Plakçıda çalışmanın rutinine küçük bir pencere

Özlem Tekin 90’larda buranın müdavimi miymiş? Kemancı’dan sonra İstanbul mu bitmiş? Ali Ece gençken burada garip punk gruplarının kopyasını mı çektiriyormuş? Türkiye’de müzik camiasının kırıntılarını taşıyan Akmar Pasajı’nda bir plakçıda çalışmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmak gibi imkansız bir girişimde bulunacağım. Her detayı veremesem de kısa bir özet vermekle başlamak da iyidir. Benden önce bir sürü yazarın ve eleştirmenin ele aldığı bu konu, şu anda da beni besliyor.

1989 yılından beri açık, İstanbul’un hâlâ ayakta olan en eski plakçılardan birinde 10 aydır çalışıyorum. 70-80’lerden beri İstanbul kültürünün meyvesini yemiş kütüphane değerinde insanların hâlâ uğrağı olan nadir yerlerden. Şehrin hala nefes aldığı, alternatif zevklerin yer bulduğu son kalelerden. Girdiğimde henüz müzik hakkında yazmaya başlamamıştım. Beni yazmaya başlamakta destekleyen önemli isimlerden biri de, dükkana aralıklarla uğrayan yılların müzik yazarı Murat Beşer’di. 10 aydır plakçıda çalışıp 8 aydır müzik yazarlığı yapıyor olsam da, ustaların bile hakkında hala yazmaya devam ettiği bu kültürü ele almak için kendimi ancak kalifiye görebildim. Yılların koleksiyonerleri, ülkenin ilk müzik radyocuları, Türkiye’nin gördüğü en büyük konserleri ayarlayan organizatörler… Bu insanlardan zamanla aldığım birikim hayatını müziğe vermiş biri olarak yavaşça pişebileceğim yegane ortamı sağlıyor.

Punk ve rock ağırlıklı yetişmiş biri olarak, çalışmaya başladıktan sonra bile “Caz müzikten nefret ediyorum.” diyerek geziyordum. Öğrenecek ne kadar çok şeyim olduğunu gösteren insanlar her hafta bana caz tarihi ve öncü albümleri hakkında eğitiyorlar beni bir süredir. 80’ler başında Fatih Beyazıt Meydanı’nda stand açarak bavulundaki kasetleri satmaya başlamış, ansiklopedi değerinde bir insandan alıyorum özellikle caz eğitimimi. Yakında bununla alakalı da yazacak kadar doldum. Bildiğim grup ve türlere ise çok daha ciddi bir hakimiyetim var. “…’nın plağı var mı?” diye gelen istisnasız her müşteriye cevap verebilecek kadar grup biliyorum artık. Bilmezsen mahvoldun zaten. Plakçıda çalışan kişi sıfatıyla senden beklenen şeylerden biri çıkmış her müziği biliyor olman. İmkansız olmakla birlikte, yaklaşıyor gibiyim. Metalciyle doom metalden endüstriyel metale, cazcıyla swing cazdan west coast caza, rockçıyla krautrocktan neo-saykodeliğe, yerli dinleyiciyle 1920’lerden 2020’lere… Her kült grubun farklı dinleyici kitleleri gözümün önünde. Grupların üyeleri, üyelerin grupları, albümlerin çıkış süreçleri, plak şirketlerinin ne fark ettikleri, hangi türün nasıl geliştiğini öğrenmek bitmek bilmiyor artık benim için.

