Nick Cave ile Geçmişten Bugüne Bir Yolculuk

Sean O’Hagan’ın The Guardian’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.

Nick Cave yeni kitabı Stranger Than Kindness‘ın giriş bölümünde “Bu kitapta gördüğünüz her şey, şarkıların ikamet ettiği ve onların çevresine inşa edilmiş girift dünyada nefes alıyor,” diyor. “Resmi eserleri doğuran ve besleyen materyal işte bu.”

Mevzubahis girift dünyada çizimler, listeler, kolajlar, bir köşeye karalanmış notlar, şarkı sözleri, yeniden keşfedilmiş fotoğrafların yanı sıra buruşmuş ve bazen Cave’in kendi kanıyla lekelenmiş birkaç el yapımı kitap yer alıyor. Burada kutsal ile seküler unsurlar, İncil’e dair olan şeylerle pornografik ögeler bir arada varoluşunu sürdürüyor. Tıpkı 40 yıldır Cave’in hummalı yaratıcılığında var oldukları şekilde… Azizlerin ibadet görsellerinin yanında takvim güzellerine, nü kadın vücudu çizimlerinin yanında Meryem Ana portrelerine rastlıyoruz. Ayrıca ankorit (münzavi yaşamı seçen kimse) ile otogami (kendi kendine tozlaşma) gibi ilginç kelimeleri listeleyen el emeği göz nuru sözlükler bile var.

Cave bütün bunlara “çevresel ıvır zıvır” derken aslında “sanatçıya ait saklı ve biçimlenmemiş mal mülk” olduklarından bahsediyor, heyhat bu mal mülk sayfa üstünde kendi yaşamına kavuşuyor. Cave’in dürtüsel çalışma biçimi kadar daimi ilgilerini ve takıntılarını da ifşa eden şeyler bunlar: Arzu, inanç, günah, umutsuzluk, kefaret, keder, aşk; bir de dil dediğimiz şeyin durmadan dönüşen ve dönüştüren saldırıları.

Bu (kelimenin tam anlamıyla) çiğ materyal, Cave’in şarkılarının ve hikayelerinin de çıkış noktası. Aynı zamanda yaratıcı yaşamını yansıtan karışık ve fevri bir harita. Bu haritayı önce uzun bir müddet hiddetli ve kendi kendini yok eden bir şevkle, ardından tekil bir kabulleniş hali ve zarafetle kovaladı kendisi.

Kitap öğretmen babası Colin’in bir fotoğrafıyla açılıyor. Colin Cave, bir gün kendisinden beklenmeyecek dönüştürücü bir hareketle dokuz yaşındaki oğluna Vladimir Nabokov romanı Lolita‘nın ilk paragrafını okumuş. Cave bu anıyla ilgili sonradan “Babamla geçirdiğim en samimi andı,” diyecekti.

Böylesi şahsi kısımlardan bir başka örnek, Cave’in Melbourne’daki okul müdürününn babasına yolladığı, “Nick’in tavır ve davranışlarına” yönelik endişelerini ifade ettiği bir mektup. Bu mektup 1975’te, Cave 17 yaşındayken yazılmış. Aynı yıl çekilen bir fotoğrafta ise kendisini Korowa Anglikan Kız Okulu’nda okul grubuyla birlikte sahnede görüyoruz: Yüzünü David Bowie usulü boyamış, ucu yukarı kıvrılmış kot pantolon ve yatay çizgili çoraplar giymiş. Bu iki enstantane, ileride neler göreceğimizin sinyallerini veriyor. Cave’in “punk tavırlarının her şeyi değiştirdiğini” ifade ettiği Brisbane’li punk grubu The Saints’in bir konserinde çekilmiş, seyircileri arasında büyülenmiş genç bir Nick’i gördüğümüz fotoğraftan da benzer sinyaller almak işten bile değil.

Cave katıldığı sanat okulundaki sosyal çevresinde hem kız arkadaşı ve sanatsal partneri Anita Lane ile, hem de sonradan birlikte dahiyane post-punk grubu The Birthday Party‘yi kurarak ortalığı ateşe verecekleri erken dönem işbirlikçisi Rowland S. Howard‘la tanışacaktı.

İlginçtir ki mevzubahis kitap, ismini Lane’in imzasını taşıyan bir şarkıdan alıyor. Cave’in de favorilerinden biri olan bu şarkı, kendi sözleriyle “biten bir ilişkinin otopsisi ve canlı söylemekten inanılmaz rahatsızlık duyduğu bir eser“. Burada -birazı gerçek birazı hayali- bolca melodram gizli. Zannımca Stranger Than Kindness‘taki en ongunsal objeler el yapımı kitaplar. Bu kitaplar başlı başına birer sanat eseri olsa da esasında Cave’in takıntılı doğasının çiğ ve samimi ifade biçimi olarak biraz da bu tanımın dışında kalıyor. Cave ise içerikte yer alan diğer her şey gibi bunları da sanat eseri olarak görmememiz konusunda ısrarcı. Yine de mahdut bir varlıkları var bunların: Çekici olduğu kadar acımasız bir yaratıcı dürtüyü ifade eden ayinsel, hatta neredeyse fetişist bir ruha sahipler. Toplayıp sakladığı, kimi zaman kolajlarına dahil ettiği kadın saçları hakeza.

