir stüdyom vardı. Orada oturduğum bir gün Ableton’da ut yazıyordum. “Yeter artık, daha da jingle yapmayacağım!” diye isyan ettim. Bir arama yapıp tüm jingle işlerimi iptal ettim, bir daha da o tarz bir iş yapmadım. Artık eskisi kadar prodüksiyon işi almamaya çalışıyorum. Kendi işlerimden prodüksiyona bakamıyorum çünkü. Prodüksiyona bakarken de başka bir şey düşünemiyorum.
O noktada bağımsız bir sanatçı olmuşsun aslında.
Evet. Oradan sonra DJ’liğe çok yöneldim. Son iki, iki buçuk yıldır neredeyse sadece live set DJ’likten kazanıyorum. Prodüksiyon, mastering işleri oluyor; ama esas odağım DJ’lik. Bir de ekipman alım satımı. (gülüyor)
İlk başta elektronik alandaki üretimlerini bilgisayar üstünde yapıyordun. Şu anda oturduğumuz stüdyonda ise çevremiz belki yüz farklı fiziksel ekipmanla sarılı. Bu nerd yolculuk senin için nerede başladı?
Hep izliyordum insanların neler yaptığını, stüdyoların fotoğraflarına bakıyordum. Aldığım ilk ekipman şu an burada değil, muhtemelen Metz’dedir, ona vermiştim. Bir Novation Circuit idi. Tabii ilk başlarda bir MPK Mini klavye de almıştım. Sonra birkaç synth geldi. Elektron Machinedrum’ım vardı bir de. 2018’de ise test ekipmanlarıyla ilgilenmeye başladım.
Test ekipmanları deyince okurlarımızın kafasında “O ne?” gibi bir soru belirebilir. Orayı izah edebilir misin, test ekipmanı dediğimiz şey nedir?
Test ekipmanları elektrik-elektronik alanında kullanılan cihazlar, müzik için üretilmiş aletler değil. 1940’ların sonunda ayrıca müzik yaratmak için kullanılmaya başlıyor, bir akım doğuyor buradan. Bunlar elektronik ses üreten ilk cihazlar. Amaçları ses üretmek olmasa da o alanda yepyeni şeyler yaratıyorlar. Commercial bir yanı olan müzik aletleri asla değiller, 1948’de birkaç stüdyo bunları kullanmaya başlıyor.
Bir bakıma anti müzik cihazlar.
Aynen. Zaten o dönemler elektronik müzik çok soyut bir yerde. Bu cihazlardan ya klasik müzik gibi başka kayıtlar çalınıyor, ya da musique concréte gibi daha formsuz müzikler çıkıyor. Teyplerden de çokça yararlanılıyor. Özetle bu ekipmanlar elektronik müziğin özü, çıkış noktası, duyduğumuz ilk elektronik sesler. İlgim de bu sayede başladı zaten, bu gördüklerinin işin kökü olduğunu fark etmemle.
Günümüz popüler elektronik müziğine kıyasla da oldukça ilkel bir noktada kalıyor bu ekipmanların kimliği. Mimaroğlu ve akranlarının ortaya çıkardığı o ilk elektronik müzikle bir değil asla.
Belki de Mimaroğlu bugün yaşasa drum ‘n bass, deep house falan çalacaktı. Gerçi muhtemelen olmazdı böyle bir şey. Mimaroğlu bugün yaşasa Bilgi Müzik’ten mezun, ambient yapan bir adam olurdu. (gülüyor)
Mimaroğlu çok büyük bir isim. Hem teyplerle, hem de bu ekipmanlarla çalışıyor. Türün öncülerinden bir de Bülent Arel var. Tabii onlar hep ABD’de çalışıyor, Türkiye’de bu ekipmanların stüdyosu hiçbir zaman kurulmadı. Kurulacakmış aslında, Arel getirecekmiş. Gümrükte takılmış ekipmanlar, geri gitmiş.
İkinci Dünya Savaşı esnasında çok fazla insan bunları kullanıyor, savaş bitince ise onca ekipman boşa çıkıyor ve müzik işlevleri açığa çıkıyor.