Bu kadar geniş bir koleksiyona, henüz 19 yaşında, ücretsiz ve devamlı bir erişimim olması büyük şans. Sepetlerin düzenlemesini yaparken “Hadi şunu takalım.” diyip mükemmel albümler dinleyebiliyorum. Dükkana giren her genç yaşta müzik severin hayalindeki işe sahip olmanın gerçekten eşsiz bir yanı bu. Yazmaya başladığımdan beri beni takip eden ve yol gösteren yazarlar olması ise ancak Akmar’da çalışan bir çocuk olmamla mümkün oldu. Karakteri eşsiz, arşivi geniş, zevki bol çoğu insan yurt dışına gitmiş veya çevreden elini kolunu çekmiş halde, bu uzun zamandır giderek ağırlaşan bir gerçek. Eskiden pasajın alt kat koridorunda her gün vahşet gibi insan trafiği olduğunu çok dinledim. Herkes yakınıyor. Ama ondan yakınacak insan da hâlâ sadece buraya uğruyor. Hem dükkanın hem bu insanların arşivinden yararlanabileceğim başka hiçbir kaynak ülkenin hiçbir yerinde kalmadı. Her gün kültür dersleri aldığıma mı sevinsem, yaşayamadığım için dinleyerek edinmeye çalışmama mı üzülsem arasında gidip gelen bir dans.

Dünyanın herhangi bir yerinde plakçıda çalışmak ile Türkiye’de çalışmak arasındaki en büyük fark bana kalırsa müşteri kitlesi. Beni en çok gıdıklayan konu averaj Türk insanının analog kayıtlara bakışı. “Git Spotify al, plak para tuzağı.” diyen insanlar hedef kitlemiz olmasa da çoğunluğun bu alanı anlamaması ve bilmemesi büyük bir kültürel gedik. Dükkanın önünden geçerken yavaşlayan veya direkt içeri giren insanlar tarafından, “Ah bizde de vardı bunlardan, hepsini sokağa attık.” veya “Ay ay, gençliğimi hatırladım, ey gidi günler…” benzerinde söylemler istisnasız her hafta geliyor. Dünyanın geri kalanında koleksiyonculuk ve müzik tüketimi nostalji kümesine girmiş bir şey değil, hâlâ eskisi kadar yaygın ve sıradan bir tercih. Her konuda olduğu gibi, geçmişin kültürünü hemen unutan ve bir sonraki tüketim aracını benimseyen toplumumuz bu konuda da şaşırtmıyor beni. Direkt nostaljiye girişen insanlarımıza hâlâ ne kadar geçerli ve var olduğumuzu anlatmaya uzun süre daha devam edeceğim gibi duruyor.

Her müzik severi cezbeden plakçıda çalışma düşüncesi hakkında içeriden bilgilerle yola çıkarak tartışmam gereken birkaç şey var. Tüm gün müzik dinle, rahat bir yerde çalış, indirim al, insanlarla muhabbet et, istediğin plağı koy… ne yanlış gidebilir ki? Öyle değil. Her iş gibi bunun da zorlukları hayli caydırıcı. Çoğu insanın acımasızca dağıttığı reyonların düzenlemesi, hırsızlık hevesi bol liseliler, elinde olmayan sebeplerden ötürü sana patlayan müşteriler… Ortam çoğu insanın uzun süre katlanamayacağı faktörlerle dolu. Her gün güllük gülistanlık olmuyor, işveren kişiyi dükkan düzeni ve fiyatlar konusunda müşteriyle birleştirmeye çalışmak ve gündemdeki yönelimlere alıştırmak gerekebiliyor. Benden sonra dükkanda çalışmak için 4 aylık bir süreç boyunca denenen 20’ye yakın insan oldu, hiçbiri devam edemedi. Tüm gün plak taşı, ürün gir, reyon düzenle, müşteriye yetiş… Hem işvereni hem müşteriyi memnun etmenin ipi üstünde gezmek gerici bir sorumluluk. En başta gelen vazifelerinden birisi neyin ne kadar para ettiğini bilen kişiler olmak ve buna göre hareket etmek. Türkiye gibi bir ekonomide konu sürekli ileri geri esniyor. “Yanlış mı görüyorum ben? Bir plak 4000 lira olur mu? Kazık bu.” ya da “Bu plak şurada 50 lira daha ucuz, kim belirliyor bu fiyatları!?” Nadir dönem baskı plakların değerinin neden yüksek fiyatlı olacağını tekrar tekrar açıklamayı siz düşünün.

