Murat Ertel: “Hayvan Gibi’yi BaBa ZuLa’nın Milatlarından Biri Olarak Görüyorum”

BaBa ZuLa’nın yeni albümü Hayvan Gibi geçtiğimiz günlerde Gülbaba Records etiketiyle çıktı. Stüdyoda canlı bir şekilde, plağa doğrudan kayıt teknolojisi Direct to Disc ile kaydedilen albüm, grubun yolculuğunda bir başka etkileyici bölüm olarak yerini aldı.

Hayvan Gibi‘nin retrospektif bir niteliği de var aslında: Grubun ilk bestesi “Tavus Havası” burada yeni düzenlemesiyle yer alıyor, bir nevi hikayenin 25 sene önceki başı ile şu anki noktası arasında köprü kuruyor. Bu durumdan aldığımız ilhamla grubun kurucu üyesi Murat Ertel’i arayıp hem Hayvan Gibi, hem de onu önceleyen koskoca mazi üstüne bir sohbete daldık.

Konser anılarından endüstrinin tabularına, Tabutta Rövaşata‘dan Crossing the Bridge‘e, müzik teorisinden sazın tarihine bir dolu konudan laf açtığımız bu uzun ve içten söyleşi, dileriz size de keyifli bir okuma tecrübesi sunar.

Öncelikle pandemi günlerinde neler yaptığını, süreci nasıl geçirdiğini sorayım.

İlk günlerde bayağı bir şok olduk. Hayvan Gibi‘yi henüz kaydettiğimiz stüdyoda yapımcı olarak çalışmıştım ve Moğollar’ın kasım ayında çıkacak yeni albümünün prodüksiyonunu bitirmiştik. 9 Mart gibi döndüğümüzde birdenbire bu durum patladı ve yavaş yavaş konserler ertelenmeye başladı. Sonra o ertelenmeler hızlı bir hal aldı, hepsi ertelendi ya da iptal oldu ve son duruma geldik. Bu baya şok ediciydi, bir bilim kurgu filminin (ya da b-movie, c-movie de denebilir) içinde buldum kendimi. Bambaşka bir hayatın içinde buldum. Çok fazla konser veren bir insandım, yılda hemen hemen 100 konser veriyorduk biz. Birden bu yılda iki konsere falan düştü, çok acayip bir durum oldu. Bu da bizi şok etti. Gelecekte ne olacağını tam olarak bilemiyoruz, ama en azından Hayvan Gibi‘yi önceden kaydetmiştik. Bu iyi oldu, böylece albümü çıkarabildik. Aslında daha önce çıkaracaktık, erteledik. Daha da mı ertelesek diye düşündük hatta. Zamanlaması böyle oldu.

Biz en çok albüm satışını konserlerde yapıyoruz. Dükkanlardan ya da online mecralardan çok daha süratli bir şekilde… Ve canlı çalıyoruz. Bütün bunlar ortadan kalkınca dengeler çok değişti tabi, kendimizi konserlerle destekleyemez duruma geldik. Pandeminin başka bir yarası oldu bu bizim için.

Hayvan Gibi‘den bahsetmişken albümü irdelemeye isminden başlayalım istersen. Her şarkıda başka bir hayvan ismi geçiyor, bu da albümün konseptiyle doğrudan ilişkili bildiğim kadarıyla.

Aslında çok planlı bir şey olmadı, ama bir sürü parlak fikir de böyle ufak ilhamlarla geliyor bence. Olay şöyle başladı: “Bir rüya stüdyosu (Artone Studios) var,” diye geldi Ahmetcan (Taşdemir) ve bu stüdyoda kendi plak şirketini (Gülbaba Records) kurarak birtakım kayıtlar yapmak, buna da bizimle başlamak istediğini söyledi. Bu bizi çok heyecanlandırdı, çünkü ruhu olan ekipmanları her zaman sevmişizdir. Örneğin benim 1963 model arabam var, 1944 model radyom, 60’lardan bir sürü sazım, gitarlarım, ses sistemlerim, pedallarım… Birtakım zamanların ruhunun olduğunu, eşyaların da bu ruhu taşıdığını düşünüyoruz. Bu yüzden dünyanın en iyi aletlerini toplamakta olan bir stüdyo bize cazip geldi. En sevdiğimiz şey. Son teknoloji tamam, güzel şey, ama eski teknolojilerin keyfi bize çok çekici geliyor. Sonradan orada son teknoloji ekipmanların da olduğunu öğrendik zaten, bu da artı bir şey.

Bu stüdyoyu dünyadaki bütün stüdyolardan ayıran esas olay, kaydı Direct to Disc dediğimiz yöntemle, direkt plak üstüne yapacak olmalarıydı. Kayıt dünyasında en acılı şey format değiştirmek, şu bitti bunu değiştiriyorsun, onu şu formata çeviriyorsun, analoğu dijitale falan… Bu transfer yapılırken bir noktada büyük bir kayıp meydana geliyor. Bu yüzden mümkün olan en iyi analog kayıt sistemi diyebiliriz bu yönteme.