Bu ekipmanları toplama yolculuğun hurdacılardan geçiyor değil mi?
Evet. Ankara’da tanıdığım biri vardı, ondan aldım ilk ekipmanlarımı. İşin bu kadar ilerlemesini beklemiyordum, 2019’a kadar üç tane vardı elimde. Ondan sonra deli ivmelendi.
Çok da araştırılmayan bir alan aslında. Türkiye’de bunlarla çalan kimseyi duymadım. Hiçbir okulda stüdyosu yok.
Gören ne olduğunu anlamayabilir de, çoğu dışarıdan küçük mekanik kutular gibi duruyor.
Evet. Görüntüsü, estetiği çok tatlı. O detay beni çok içine çekiyor. Bugün de bunlardan öyle çok uzak bir noktada değiliz aslında, görsel olarak bile. Müzikte kullanım amacıyla yapılan synth’ler ile test ekipmanı olarak üretilen şeyler aslında birçok açıdan birbirine benzer. Önemli bir fark, synth’lerde quantize etmek diye bir tabir var. Test ekipmanlarında sesleri regüle etmek diye bir şey yok, çünkü bir ses aralığı yok. Aralıksız biçimde, frekanslar arası dönüyorsun. Frekansları da çok keskin bir şekilde seçebiliyorsun zaten.
Test ekipmanlarını çoğu setine taşımıyorsun tabii. Setlerinde kullandığın cihazlardan bahsedelim.
Olur. Test ekipmanlarını kullandığım setler oldu, ama çok nadir dışarı çıkarıyorum. Ya onlarla bir şey hazırlamış olmam, ya da öyle bir teklif gelmiş olması lazım. Sunduklarımla bir şey anlatıyor olmam lazım. Ama çok ağır aletler olduğu için ve setlere de birkaçını değil, çoğunu götürmem gerektiği için çoğunlukla çıkarmamayı tercih ediyorum.
Onun dışında bilgisayarsız kullandığım bir deep hypnotic groove techno setim var. Onda test ekipmanları gibi modüler bir sistem olan Eurorack, drum machine ve ikinci bir analog synth (monosynth) kullanıyorum. Her zaman bu üçlüyle gidiyor. Öbür live setimi de iki tane Elektron, -biri analog ritim, biri sampler-; bir de küçük modular case’im şeklinde götürüyorum. Çaldığım janraya göre götürdüğüm set de değişiyor. Dördüncü ve son setup’ım da Ableton ve controller’dan ibaret. Bunları janraya göre ayırdığım için kendilerine ait ayrı noktalarında duruyorlar odanın.
Biraz Eurorack’ten bahsedeyim. İlk kez 2019’da kullanmaya başladım. Case ile birkaç modül almıştım. Techno yapma amacım yoktu başta, ama Eurorack üstünden ilerledikçe sound’um oralara evrildi. Kendi içinde bir makine kuruyorsun gibi bir sistemi var. Modülleri seçerek sistemini kuruyor, kendi kutunu yaratıyorsun. Konserlere bolca çıkardım kendisini, çokça kez kullandım. Başka setup’ların yanında çıkarıp bir efekt kutusu olarak kullandığım bile oldu. Ama çok büyük olduğu için en çok evde ses yaratmak, doğaçlama çalışmak için kullanıyorum. Gördüğün Eurorack’i değerli Tunç Çakır ve Efe Çakır yaptı, kendi Vaemi markaları. Bunu da bana hediye ettiler. Yapım sürecini neredeyse birebir gördüğüm, üstünde çokça uğraşılmış bir modül.
Elektron’lar ve Ableton ile yaptığım setleri genel olarak break üstüne kuruyorum. Çoğunlukla UK sound’ları içinde kalıyor o setlerim. Ana odağım da o soundlar zaten; garage, jungle, elektro, breakbeat, broken beat… Hepsiyle deneysel çalışmalar yaptığım da oluyor tabii.
Çok gıcık bir sorum var sana: Diyelim ki ıssız bir adadasın ve bu setup’lardan sadece birini yanında götürebildin. Bu hangisi olurdu?
(gülüyor) Techno setimle yaşıyorum direkt, onu seçeceğim. Garage yapıyor olsam da techno setimi kullanabilirim hem.