Stranger Than Kindness aynı adlı Nick Cave sergisinin kağıt üstünde ufak bir yansıması sadece. Bu serginin normalde 22 Mart’ta Kopenhag Kraliyet Kütüphanesi’nde açılması gerekiyordu, lakin koronavirüs nedeniyle açılış sene sonuna ertelendi. Söz konusu sergi Cave’in çocukluğundan bugüne uzanan beşeri eserlerden, videolardan ve enstalasyonlardan mürekkep. Kimi enstalasyonlar fotoğrafları, filmleri ve objeleri Cave’ın iş ortağı Warren Ellis‘in müzikleri eşliğinde bir araya getiriyor.

Sergideki odalardan biri The Bad Seeds’e adanmış vaziyette. Burada grubun gelmiş geçmiş tüm üyelerini video ekranlarda kendi deneyimleri hakkında konuşurlarken izliyoruz. Minnettarlık Koridoru adlı bir sergi bölümü ise Cave’in daimi ilham kaynaklarını zikrediyor. Yıldırım çarpmış bir Elvis büstüne, bir eserini okuan şair John Berryman’ın projeksiyonuna, üstüne Nina Simone‘un çiğnediği bir sakızın yapıştırıldığı bir Roma sütununa yer veriyor bu bölüm.

Bunca saygı duruşunun ve sürreel mizahın ardında büyük hassasiyet taşıyan anlar da gizli. Bir paparazzinin Cave ile eşi Susie’nin düğününde çektiği, sonradan genişletilmiş fotoğraf bunlardan biri. Bu anın belgesi, çiftin üstüne bir kar misali yağan konfetilerle dönüşüme uğrayıp büyüleyici bir güzelliğe erişmiş.

Şimdilik kitabın kendisiyle yetinmek durumundayız. Cave’e göre kitabın içinde barındırdığı belgeler, “oluşan esere çiğ ve anlık doğasına karşın sonsuz bir cazibe taşıyan, kendine has bir yaratıcı enerji” bahşediyor. Buna itiraz etmek beyhude olacaktır.

Colin Cave

Colin Cave, y.1956

Nick’in babası Colin Cave, sohbete iştirak ettiği her insanda büyük etki bırakan yakışıklı ve hırslı bir entelektüeldi. Bir edebiyat ve drama öğretmeni olarak öğrencilerine büyük ilham verdiği söylenirdi. Colin Cave Wangaratta’da bir eğitim merkezi kurdu, Avustralya’nın efsanevi haydutunu anlatan Ned Kelly: Man or Myth kitabının önsözünü yazdı ve 1971 senesinde Wangaratta’da Yılın Vatandaşı ödülüne layık görüldü. Çok geçmeden ailesiyle Melbourne’a taşınan Cave, 1972’de Victorian Yetişkin Eğitimi Konseyi’nin başkanı oldu ve bu pozisyonunu 1979’da bir trafik kazasında ölünceye dek korudu. Colin Cave yaşamı boyunca edebiyat sevgisini çocuklarıyla paylaştı, Nick’e Lolita‘yı okuması bunun önemli bir örneği. Ayrıca hiç yayımlanmamış bazı el yazmaları da bulunuyordu. Babası öldüğünde 21 yaşında olan Nick ise kısa bir süre sonra grubu The Birthday Party ile Londra’ya taşınacaktı.

Dawn Cave

Dawn Cave, 1958.

Nick’in Anglikan kilisesi değerlerine göre yetiştirilen annesi Dawn Cave, cömert yaşam tarzı için gerçek bir rol modeli olageldi. Önce Wangaratta Lisesi’nde, ardından Melbourne’daki Firbank Kız Okulu’nda kütüphaneci olarak çalışan Cave, eğitim değerini öğrencilere aşıladı. Kocası Colin’le birlikte Warracknabeal Tiyatro Cemiyeti’nde sahne aldı. Bad Seeds’in 1986 tarihli Kicking Against the Pricks albümünde yer alan “Muddy Water” yorumunda keman çaldı. Dawn Cave Nick’e çocuk yaşlarından itibaren destek verdi ve onu yüreklendirdi. Piyano, koro, sanat derslerine katılmasını sağladı. Nick 1980’de Londra’ya, 1982’de Batı Berlin’e taşınıp müzik kariyerine atılırken onunla daima irtibat halinde kaldı. Birbirlerine yazdıkları mektuplar, Nick Avustralya’da değilken daima iletişim kurmalarını sağladı. Nick Melbourne’u her ziyaretinde şu an 93 yaşında olan annesinin evinde kalıyor, birlikte sohbet edip geçmişi yad ediyor, dünyanın sorunlarına çözümler üretiyorlar.