Anlayacağın bu stüdyoda kayıt yapma fikri bizi yükseltti. Hemen hemen canlı bir kayıt gibi, bir konser gibi olması durumu da vardı teknik olarak, çünkü her plak yüzünü bir defa çalmak zorundaydık. Gruba bu konuda çok güveniyordum, bence BaBa ZuLa’nın en büyük gücü canlı konserlerdedir. Kayıtlar falan da güzel tabi, ama birçok insan bize konserlerdeki sound’umuzun çok güçlü ve sert olduğunu, stüdyo performansımızda ise bu gücün olmadığını söyler, ki bu aslında doğrudur. Stüdyoyu ayrı, konseri ayrı bir mecra olarak görüyorum. Böyle olduğunu görmek istiyorum da aynı zamanda. Seyirciye canlı, o an çalmanın gücü farklı, bir stüdyoda kayıt yapmanın gücü farklı. İkisinin birleşebileceği bir ortam oluştu burada. Canlı çalmanın, iyi konser vermenin avantajlarını kullanabileceğimiz, makyajsız, filtresiz bir senaryonun içine girecek olmak bizi müthiş heyecanlandırdı. Dediğim gibi yılda 100 konser vermiş bir grup olarak bir Avrupa turnesinin sonuna denk düşecek şekilde bu stüdyoyu ayarladık. Rekor denecek bir zaman dilimi içinde, 1,5 gün içinde hallettik her şeyi, ki bunun yarım günü kurulmakla geçti, bir gün denebilir aslında. İkinci gün öğlen uçağımız vardı, çok zamanımız yoktu. Stüdyo fabrikada olduğu için de 9-5 arası çalışıyordu. Sabah 10’da kurulmaya başladık, 2’ye kadar kurulmuştuk. 2’den 5’e kadar herhalde 3 yüzü, kalan D yüzünü de dördüncü gün çaldık. Baya kısa süre içinde bir double album kaydetmiş olduk.

Benim sevdiğim bir sürü insan da böyledir. Eğer grup konserde iyi çalıyorsa kaydı da hemen yapar. Öteki türlü olaylar çok uzuyor, 5 yılda albüm yapmak gibi şeylerden pek hoşlanmıyorum.

Dediğin gibi anın ruhunu kovalamışsınız stüdyoda, bu şartlar altında konsere en yakın şey budur muhtemelen.

Evet. Konserlerin olmadığı bir dönemde konser özleyenler için de çok iyi bir albüm bence. Bizi konserde dinleyemiyorsunuz şu anda, yapabileceğiniz en yakın şey Hayvan Gibi‘yi dinlemek. Benim için de öyle.

Albümde aynı zamanda BaBa ZuLa’nın ilk bestesi “Tavus Havası” da yeni düzenlemesiyle yer alıyor. Ta Tabutta Rövaşata soundtrack’ini hazırladığınız günlerden bir beste. Yeniden bu albüm için kaydetmek nasıl düşüncelerle ortaya çıktı?

Bir noktada kavramsal durumlara bağlandı. Tüm şarkılar hayvanlarla ilgili olsun diye düşündük, daha doğrusu ben düşündüm. Hayvanlarla ilgili besteler ortaya çıkarma fikriyle ilerlerken bir de baktık ki “Tavus Havası” zaten BaBa ZuLa’nın doğurduğu ilk beste. 25 yıl sonra tekrar çalınacak olması da hoş bir durumdu. Geriye dönüp baktığımızda BaBa ZuLa’nın daima hayvanları çok seven, onlarla ilişki kurmaya, onları gündeme getirmeye çalışan bir grup olduğunu görüyoruz. Genelde gruplar insanlara çok odaklanıyorlar, insan ilişkileriyle ilgili çok fazla şarkı yapıyorlar. Şarkılar iki insanın ilişkisi üstüne kuruluyor ve müzisyenlerden de bu isteniyor, bekleniyor. Yavuz Turgul’un bize “Eski Yeşilçam hitleri gibi bir şarkı yapın” demesiyle ortaya çıkmış bir şarkımız var, “Bir Sana Bir De Bana” diye. O bir aşk şarkısı, çok da güzel bir şarkı, ama yine iki insanın aşk halini anlatıyor. Sanki başka bir konu yokmuş gibi, tüm dünyada ve özellikle Türkiye’de bu şarkılar dinleniyor ve isteniyor. İlginç bir durum. BaBa ZuLa hiçbir zaman öyle bir grup olmadı. Bırakın insanların ruh hallerini, hayvanların bile ruh hallerine eğilen bir grup olmanın sevincinde. Bu albümde de bu gayet açık.