Tahmin ettim, odadaki konumu diğerlerinden daha özel olduğunu düşündürmüştü.
Evet. O apayrı bir şey. Üstünde çalışırken durmuyorsun hiç, molalar yok; daima ilerlemeye çalışıyorsun. Bir akışa çok rahat girebiliyorsun, tam bir akış setup’ı. Otur, başla biraz, gerisi kendini getiriyor. Ableton’da biraz da hazırlıklı oluyorsun, molalar oluyor. Tabii bir setup’ı yaratmak için belli bir mesai harcamak lazım, akış ondan sonra geliyor.
Akış dediğimiz şey senin için bir meditasyon aslında, değil mi?
Aynen, tam olarak öyle bir yerden yaklaşıyorum. Hiçbir şey düşünmüyorsun, sadece o sestesin. Setlerde de, evimde de alıp götürüyor beni.
Odadaki diğer cihazlara değinelim:
HP 8003A Pulse Generator: Pulse generator elektronik müziğin icra kısmında yer alan ilk isimlerden Karlheinz Stockhausen’ın kullandığı bir cihazdı. Ben de bas olarak kullanmayı çok seviyorum. Kick’ler ve diğer ritimsel şeyler yaratmak için de ideal. Uzun araştırmalarım sonucu buldum. Stockhausen’in favorisi olduğu için çok kullandım. O kadar eski bir düşünceyi ele alıp yeniden yaratmak çok keyifli.
Elektron Analog Rytm / Elektron Octatrack: En sevdiğim cihazlardan ikisi. Bir İsveç markası olan Elektron’u hep biliyordum aslında. Kendi hikâyeleri ve perspektifleri hoşuma gidiyor. “Bilgisayarlar gelip geçicidir, cihazlarımız kalıcı.” gibi bir mottoyla çalışıyorlar. Sahiden de çok dayanıklı, sonraki jenerasyonlara kalacak, bir işlemciye bağlı olmadıkları için zamanla eskimeyecek cihazlar üretiyorlar.
Cheesy Instruments / Semi Özel Üretim Mastering Chain: Cheesy ile beraber yaptığımız bir cihaz. Mastering kısmının live set’lerde sorun olduğunu hep duyuyordum. Bir mastering chain’e ihtiyaç vardı. Cheesy ile iletişime geçip bunu yaptık. Kendilerinin estetiği çok güzel, harika işler yapıyorlardı. Artık kapandılar. Kompresör, preamfi, limiter, EQ, saturation gibi birçok özelliği barındıran bir mastering cihazı. Bende yeri çok özel. Çok da emek verdik Cheesy ile bunun için. Hangi devrede nasıl bir sound olacak, stereosu olacak falan derken çok uğraştık. Kendilerine çok teşekkür ediyorum buradan da.
Boss BX-8 16-Channel Stereo Mixer: En sevdiğim mikser. Sekiz kanallı bir tane vardı elimde, arkadaşıma verdim. Geri vermedi bana. Ben de hırs yapıp 16 kanallısını aldım. (gülüşmeler) Sekiz kanallıyı geri istedim, hâlâ alamayınca aynısından bir tane daha aldım. Sesi harika, aşırı güzel tonlar alıyorsun. Çok kompakt bir cihaz.
Akai MG614 Casette Recorder: Bu cihaz casette recorder’ların Rolls Royce’udur. Türünde görüp görebileceğin en iyi örneklerden biri. Kol koyma yeri de var, aşırı konforlu. Henüz çok kullanamadım, bir ay oldu alalı. Kasetler üstünde oynamayı çok severim ama.
Hama Video Script 550: Ekrana sinyallerle yazı yollayan bir cihaz. Live setlerimde kullanmak istiyordum. Bunu hiçbir zaman başaramadım, evde arkadaşlarıma yazılar yazdığım bir alete dönüştü. Gel sana küçük bir şov yapayım, ekrana Kıyı Müzik yazayım.
Ableton’da çalışmanın sende ne gibi artıları oluyor?