Bireysel çatışmalardan bahsetmeye bile çekiniyorum. Her plakçı eski nesil insanların elinde. Ben kaset koleksiyoneriyim, benim dışımdakiler ise kasedi düşük görüyor. Kasedin de ne kadar değerli ve revaçta olduğunu, daha ön plana almanın zekice olacağını anlatmak için aylardır çabamı sürdürüyorum. Yine nesil farkıyla alakalı müzik türleriyle ilgili tartışmalar var. Bir keresinde Jimi Hendrix’e saykodelik rock dediğim için uzun bir tartışmaya girdim. Çalarken blues minör gam kullanıyormuş ve teknik olarak saykodelik denemezmiş, o sadece asit kullandığı içinmiş. Bir de heavy metal/hard rock konusu var. Guns N’ Roses, AC/DC, Scorpions gibi grupları rock reyonuna taşımak istediğimde “Metal diye bir tür henüz yayılmamışken, ilk hard rock grupları metal olarak anılıyordu. Dönemimizde o gruplara metal diye bakılıyordu.” argümanıyla karşılaştım. Bana sorarsanız, artık metal diye bir türün olduğunu ve rock müzikten ayrıldığını düşünüyorum. Çok tuhaf bir fikirdir belki, bilemiyorum. Nesil farkını ve kişisel tercihleri ortak bir paydada buluşturmak bazen insanı kanser ediyor sonuç olarak. Sürekli bununla uğraşmanız gerek.

Benim için güzel yanları zorlu kısımlarına açık ara ağır basan bir iş plakçılık. Bunun en büyük etmeni ise öncesinde de belirttiğim hikâyeler ve bilgiler edinme kısmı olabilir. Kemancı var mesela. Kemancı aşağı, Kemancı yukarı, Eski Kemancı, Yeni Kemancı, Kemancı da Kemancı. Volvox, Şebnem Ferah, Mor ve Ötesi, Athena, Teoman, Kargo, Pentagram, 98 yılında Metallica’ya rakı içirmek… 90’lar efsanesi Kemancı hakkında edindiğim bilgiyi ya bizzat orada olarak ya da olanlardan dinleyerek edinebilirdim. Eski Türkiye’nin özlenen konserlerini ve festivallerini dinlemek var. 90-2000 aralığında benim çalıştığım yer de dahil çok daha fazla kurum konser düzenliyormuş, onların posterlerini her gördüğümde hikâyesini soruyorum. 90’larda yaz tatili sezonu hala 8 ay sürerken DJ’lik yapanlardan eğlencenin nasıl bitmediğini, orijinal DJ’liğin nasıl yapıldığını dinlemek var. Sürekli gelen turistlerle bir saat müzik konuşurken birbirinizi ve hayatınızı tanımak var. Lokal müzikleri karşılaştırmak ve alışverişini yapmak için bir platform yok sonuçta. Plakçıda buluşmak yegane birleştirici. Arada şehirlerinizi de karşılaştırırsınız. İnsan portfolyonuzu durmadan genişleten bir pozisyonda duruyorsunuz. Haliyle, yaşanmış her şeyi öğrenmemek ve düşünülen her telden fikri duymamak elde değil. Yoğun bir günün sonuna doğru birer bira açıp hepsinin muhabbetini yapmak işimin bir parçası gibi. Muhabbeti için gelen insan da çok sonuçta. Aklım genişliyor bu gidişle.

Bu yazıya meselenin yüzde birini bile sıkıştıramamış olsam da plakçıda çalışmanın müzik yazarlığımı, arşivimi, kültürümü ne kadar büyüttüğünü farklı şekillerde de yazmayı deneyeceğim. Giderek farklı hâl almış record dünyasıyla alakalı değinilecek daha çok şey var.