İnsani sorunların ötesini görebilmek diyorsun.

Evet, tabi. Bu dünyayı sadece insanlarla paylaşmıyoruz, hayvanlarla, bitkilerde de paylaşıyoruz; taşlarla, topraklarla, sularla… Bütün bunları da düşünmek gerekiyor hayatla ilgili bir şey yaparken, sanat yaparken, yemek yerken… Tüm bunları düşünerek yaşadığımız zaman bence evrenle birleşmemiz çok daha kolay olacaktır. Ama insanlar genelde çok bencil, önce kendilerini, sonra yakınındakileri, sonra kendi türlerini düşünüyorlar. Oysaki her şey aslında bir bütün, bu bütünü görüp ona göre hareket edersek evrenle çok daha kolay bağlantı kurabiliriz.

Tabutta Rövaşata günlerine değinmişken maziye yönelik birkaç soru sormak istiyorum. BaBa ZuLa bu filmin soundtrack’iyle ortaya çıkmıştı, sizin için de Zen günlerinden sonra ani bir geçişti diyebiliriz ve o günden bugüne çok büyüdünüz, dünya çapında festivallerde katılıyorsunuz. Bu kadar büyüyeceğinizi tahmin etmiş miydiniz?

Hiç düşünmemiştik gerçekten. Hatta Tabutta Rövaşata müziklerini yaptıktan sonra dağılırız diye düşünmüştük. Devam edebileceğimizi bile düşünmüyorduk, bu hale geleceğini hiç hayal etmemiştik. Hiç gündeme gelmemişti bile, ama olaylar bizi bu yöne sürükledi.

Biz o albümü yaptıktan sonra konser teklifi aldık mesela, kara kara düşünmeye başladık, “Ya biz konser verecekmiş gibi çalmadık ki” diye. O zaman ne yapacağız, dışarıdan adam alacağız. Üç kişi çalmıştık her şeyi, ama üç kişinin canlı çalabileceği bir müzik oldu mu olmadı mı bilemedik ve başka birileri de olsun istedik. Onu denedik, şunu denedik, olmadı. Yarı Kızılderili yarı İskoç Amerikalı bir basçı Türkiye’ye blues’cu bir adamla çalmak için gelmiş, onunla tanıştık ve dördüncü elemanımız oldu. Böylece artık konserlerde çalabilen bir grup olduk. Onunla da hala konuşuyorum, Bill (MacBeath) şu anda pandemi yüzünden Avrupa turnesine çıkamıyormuş, ama bir Rus Çingene Sirki’nde orkestraya girmiş, orada haftanın altı günü çalıyormuş. Bir fotoğraf gönderdi “Bu da bizim orkestra” diye, beş trapezci kadın ip üstünde davul çalıyor, o aklıma geldi şimdi eski günler deyince. (gülüyor) Daha dün konuştuk onunla da.

Zen bir İstanbul grubuydu tamamen. Bir kere İzmir’de, bir kere de Ankara’da çaldık, o kadar. Yurt dışında hiç çalamadık, o da biraz şundan: Bir Amerika turnesi teklifi aldık biz Zen olarak, baya da önemli bir turneydi, sonra babamın (grafik sanatçısı Mengü Ertel) sağlık sorunları ortaya çıktı. Ben de o turneyi reddetmek zorunda kaldım. Bunun üstüne Amerikalı organizatörler bizi sildiler, çünkü çok önemli bir turneydi ve son dakikada reddetmiş olduk. Pişman değilim bu kararımdan hiçbir şekilde, babam benim için kariyerimden çok daha önemli bir insan.

Ama BaBa ZuLa ile gerçekten dünyanın dört bir yanına gittik, altı kıtada çaldık, bir Antarktika eksik. 60 küsur ülkede, yüzlerce şehirde çaldık, 12 albüm yaptık, bu rakamlara baktığın zaman bile baya bir şey olduğunu görebiliyorsun. Ama bunlar başka stratejiler güdülseydi çok daha fazla olabilirdi, biz radikal kararlar alıp birtakım şeyleri yapmayarak bazı senaryolara kucak açmadık. Örneğin makyaj yapmadık, playback yapmadık. “Bir Sana Bir De Bana”yı albümümüzün son parçası olarak koyduk, halbuki onu mantıken A1 yapman gerekir, hit parça çünkü.

Formül odur normalde, evet.

