Bir vasiyet ve yeniden doğuşun hikâyesi: Opeth

Sonunda beklenen an geldi ve progresif metal deyince akla gelen ilk gruplardan biri olan Opeth, yeni albümü The Last Will and Testament‘ı dinleyicileriyle buluşturdu. Grup bu albümde hem eski hayranlarının yıllardır özlemle beklediği karanlık ve sert tonları hem de son yıllarda geliştirdiği progresif yaklaşımları bir araya getiriyor. Hikâye anlatımı, müzikal derinlik ve dinamik yapısıyla grubun diskografisinde önemli bir dönüm noktası olan bu albüm, Mikael Åkerfeldt’in dediği gibi, Heritage ile başlayan yolculuğun son durağı ve aynı zamanda grubun daha sert bir tarza yeniden kucak açtığı bir başlangıç.

Succession dizisinden ilham alınarak yazılan albüm, bir patriarkın ölümü sonrası ailesine bıraktığı vasiyetin okunmasıyla başlıyor. Açılışta duyulan ayak sesleri, çocukların malikaneye girişini ve hikâyenin geçtiği yerin karanlık atmosferini hissettiriyor. Ancak yavaşça anlıyoruz ki bu sıradan bir vasiyet okuma hikayesi değil; hikaye ilerledikçe aile fertleri, yalnızca mirasla ilgili detayları değil, kendi kimlikleri ve geçmişleriyle ilgili çarpıcı gerçekleri öğreniyor. Albüm boyunca anlatılan bu hikâye, parçaların müzikal yapısıyla öyle uyumlu işlenmiş ki, her notanın, her sözün bir anlamı ve amacı var. Opeth’in konsept albümler konusunda neden bu kadar özel bir yere sahip olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Müzikal olarak The Last Will and Testament, Opeth’in önceki işlerinden hem nostaljik hem de yenilikçi bir sentez sunuyor. Albüm, “§1” ile oldukça sert bir açılış yapıyor ve hikayenin karanlık tonlarına dair belirgin ipuçları veriyor. Ancak bu parçanın etkisi, albümün tamamı içinde değerlendirildiğinde ortaya çıkıyor. Åkerfeldt’in kendi ifadelerine göre, albümü yazma sürecinde “§7”yi tamamladıktan sonra geri dönüp “§1”i tekrar dinlediğinde taşların yerine oturduğunu hissetmiş. İlk başta biraz kopuk gelen “§1”, son paragrafın müzikal ve hikayesel çözümüyle birlikte, albümün dramatik yapısında vazgeçilmez bir yere sahip olduğunu kanıtlıyor. Baştan sona inanılmaz bir bütünlükle ilerleyen parçalar, adeta bir hikayenin bölümleri gibi birbiriyle bağlanıyor. Albümün sonunda başlığı olan tek şarkı, “A Story Never Told“, bir ters köşe yaparak dinleyiciyi hazırlıksız yakalıyor. Hikayeyi beklenmedik bir şekilde bağlayan bu kapanış, albümün genel uyumu içinde hem çarpıcı hem de tatmin edici bir final sunuyor. Uzun zamanlardır dinlemeye hasret kaldığımız bir tam ses yüksekten modülasyona da sonunda bu şarkıda Frederik Åkesson’un Gilmour tarzı solosuyla erişiyoruz. Her bir parça, bu finale hazırlanmak için özenle işlenmiş gibi hissettiriyor.

Mikael Åkerfeldt, bu albümde vokal performansıyla önceki albümlere göre fark yaratıyor. Scott Walker’dan esinlenen bas bariton tonlardaki clean vokalleri, hikayenin ana karakterinin sert, acımasız ve karanlık yapısını daha da canlı hale getiriyor. Scream vokaller ise hikayenin dramatik anlarını güçlendiren unsurlar olarak öne çıkıyor. İki vokal tarzı arasındaki geçişler, albüm boyunca duygu yoğunluğunu sürekli yüksek tutuyor.

Müziğin dinamik yapısı, eski ve yeni hayranları tatmin edecek şekilde ustalıkla işlenmiş. Joakim Svalberg’in klavyelerdeki caz etkili dokunuşları, Ian Anderson’un (Jethro Tull) zarif flüt sololarıyla birleşerek parçaları hem nostaljik hem de modern bir boyuta taşıyor. Özellikle “§6”daki gitar soloya bağlanan synth solo gerçekten etkileyici bir an teşkil ediyor. Ama albümün bence asıl zirve noktaları “§4” ve “§5”te saklı. “§4”te öyle tatlı bir groove var ki, Ian Anderson’un flüt solosuyla birleştiğinde, Steven Wilson’ın The Raven That Refused to Sing albümünün en güçlü anlarını çağrıştırıyor. Ancak bu groove yalnızca huzur vaat etmiyor; tam da kendinizi bu ritmik akışa kaptırmışken, sağlı sollu yükselen scream vokaller ve klasik 6/8’lik Opeth ritimleriyle adeta kasırganın ortasına çekiliyorsunuz. Bu ani dönüşler, parçaların sadece teknik değil, duygusal açıdan da ne kadar derin işlendiğini ortaya koyuyor. Her detay -ton seçimlerinden sololara kadar- albümün dramatik atmosferini güçlendiriyor ve dinleyiciyi bu hikayenin bir parçası haline getiriyor. Albümdeki harika miksaj da parçaların güzelliklerini iyice yüceltiyor.

Yeni davulcu Waltteri Väyrynen, albümün yıldızlarından biri. Grup, Waltteri’nin kendilerine adeta “vitamin enjeksiyonu” etkisi yaptığını söylüyor ve dinleyici olarak bu yoruma hak vermemek elde değil. Waltteri, sert bölümlerdeki teknik ustalığı ve yumuşak geçişlerdeki duygusal derinliğiyle albümün temel yapı taşlarından biri olmuş. Parçaları neredeyse ilk denemede kaydetmiş olması da performansının ne kadar etkileyici olduğunu kanıtlıyor. Davul dokunuşları, albümün ritmik ve dramatik yapısını kusursuz bir şekilde tamamlıyor.

Sonuç olarak The Last Will and Testament, Opeth’in sadece geçmişine değil, aynı zamanda geleceğine de bir saygı duruşu. Grup, son 15-20 yıldaki en iyi işini ortaya koymuş olabilir ve bu albümün yılın en iyileri arasında yer alacağı kesin. Bu sadece bir müzik koleksiyonu değil; bir hikaye, bir yolculuk ve unutulmaz bir deneyim. Opeth, bu albümle bir kez daha müzik dünyasında neden bu kadar özel bir yere sahip olduğunu kanıtlıyor.