En çok Ableton’da çalışıyorum aslında. Kafamda kuruyorum orada bir şeyleri önceden. Prodüksiyon apayrı bir mevzu, oralara girmiyorum. Ama bir set, bir akış hazırlayacaksam önceden kafamda kanal kanal bir sistem yaratıp öyle harekete geçiyorum. Çok çeşitli bağlantılar kurabiliyorsun Ableton’da, bir sürü şey keşfedebiliyorsun. Bir kanal ya da ses sınırın olmadığı için de bir şeyi oldurana kadar çalışabiliyorsun; dura dura, planlaya planlaya… İstediğin boyutta bir şey yaratabiliyorsun. Bu bir artı kesinlikle.
Geniş bir Ableton kütüphanen vardır diye tahmin ediyorum.
Bu bilgisayarım yeni. Yani henüz çok geniş değil. Yine de kullandığım bayağı bir şey var. Tüm main plugin’lerim burada. Onları indirdim henüz sadece, ama arşivi de saklıyorum. Sevdiğim şirketlerin plugin’lerini hep saklarım. Arayüzleri güzel plugin yapan şirketler var, crack’leyerek ya da satın alarak hallediyorum.
Plugin arşivinden bazı favorilerini paylaşabilir misin?
Favorim Max for Live. Onun arşivi çok büyük. Vital, Serum, Roland Cloud gibi plugin’leri çok kullanıyorum. Serum çok rahat. Dijital sentez çok rahat bir şey. Sık sık tercih ediyorum. Eskiden daha dijital bir sound yapıyordum. Çok severim dijitali, kendine has bir estetiği var. Ableton’ın kendi stok plugin’leriyle de dijitalin estetiğini sonuna kadar alabiliyorsun, istediğini yaptırabiliyorsun. Analog synth’in çok az bir farkla sınırları var, dijital ise adeta sınırsız sayılabilecek bir alan. Estetiği bambaşka.
Çoğu DJ setlerinde tek bir controller ile çalışır. Senin bunca ekipmanı götürdüğün setler mekandaki çalışanları şoke ediyor mu, seti sahneye bağlamak kaotikleşiyor mu?
Evet. Zaten bağlantı işlerini asla mekâna bırakmamaya çalışıyorum. Yanımda yedek prizim, yedek ses kartım, tüm diğer bağlantılar oluyor. Live çalarken sesçiyle ya da sahneyi düzenleyen kişiyle çok iletişimde oluyorsun. Hepsini de çok seviyorum, ama asla setimi onlara kurdurmak gibi bir şeye girişmiyorum. Ben kuruyorum, onlara iki tane kablo veriyorum sadece. Bir şey olur, bir şey yanlış takılır, onu riske atamıyorum. (gülüyor) Neyse ki hiç öyle bir sorun olmadı şimdiye kadar. Aşırı dikkatli davranıyorum, bir şey bozulursa yerine oracıkta başka bir şey koyamam çünkü.
Setlerinin multimedya bir yanı da oluyor bazen. Şahika’da, Arkaoda’da, HOOD Base’de uyguladığın bir set formatında minik televizyon ekranlarına görüntüler vererek çalıyorsun. Nasıl bir konsept o, neler dönüyor ekranlarda?
Ekranları toplamaya nasıl başladığımı hatırlamıyorum. Multimedya hep seviyordum, ama böyle bir set yapma düşüncem yoktu. Şu an üç tanesi bu odada, kalanı depoda. Toplam 18 ekran var elimde.
Neden o kadar çok ekran mesela?
En başta dört ekran kullanarak kare düzende yerleştirip 2×2 format yapmak istiyordum. Onu yapınca bari bu defa da 3×3 yapayım dedim. Sonra dört tane daha buldum aynı ekrandan, onu 2×2 yaptım. Sonra 4×4 yapayım dedim, öyle ilerledi işler. Bunun bir sınırı olmadığı için iyi bir pazarlıkla alabildiğim müddetçe topladım. Aynı tip ekranlardan bir sürü bulursam almaya çalışıyorum, farklı ekranlar olsun istemiyorum. Belki lazım olur diye. (gülüyor)
Sahnede daha vurgulu duruyorlar tabii çok olunca.