Evet, ama istemedik. O hit parça formülüyle tanınan bir grup olmanın baskısını da istemedik, devamlı hit parçalar yapan bir fabrika grup olmayı da. İstediğimiz şeyi deneyip cesurca, özgürce müzik yapan bir grup olarak kalmayı tercih ettik. Hayvan Gibi gibi bir albüm göremiyorum mesela ben şimdi. Beğenebilirsiniz, beğenmeyebilirsiniz, “Aman ne saçma çalıyorlar” diyebilirsiniz, istediğinizi söyleyebilirsiniz, ama böyle bir grup yok. Özgünlük bence en önemli şey. O da bizim kendi tercihlerimize sadık kalmamızla ilgili bir durum. Hakikaten neyi en çok seviyorsak onu yapıyoruz, ticari bir kaygıyla, “Başarılı olacağım ben, şu kadar takipçi, şu kadar like alacağım,” gibi günümüz kıstaslarıyla hareket eden bir grup değiliz. En baştan beri öyle olduk, o tavır da bugüne kadar geldi. Öteki türlü davranan o kadar fazla insan gelip geçti ki yanımızdan, o da ilginçtir. Bizden çok sonra çıkan, çok daha popüler olan insanların tozlara karıştığını çok gördük.

Hazır mazideyken: Kıyı Müzik ekibi olarak en sevdiğimiz filmlerden biri Crossing the Bridge‘dir. Siz de grupça burada yer alıyorsunuz. Bu da bir bakıma sizin için bir milat oldu diyebiliriz. Bildiğim kadarıyla ondan önce sizi kamerada böyle belgeleyen bir video yoktu. Fatih Akın’la çalıştınız, o da alıcı kitlesi geniş olan bir yönetmen, hikayenizde kendisinin önemli bir payı oldu diyebiliriz sanırım.

Tabi, kesinlikle. Bence de. Ne yazık ki söylediklerin doğru. O film 2005’te yapılmıştı, o tarihten beri Türk müziği ya da İstanbul müziği hakkında yapılmış böyle bir belgesel yok. Bence bu gerçekten büyük bir yazık. Orada yer alan insanların çoğunu yitirdik ya da dağıldılar. Mesela Replikas dağılmış durumda, Müzeyyen Senar öldü, Selim Sesler gitti… Sonra neydi o çocuklar, sokak müziği yapan…

Siya Siyabend?

Hah, Siya Siyabend dağıldı. Yazık bunlara gerçekten, bütün bu insanlar belgelenmese belki bu kadar güçlü bir şekilde dünyaya yayılamayacaklardı ve bilinmeyeceklerdi. Böyle şeylerin yapılması çok önemli. Bu film bizim için gerçekten çok önemli oldu, Fatih Akın’a hep çok teşekkür ediyorum. O da çok samimi bir şekilde, heyecanla geldi ve böyle bir film yaptı. Ondan sonra da Türkiye’ye ve İstanbul’a büyük bir odaklanma oluştu, bu da BaBa ZuLa’nın milatlarından biridir bence de. Tabutta Rövaşata‘dan sonra Fatih Akın’ın filmi…

Şimdi ben Hayvan Gibi‘yi de bu milatlardan biri olarak görüyorum, çünkü kendimi gerçekten bir rock yıldızı gibi hissettiğim bir albüm oldu. Öyle bir stüdyoya girdik ki plaklarda Bob Dylan’ın, Neil Young’ın çaldığı stüdyolar ayarında, hatta birçoğundan daha iyi bir stüdyo olduğunu hissettim. Bunun güzelliğini, keyfini yaşadık hakikaten. Umarım bütün müzisyenler de hayatlarında bir gün böyle bir zevki tadabilirler. Çok güzel stüdyolar gördüm, 1940-1970 arası plaklarda gördüğümüz, Beatles’ın, Beach Boys’un, Bob Dylan’ın kayıt yaptığını bildiğimiz aletlerin arasında gezinip onlara dokunmak, plağa kayıt yapmak çok büyük keyif veriyor insana.

Milat olarak görebileceğin başka olaylar var mı BaBa ZuLa tarihinde?

Başka bir milat olarak Mad Professor ile tanışmamızı da seçebilirim, o da çok önemli gerçekten. Onunla tanıştığımızda her zaman sevdiğimiz dub müziğin stüdyoda nasıl yapıldığını çok iyi bir şekilde anladık. Onunla 2002 yılından biri tanışıyoruz ve çalışıyoruz. Bize inanılmaz şeyler gösterdi, bir müzikten nasıl başka bir müzik çıkartılır, dub nedir, nasıl yapılır… Tabi fikirlerimiz vardı daha önce, kendisini de dinliyorduk, Lee Perry’den King Tubby’ye çeşitli müzisyenlere dair bilgimiz, sevgimiz de vardı. Bahsettiğim Amerikalı basçımız Bill de Eek-A-Mouse gibi insanlarla çalışmıştı, o da o teknikleri gayet iyi biliyordu, onunla da sıkı mix’ler yapıyorduk, ama Mad Professor’le karşılaşınca boyut atladık. O da BaBa Zula’nın başka bir evresi diyebilirim.