Soldan Sağa: Rowland S Howard, Nick Cave, Ollie Olsen, Megan Bannister, Anita Lane, Bronwyn Adams

Nauru House, Melbourne, 1977

Nick Cave 1976’da Caulfield Teknik Üniversitesi’nde Resim bölümünü kazandı. Cave sonradan o günler hakkında “Sevdiğim her şey gittiğim sanat okulunda sesine kavuştu,” diyecekti. Kendisi ve arkadaşlarının tarzları nedeniyle ‘i.ne’ gibi hakaretlere maruz kaldıkları lise günlerinden sonra bu okul onu cidden heyecanlandırmıştı.

Bu durum onu radikalleştirdi. Başka öğrencilerle sohbetlerinin tadını sonuna kadar çıkarıyordu. Cave o günlerden özellikle mitolojik resimlerdeki figürlerin suratına kızgın görünümlü erkek cinsel organları yerleştiren bir genç kadını hatırlıyor. “Sadece sanatı değil, sorgulamanın ve var olmanın inceliklerini de orada öğrendim.” Haliyle başarısızlığı yüzünden ikinci senesinde okuldan atılmak, onu şoka uğratacaktı: “Oysa tek istediğim ressam olmaktı.”

Bu yoğun dönemin hayatı üstündeki tesiri çok ötelere uzanacaktı. Annesine Ulusal Galeri’yi ziyaret edişini anlatan mektuplar yolladığı Londra günlerinde, duvarlarının Piero della Francesca, Matthias Grünewald, Stefan Lochner, El Greco gibi sanatçılarının eserleriyle kaplı olduğu Berlin günlerinde, kendi kolajları ve albüm kapak görsellerinde, Louis Wain gibi gözlerden uzak sanatçılara duyduğu ilgide bu tesiri gözlemlemek mümkün. Cave’in yaratıcı yaşamındaki önderi sanattı.

Cave Caulfield’da yaşamı boyunca onunla olacak arkadaşlar ve meslektaşlarla tanıştı. Bunların içinde sanatçı Tony Clark ile fotoğrafçılar Polly Borland ve Peter Milne’ın yanı sıra gelecekteki kız arkadaşı ve işbirlikçisi Anita Lane de bulunuyordu.

Nick Cave’in Elinden Çıkan Sözlük

Nick Cave çocukken kitaplarla yakın temas halindeydi ve o dönem okuyup öğrendiği bazı kelimeler bugün bile aklında. 10 yaşındayken Edgar Rice Burroughs romanı Tarzan‘ı okumuş, kitaptaki bir aslanın kuyruğunu “istikrarsız” (orijinali: spasmodically) biçimde sallıyor olduğu gerçeğinden etkilenmişti. Cave kelime dağarcığını genişletirken sözlüğe göz atar, ona ayrı bir his veren kelimeleri liste haline getirirdi. Bu kelimeleri kullanarak kendi sözlüğünü yarattı: “Beğendiğim kelimeler ya müstehcen ya da sadece havalıydı. Bu sözlüklerden birkaç tane ürettim.”

Anita Lane’in Horn of Plenty Adlı Eseri

1977

Anita Lane bu Nick Cave resmini 1977 yılında ortaya çıkarmış. Lane bir defasında Nick bir otobüsün altında ezilecek olsa o ölmeden kanıyla bir şeyler yazmak isteyeceğini iddia etmişti.

Nick Cave’in Saint Jude, Patron Saint of Despair Adlı Eseri

1985

Nick Cave’in 2007 tarihli kendi ifadesine bir bakalım: “1980’lerin ortasında (Alban) Butler’ın kitap serisi Lives of the Saints’i satın almıştım, haliyle azizler ve yaşadıkları şeyler hakkında hayli fikrim vardı. Aziz Jude birinci yüzyılın Pers İmparatorluğu’nda sopayla ölümüne dövülmüş, sonra da kafasını kesmişler. Umutsuz ve nafile durumları simgeleyen bir aziz o, blues’un da bir bakıma babası. Ona ait bir dua kartını -ya da her ne haltsa artık- sanırım başka birçok şeyi satın aldığım Batı Berlin’deki bir bit pazarında buldum. Üstüne bir tutam saç yapıştırdım, çünkü saçlara karşı bir zaafım var. Bir de 1985 tarihli bir pul yapıştırdım, çünkü tarih belirten pullara karşı bir zaafım var. Nihayetinde ortaya çıkan şey, sevdiğim bazı başka şeylerin bir kolajı oldu: Başı kesilen azizler, saç ve pullar.

Çev: D.E.T.