Evet. Setleri görsel olarak vurgulamak güzel oluyor. Görselleri Ableton’da yapıyorum. Kendi kendime videolar yapayım düşüncesiyle başladım, onu becermeye başlayınca “Bunu live sete nasıl taşırım?” sorusuna kaydı aklım. Farklı farklı bir sürü setup denedim, şu an 3×3 şekilde dokuz tane ekran kullanıyorum. Videoları Ableton’dan, bayağı karmaşık bir üslupla yapıyorum. Live generate ediyorum Ableton’dan, audiovisual biçimde. Birkaç tanesinde görseller sesi tetikliyor, o bambaşka bir olay. Ama genelde biraz daha rastgele gelişiyor, yapılı bir rastgelelik tabii bu. Bazı sınırlar içinde yarattığım gelişigüzel görseller diyebiliriz. Evde onca setup içinde çalışırken her sesin bir görseli oluyor. O görseller bir şekilde aralarında bağlantı kuruyor, bir estetik ortaya çıkarıyor.
Programa aktardığın seslerin görsel izdüşümünü alıyorsun, ucundan AI’a benziyor aslında bu prensip.
Ucundan benziyor AI’a evet, yalan olmasın. (gülüyor) Makine kendi estetiğini oluştururken ben ona bir tercih alanı bırakıyorum. Seviyorum bunu. Ableton ile b2b çalışıyormuşum gibi oluyor. Ableton’ı AI gibi görüyorum bazen cidden. Çünkü kendisine bir tercih yaptırdığımda bir makine olarak bana dönüyor, onu da kabul edip alıyorum.
Görsel sanatçılarla ortaklık yapmaya da çok açıksındır herhalde.
Elbette. Geçmişte yaptım da zaten, Griang adıyla bilenen Ata ile çokça ortaklık yaptığımız oldu. Şu aralar kendi kendime yapmamın sebebi bunu insanlardan çok isteyememem. Birine “Bana görsel yapar mısın?” diye pek gidemediğim için kendim yapayım dedim. Tek başıma yaratmam da başlı başına bir keyfe dönüştü zaten. Her zaman birinden görsel isteyecek bir alan olmuyor ortada, bazen de ortadaki emeğin ücretini karşılayamıyorum. O yüzden kendim yapmam gerekiyor. Herkesin estetik anlayışına güvenemiyorum da. Kendi estetik anlayışım mükemmel olmasa da en azından ben yapıyorum diyebiliyorum.
Başkaları sana prodüksiyon, mastering gibi işleri emanet ettiğinde nasıl çalışıyorsun? Kişisel alanın olmamasından kaynaklı bir sorumluluk baskısı oluşuyor mu üstünde?
Çok. Başkasının mix’ini yapmıyorum zaten pek. Mix çok kişisel bir alan, ben de nispeten kapalı mixler yapıyorum. Kendi mix anlayışımı yansıtıyor oluyorum. Benden beklenen şey budur belki, bilemiyorum; ama pek yaptığım bir şey değil. Geçmişte daha çok yapardım.
Kendi kişisel alanın da hiç kapalı bir alan değil aslında, çeşit çeşit janrada çalıyorsun.
Evet. Tarzımı çeşitlendirmek güzel geliyor. Her yere gidip garage çalamazsın sonuçta. House çaldığım, caz çaldığım ya da sadece plak çaldığım mekanlar var. O düzeni bir şekilde, farklı live anlayışlarla da destekleyerek oturttum. Bir ekipman ve plak dükkanı açmayı da bayağı istiyorum.
Plaktan sample almak ile aran nasıl?
Bayağı iyi. Şu anda yok, ama normalde masamda hep pikap oluyor. Çok fazla plak alıyorum sample için. Konuşma plaklarını, abstrakt plakları, caz ve funk plaklarını çok toplarım. Bir SP-404 Sampler’ım var. Onunla bütün davulları, sample’ları plaktan keserek, bilgisayara hiç dokunmadan bir EP yapmıştım. O zamanlar hip-hop’ı deli gibi seviyordum. Ondan 15 adetle sınırlı plak bastırıp mekanlara dağıtmıştım, tükendi şimdi. Daha çok bastırmak isterdim.