Benim için bir başka evre de BaBa ZuLa ile direkt bir çalışmasını görmesek bile Can’in davulcusu Jaki Liebezeit ile tanışmamızdı. Onunla tanıştığımızda da büyük bir değişim oldu, müzik bilgimiz çok gelişti. Bize müzik teorisi, armoni ve ritim hakkında çok şey öğretti ve yol gösterdi. Müzikal olarak çok farklı bir boyutta güçlenmemizi sağladı. Ne desem bilemiyorum, dünyanın en iyi davulcularından biri olduğunu söyleyebilirim. Çok mütevazı biri, ama müzik bilgisi gerçekten müthişti. Türk müziği bilgisi inanılmazdı. Aynı zamanda Türk ve İran dilbilgisine meraklıydı, çok ilginç bir merak. Onun Türkçe dilbilgisi benimkinden daha güçlüydü.

Vay be.

Şimdi Jono Podmore diye yine beraber çalıştığımız bir müzisyenin çok güzel bir kitabı çıktı (Jaki Liebezeit: The Life, Theory and Practice of a Master Drummer), Jaki Liebezeit’in hayatını ve müzik teorisini anlatıyor. Jaki temel olarak şunu söylüyordu: Her ritmin bir makamı, her makamın bir ritmi vardır. Ritmik ögeleri çizgi ve nokta olarak ayırıyor, bu çizgi ve noktaların da yarım ses ve bir ses olarak karşılığını buluyordu. Bütün bunlarla da yazdığı ritimlerin hepsinin makamsal aralıkları ile ritimlerinin aynı olduğunu, belli bir ritmin belli bir makamı, belli bir makamın belli bir ritmi getirdiğini söylüyordu. Müzisyenlerin okumasını kesinlikle tavsiye ederim. Bu teori yaygınlaşırsa da sahiden baya ilginç müzikler ortaya çıkar bence.

İşler böyle yürür, Asfalt Ozanı’dır Barış Manço, bence BaBa ZuLa da 21. yüzyılın aşıklarıdır. Böyle düşünüyorum. Pek çok korunma kalkanının arkasında tabi…

Murat Ertel

Sanırım senin ana enstrümanına saz diyebiliriz, daha doğrusu modifikasyondan geçirdiğin sazların. Geçtiğimiz sene de bir başka belgesel olan Saz‘da gözükmüştün. Çok geniş bir soru olacak belki, ama sazın gözündeki yerinden bahsedebilir misin?

Saz ya da diğer adlarıyla bağlama, kopuz dediğimiz enstrüman, bence Türk kültürünün en temel enstrümanıdır. Bunu herkes de söyleyebilir. Bu kültürü anlatmak için bir enstrüman seçsen bu ne olur, diye soracak olsak bence bu enstrüman seçilebilir. Tarihinin Orta Asya’daki şamanlardan gelip en son benim ve başkalarının yaptığı modifikasyonlu, özel tasarım elektrosazlara kadar geldiğini söyleyebiliriz. En önemli noktalardan biri, bu enstrümanın halk müziği ve halk kültürü, şamanik kültür ve Türk folkloru ile birleşmiş olması ve hiçbir zaman saray müziği icrasında kullanılmamasıdır. Saraya hükmedenlere yanaşan bir tavır içinde değildir ve bir başkaldırının sembolüdür. Siz bir sazı elinizde tutup yukarı kaldırdığınızda bunun ne anlama geldiğini bu coğrafyadan, bu kültürden gelen herkes bilir. Egemenlerin korktuğu ve silmek istediği aşık kültürü, yine de herkesin bilinçaltında var olmaya devam eder.

İşler böyle yürür, asfalt ozanıdır Barış Manço, bence BaBa ZuLa da 21. yüzyılın aşıklarıdır. Böyle düşünüyorum. Pek çok korunma kalkanının arkasında tabi… Direkt aşık mahlasını kullanmadan, şahıs üzerinde olmadan, Mahzuni gibi eski aşıklar kadar sansürsüz ve dolaysız lafını etmeden yine lafını eder, yine söyler, yine aynı şeylerden bahseder ama biraz daha farklıdır tabi.

Bu enstrümanı çok olanaklı ve heyecan verici buluyorum, keşfetmesi bitmiyor. Geleneksel tarzlarını da seviyorum, ama mesela kopuz Orta Asya’da saza benzer bir şey değil, yayla çalınan başka bir enstrüman. Sonra 12. yüzyıl civarı Selçukluların kayıtlarında saz diye anılmaya başlıyor. 17. yüzyıl sonu-18. yüzyıl başı gibi bağlama da diyorlar, bu böyle gidiyor. Elektrosaz olduğunda da bambaşka bir enstrüman haline geliyor. Bu aslında gitarın elektrogitar haline gelmesi kadar önemli bir devrim, ama elektrogitarın benimsendiği kadar benimsenmiyor; çünkü halk müzisyenleri buna karşı. Aynı Bob Dylan’ın elektrogitar çaldığı Newport Festivali’nde yuhalandığı gibi elektrosaz çalanların kendileri bile kendilerini yuhalıyor. Arif Sağ ile konuştum örneğin, “Maalesef, şöyle böyle,” Yavuz Top desen “Maalesef ben keşfettim,” diyor… Yani bir utanma söz konusu, “pavyon sazı, şöyle böyle” diye aşağılıyorlar.

İlginç bir durum cidden.

Evet. Bir kompleksten oluşuyor bence. Benim hiç böyle bir kompleksim yok, sazı çok seviyorum ve geliştirmeye de çalışıyorum, ihtiyaçları nedir, şunlardır, bunlardır gibi… Kulakları olsun, perdeleri olsun, manyetikleri olsun, şekli şemali olsun, bunların hepsi üstüne düşünüp birtakım uygulamalar yapıyorum ve özgün bir şeyler buluyorum. Bence müzikteki en önemli şey özgün olmak. Kendin olmak, kendi müziğini yapmak ve kendin içinde ne duyuyorsan onu yapman. Bunlar çok önemli, çünkü başkası gibi yapan bir sürü insan var. Başarılı olabilirsin, örneğin pop müzikte başarının formülü başka bir insanın parçasını icra etmen. Ben bu kuraldan nefret ediyorum. Niye, örneğin Duman grubu, meşru olmak için Sezen Aksu cover’ı yapmak zorunda? Böyle bir kural var ve ben bu kuralı gerçekten kabul etmiyorum, istemiyorum, ben bu yoldan gitmeyeceğim. Başarı bu şekilde çok kolay, hakikaten. Ama gerek yok. Birtakım kurallar var, ben ihtiyacıma göre gidiyorum ve saz tasarımında da kural tanımıyorum. Neye ihtiyacım varsa o.

Örneğin ilk tasarımım bir elektro Divan sazdı. Böyle bir şey görmemiştim daha önce, yaptım, çok büyük geldi. Japonya, Amerika turnesi yaptığımızda ve okyanuslar üstünde uçan büyük uçaklardan inip şehirlerarası uçaklara bindiğimizde o uçakların kabin bagajları fazla küçüktü, elektro Divan sazım girmiyordu. Ne yapsam dedim, Steinberger diye bir bas vardı 90’larda, kafasız ve gövdesiz bir bastı, o tasarımı saza uygulayarak Roket isimli sazımı yarattım. Onun dışında synthesizer çalabileceğim bir 4 sıra saz yaptım, ona da Zula düzeni adında, bozuk düzen ve aşık düzeninin bir arada kullanılabileceği bir düzen getirdim. Yani devrimler yapmaya tasarımda da, müzikte de devam ediyorum, çünkü bu beni heyecanlandırıyor, birtakım kalıpların tekrarlanması pek hoşuma gitmiyor. Ya da bir şarkının dinlenebilmesi için bir video klibi olması gereği bana çok kötü geliyor. Niye ki? Müzik kendi kendine var olamaz mı? Ama böyle bir kural getiriliyor: Sen illa güzel veya yakışıklı olacaksın, bir de klibin olacak, o zaman şarkın dinlenir, o zaman takipçin olur. Böyle bir durum var mı? Sanatın kendisi değil mi daha önemli olan? Müziğin kendisi, romanın kendisi, sözün kendisi… Onu söyleyenin tipinin ne önemi var? Ama sistem hep bir şekilde böyle oldu, bambaşka şeyler üzerinden yürüyen bir sanat sisteminin olduğu söylenebilir. Konuyu dağıttım şimdi ama… (gülüşmeler)

Yakınlarda yaptığın bir söyleşide Brezilyalı yönetmen Adriana Cordelio ile bir BaBa Zula belgeseli üstünde çalıştığınızı söylemişsin. Bu konuda bir gelişme var mı?

Ya evet, ben de aslında şu günlerin çok iyi bir zamanlama olduğunu düşünüyordum belgeselin yayınlanması için. Şöyle bir konuştuk, “Çalışıyorum,” gibi bir şeyler söyledi. Sanırım o da pandemi sürecinde bütçe, montaj, post prodüksiyon masrafı durumlarına girmiş. Umarım bitirebilir belgeseli. Çekimler bitti ama, onu biliyorum.

Ha anladım, kurgu aşamasında yani…

Evet.

Umarım yakın vakitte izleyebiliriz.

Ben de umarım.

Şimdiye kadar çok sayıda yetenekli müzisyenle çalıştın: Jaki Liebezeit, Alexander Hacke, Hugo Race, Brenna McCrimmon, Mad Professor, geçenlerde eşin Esma Ertel ile albümlerine konuk olduğun Compro Oro… Yaşayan müzisyenler arasında “Keşke birlikte bir şeyler yapsak” dediğin başka kimler var?

Çok var. Yaşayanlardan mı ölenlerden mi? (gülüyor)

Seçenekleri daraltmak adına yaşayanlar diyelim.