Sample işini hâlâ çok seviyor ve ara ara yapıyorum. Elektronik çalışmalarımda da plak sample’larım. Konuşma plaklarını, elektronik müzik plaklarını çok sık kullanıyorum.
Bunlar içinde çok garip plaklar da vardır.
Evet, bir sürü. Doğa belgeseli plakları var. Tuning plakları var; gitar tonlamak için, synth sound’larıyla üretilmişler. Onları da sample’lamıştım.
Prodüksiyon alanında konuşulacak şey var. Bu kadar setup’la, ekipmanla ilk elektronik müzik aleti örneklerinden başlayarak ilgilenmenin nedeni durmadan araştırma ihtiyacı hissetmem. Elektronik müzik üstüne çalışıyorum aslında.
Neredeyse akademik bir yerden…
Direkt öyle demeyeyim şimdi, ayıp olmasın insanlara. Ama kendimi oralara yakın görüyorum diyebilirim. Elektronik müziği her alanından inceliyorum. Sadece toplamak, dinlemek değil. Nasıl yapılmış, yapılıyor, icra ediliyor…
Bir nevi yapıbozum işlemi.
Aynen. O yüzden bunca farklı setup’a ilgim var aslında. Garaj ya da UK ağırlıklı olabilir sound’um, ama her türlü sound’u araştırmayı seviyorum. Elektronik müzik sanatçılarının olabildiğince fazla formatı bilmesi gerektiğini de düşünüyorum. Herkesin bilmesine gerek yok tabii, ama daha çok araştırılsa edilse fena olmaz.
Şu aralar nasıl projeler üstünde çalışıyorsun?
Bu aralar biraz daha prodüksiyon odaklıyım. Vaktimin çoğu Ableton’da geçiyor. UK sound’larında dans müzik prodüksiyonları yapıyorum. Goblin Daycare’ın remix albümünün master’ını yaptım, bir de kendi remix çalışmam var orada. Ayrıca üçer parça içeren iki EP üstünde çalışıyorum. İki farklı label’dan çıkacaklar. Son iki-üç haftam bu şekilde. Ondan önce de Harman grubuna mastering yaptım.
Spotify’ın önümüzde açık, gel son aramalarına da bir göz atalım.
Tuğçe Şan, Mero, Volor Flex, Nicolas Jaar, Burial diye gidiyor. Her şeyi dinlerim, çekindiğim bir tür yok. Türkçe pop dinlemek çok eğlenceli mesela. Üstüne düşündüğün bir müzik değil, çok bir olayı yok, sözleri eğlenceli falan… Tam bir kafa boşaltma müziği.
Tuğçe Şan Türkçe jungle ve elektro yapan ilginç bir isim. Türkiye’de 1990’larda jungle az biraz çalınıyordu. Bu durum pop müziğe de yansıdı. Ancak jungle DJ’lerini pek tanımıyoruz, çünkü çok az sayıda isim var ortada. Yaygınlaşması 2000’ler ve sonrasına denk düşüyor.
Türkiye’de alternatif sahne günden güne yalnızlaştırılırken sen kendini nasıl motive ediyorsun?
Yapmam gereken şey buymuş gibi hissediyorum, dolayısıyla yapmaya devam ediyorum. Şartlar zorlaşıyor, alanlar daralıyor; ama ufacık bir alan olduğu an yaptığım şeyi yapıyorum. Ve buralarda bir şeyler yapmaya çalışan bir sürü insan var. Her zaman motiveyim, her zaman umutluyum. Karanlık müzikler yapıyor olsam da…
İnadına mücadele etmek…
Ortada mücadele hâlinde bir sahne var, sen bir şey çıkarmazsan da sahne daralıyor. Üretip olabildiğince alan yaratmaya ve sahneyi genişletmeye çalışmak önemli. Belki öyle çok büyük bir isim değilim, ama sahneye yeni şeyler getiriyorum. Yaptıklarım İstanbul sahnesinde çok yapılan şeyler değil. Yeni yaklaşımlara alan açmanın çok önemli olduğu düşünüyorum. Sahne tam olarak böyle gelişiyor çünkü.