Mesela Fred Frith’le albüm yapmayı çok isterdim. İki defa çaldık kendisiyle, ilk çalmamızdan sonra “Hayatımın en iyi konserlerinden biriydi” yazmış. İnanamadım, defalarca okudum sitesinde bu cümleyi. Adamın kimlerle çaldığını düşününce bizim için böyle bir şey demesi beni aşırı heyecanlandırdı. İkinci bir defa da çaldık, o da çok iyiydi. Onunla bir albüm yapmayı çok isterdim bak gerçekten. Sonuç kesin çok güzel olurdu. Liebezeit’ın anma töreninde Jaki’nin öğrencileri Drums Off Chaos ile çaldık, o albüme onları da almak isterdim aslında.

Rosko Gee diye bir basçı vardır, Stomu Yamashta’nın ilk albümünde çalmıştır. Bir dönem Can’le de çaldı, Traffic’le de… Onunla da çaldım ve çok etkilendim, onunla da bir şeyler yapmak isterdim. Lydia Lunch ile de çaldım, onunla da albüm yapamadık ama 3-4 parça kaydettik. Onunla da bir şeyler de yapmak isterdim gerçekten. Başka kim olabilir? PJ Harvey olabilir. 4-Track Demos albümünü çok severim. O tarz kirli, dağıtık bir şey yapmak yine çok ilginç olabilir.

Ölenlerden de bir kişi söyleyeyim: Morphine’in basçısı Mark Sandman. Morphine’le çalsam ne kadar güzel olurdu.

Konserleriniz hayli canlı, unutulmaz geçmesiyle meşhur. Geçmişe dönüp baktığında unutamadığın, çok da bilinmeyen bir konser anın var mı?

Hm. Bir düşüneyim. Bulgaristan’da, UNESCO koruması altındaki bir kasaba ya da köyde çalacaktık. Antalya’dan, 16 saatte mi ne geldik oraya. Sonrasında da başka bir konsere gideceğiz. Geldik, o kadar güzel bir yer ki, masallardan çıkma gibi… Harika odalar hazırlamışlar. Konser vereceğimiz yere gittik. Bir açık hava tiyatrosu ama taştan. Her şey o kadar doğal, köy o kadar güzel, konser yeri o kadar mükemmel ki. Antik Yunan veya Pagan döneminden kalma bir mekan. Fakat bizim aşırı uykumuz var, “Biz soundcheck yapmayacağız, direkt konsere çıkacağız” dedik. Bir ön grup var, headliner biziz. “Mümkünse ön grubun saatinde çalalım, onlar bizden sonra çalsın, vaktimiz yok” dedik. “Olur mu öyle şey, siz headliner’sınız” dediler, razı edemedik. Saatinde çıkacağız. “Öyle çıkarsak az çalmak zorunda kalırız” da demiştik. Neyse, gittik otelimize, adamlar bize mükemmel bir sofra hazırlamış. Bir kuş tüyü eksik. Şaraplar, şunlar bunlar… “Biz yiyemeyeceğiz” dedik, “uyumak istiyoruz.” (gülüşmeler) Bilmem kaç saattir otobüsle gelmişiz, duş yapacağız, uyuyacağız, konsere gideceğiz, sonra da koşacağız. “Abi peki” dediler. O sofraya da bakıyoruz, açız ama vaktimiz yok, uykumuz var. İki üç bir şey atıştırıp gittik, uyuduk, uyandık, o sofra hala duruyor. Oradan yine alelacele iki-üç şey tıkınıp konsere gittik. Ön grup çalıyor. Dedik “Ne olur çalmayın.” “Olur mu öyle şey” dediler, “Siz BaBa ZuLa’sınız, öylesiniz böylesiniz, biz kurulduk zaten” falan. Bir de uzattılar konseri. Bizim vaktimiz iyice daraldı. Yarım saat kadar çalacağız. Bir çaldık, açık hava tiyatrosunda şaman ayini gerçekleşti resmen. Adamlar kendini yerden yere atıyor, kadınlar çıldırıyor, çığlıklar atıyor. Yarım saat sonra kestik. On dakika kadar bizi çağırdılar geri. On dakika daha çaldık, özür diledik, indik. Ön grup da bizden özür diliyor, “Abi kusura bakmayın, böyle olacağını bilemedik” diye. (gülüşmeler) Koştur koştur minibüse binip bir sonraki konsere gittik. Bu da böyle çok aklımda kalan bir konserdir. Ah ulan orada bir, iki, üç, beş saatimiz daha olsaydı…

Bir konser daha aklıma geldi. Ben sabaha kadar anlatırım böyle. (gülüşmeler) Bir tane daha anlatıp bitireyim. Avrupa turnesindeyiz. Galiba Berlin’de çaldıktan sonra Leipzig’e gittik. Bir büyük salon var, 1000 kişilik mi ne. Bir de küçük salon var, 300 kişilik. Biz orada çalacağız. Çok profesyonel bir mekan ama. 1000 kişilik salonda ışıklar, sistem uçuyor. 300 kişilik olan bile güzel, Babylon gibi düşün. Biz orada çalacağız, kulüp sahibi geldi, “Arkadaşlar, sadece 5 bilet satılmış, çalacak mısınız?” dedi. Tabi, çalalım, gelmişler o kadar, ne yapalım artık. Çıktık, çaldık. İki saat mi, iki buçuk saat mi ne çaldık ama 5 kişi var. Kulüp sahibi geldi konserin sonunda: “Çocuklar, ben sizi çok beğendim, çok iyi çaldınız. Üstelik 5 kişiye çaldınız, ben böyle şey görmedim. Bundan sonra her turnede bu kulübün kapısı size açık. İstediğiniz zaman beni arayın.” Hikaye burada başlıyor aslında. O seyircilerden 3 kişi sonradan bizi görmek istedi. “Buyurun” dedik. Çok iyi çaldınız, sağ olun falan… Sonra dediler ki “Biz Romanya’da Kızıl Dağlar’ı kurtarmak için yapılan bir festivalin yöneticileriyiz. Sizi çok sevdik. Orada headliner olmanızı istiyoruz.” “Tabi” dedik, “Biz Romanya’yı çok severiz.” Sonra o festivale gittik. Bizi Kızıl Dağlar’da krallar gibi ağırladılar. Bir konser verdik, anlatamam sana. Yüzlerce insan konserden sonra saatlerce kuyrukta bekledi bizimle tanışmak, konuşmak, imza almak, plaklarımızı almak için. Nasıl bir sevgi vardı orada anlatamam. Ağlıyorlar, fotoğraf çektiriyorlar… Gözlerinde görüyorsun yani. Tam bizim Kaz Dağları gibi bir hikaye bu arada Kızıl Dağlar’ınki: Altın var, insanlar hükümete direnerek bu altın arayışını durduruyor. Şirketler altın arayamıyor artık orada. Bu insanlar hükümete inat direniyorlar, biz de bu direnişin parçası olmuş oluyoruz. Bu da çok hoşlarına gidiyor, müzik de… Çok güzel bir konser oldu o da.

İyi geçen, kötü geçen başka bir sürü konser var tabi, ama bilhassa bunların müthiş deneyimler olduğunu düşünüyorum.

İleriye yönelik planların neler?

Aslında konser vermek istiyoruz ama… (gülüyor) Verebilecek miyiz bilmiyorum. Turneye çıkmak çok tehlikeli görünüyor. Birtakım yerlerden de teklifler geldi. Rusya’dan mesela. Biz reddettik pandemi sırasında. İyi de olduğunu düşünüyorum, çünkü oraya bizim yerimize giden grubun konser fotoğraflarını gördüm. Hıncahınç dolu, kimsede maske yok, sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranılan bir ortam vardı.

Hastalanarak dönebilirdiniz.

Olabilirdi tabi. Giden arkadaşlar hastalanmamıştır umarım. Ama hastalanmadılarsa bile biz o ortamda müthiş bir gerginlikle çalardık, eminim. Konser vermek istiyoruz, ama koşullar uygun olur mu olmaz bilemiyorum. Sonra BaBa ZuLa’yı devam ettirmek istiyoruz, çünkü bu pandemi sürecinde pek çok grup dağıldı. Herkes anne babasının yanına döndü, 30-40 yaşındaki insanlardan söz ediyoruz burada. Zor bir durum. Devam edebilmek bile zor.

Biz dijital dünyaya çok önem veren insanlar değildik, şimdi oralara girmeye başladık. Youtube’a girip insanların yorumlarına cevap vermeye başladım. Ama bu dünyada çok uzun süre var olabileceğimizi düşünmüyorum. Canlı müzik olmazsa, insanlara gerçekten müzik yapmazsak sadece dijital dünyada kalarak müzik yapabileceğimizi düşünmüyorum. O yüzden umarım ve BaBa ZuLa’yla ve başka şeylerle müzik yapmaya devam ederiz. Öyle olacak gibi de görünüyor, şu anda başka projeler üstünde çalışıyoruz. Örneğin eşim Esma Ertel’in yazdığı bir kitap vardı, onun yayınlanışı da ertelendi, onun üstünde çalışıyoruz. Sonra birtakım teklifler geliyor bana yurt dışından, “Şu şarkıda çalar mısın” diye. Onlarla ilgileniyorum. BaBa ZuLa’yla ilgili de yeni bir şeyler yaparız herhalde. Şu anda albümle ilgileniyoruz, herhalde birkaç aya yeni bir şeyler üstünde çalışmaya başlarız.

Merakla bekliyoruz. Teşekkür ederim sohbetin için.

Ben teşekkür ederim.