Meridian ile Yıllar Sonra Bir Sohbet

Türkiye müzik tarihinin 1980’lerden 1990’lara uzanan döneminde bir hafıza, bir arşiv eksikliği söz konusu. Bu eksiklikten payını almış gruplar içinde progresif / senfonik rock ekibi Meridian da yer alıyor. 1984 – 1989 yılları arasında aktif olan ve bu süreçte sadece -henüz resmi bir dijital yayına kavuşmamış- 8763 albümlerini yayınlayıp dağılan grubun hikâyesinde kesinlikle aktarılacak, paylaşılacak çok şey var. Bu eksikliği biraz olsun gidermek için Mete Aygüven (gitar) ve Süha Erdinç (klavye) ile oturup sohbet ettik.

Günümüzde Meridian hakkında kapsamlı bir arşive ulaşmak çok zor. Olup bitenleri bir bağlama oturtmak için ikinizin de gruba katıldığı anları ele alarak başlayalım.

Mete Aygüven: Bizden önce grubun diğer gitaristi Turgut Denizci, İlker Arkış (bas), Gökhan Elçin (vokal) ve İlkay Türkozan (davul) ilk kadroyu oluşturuyorlar. Gökhan, Turgut ve İlker İstanbul Üniversitesi Müzik Kulübü’nden tanışıyorlar. Sonradan kemanda Özlem Dinçarslan da gruba katılıyor. Bir araya geliyorlar, müzik yapalım diyorlar. Turgut’la ben aynı apartmanda altlı üstlü komşuyuz. Turgut diyor ki, “Abi bir gitar yetmiyor, iki gitar lazım. Hatta klavye falan da lazım.” Biz de Süha’yla kendimiz bir şeyler yapıyoruz. Onun klavyesi, benim gitarım var. Selman diye bir arkadaş var, o da ikinci gitar.

Süha Erdinç: Bir de basçı vardı.

Mete: Caz parçalarını yorumluyoruz. Daha yaşlar 18, 20 falan. Kendi kendimize eğleniyoruz. Ben de dedim ki, “Süha da var, o da gelsin, klavye çalsın.” Turgut, “Ama biz senfonik rock kafasında çalmak istiyoruz.” dedi. “Tamam, biz de öyle şeyler yapmak istiyoruz.” dedim. (gülüyor) Öyle bir araya geldi grup. Anlayacağın biz gruba geldiğimizde hazıra konmuş olduk. Bu bestelerin ana temasını, yapısını Süha, Turgut, İlkay, Gökhan ve ben oluşturuyorduk; ama bütün grubun söz hakkı vardı. “Daha çok kavga, daha az üretim” gibi bir düsturla ilerledik.

Süha : Çok demokratik bir yapıya sahiptik. Verdiğimiz kavgalar asla boşuna değildi. Böylece pozitif bir sonuç çıkacağının farkındaydık. Sonuçta en iyiyi bulmak için kavga ediyoruz. Ama zaman zaman mesele kişiselleşiyor, sataşmalar falan çıkıyordu. Orada bir durmak lazım. Bu kişiselleşme kısmı bize çok zaman kaybettiren bir şeydi. Sonunda evimde bir “tartışma tüzüğü” yazdım. Hatırlıyor musun Mete?

Mete: Evet.

Süha: Dedik ki, “Bakın en azından bu sınırlara riayet ederek tartışalım.” Çünkü tartışacağız, kaçarı yok.

Mete: Belli kurallar getirildi. Bestenin altyapısını yazanın iki-üç söz hakkı, enstrümanı çalanın bir söz hakkı var. Mesela bas diyor ki “Abi onu öyle değil böyle yapalım,” onun iki söz hakkı var; ama sadece çalanların birer söz hakkı var. Diyelim ki bir tartışmada sonuç ikiye iki oldu. Bu durumda ne yapıyoruz, artık kavga etmiyoruz. Böyle bir demokrasi geldiği zaman herkes katılımcı oldu.

Sonuçta herkeste belli bir ergenlik ve ego var; onu herkes farklı seviyelerde aşıyor. Süha’nın dediği gibi Meridian’ı Meridian yapan en önemli şey demokratik bir planda ilerliyor oluşuydu. Kurduğumuz platformu herkes sevdi.

Süha: Tartışırken de bazı şeylere mim koymak zorunda kalıyoruz. Mesela biri “Abi sen bunu niye böyle yaptın?” dese tamam. Ama “Abi sen bunu hep böyle yapıyorsun. Bunu yapmayacağız.” noktasında adam savunduğu fikri değil, kendi kişiliğini kurtarma peşine düşüyor. Öyle olunca uçsuz bucaksız bir tartışmanın içine giriyoruz ve o toplanma hâli boşa gidiyor. Birçok toplanmanın hiçbir şeye çalışamadan kavgayla bittiği oluyor. Bu çok büyük bir şey; sonuçta kimimiz Göztepe’de oturuyor, kimimiz Erenköy’de, kimimiz Beşiktaş’ta, kimimiz bilmem nerede… Galatasaray’da, İlkay’ın evinde toplanıyoruz; ama şehrin her bir tarafından gelmişiz, kavga edip dağılmışız evlere. Çok sık oluyordu bu. Sonunda dedik ki getirdiğimiz eleştiri, birinin kişilik haklarına veya davranış biçimine yönelik olmayacak. O an yaptığı ne varsa onu eleştir. “Sen bunu hep böyle yapıyorsun.” dediğin zaman iş ‘mahkemelik’ oluyor. (gülüyor)

Ben bugün matematik dersi veriyorum çocuklara, bu pratik çok işime yarayan bir şey oldu. Çünkü bir şeyler öğretmek de insan ilişkileri üstüne kuruludur. Bir çocuğa haklı olduğum hâlde “Bak evladım, sen bunu hep böyle yapıyorsun.” demem asla. Öyle dediğin zaman çocuk kendini savunmaya geçiyor. Hiçbir karşılık bulamıyorsun getirdiğin eleştiriye. “Bunu burada böyle yapmışsın, onun yerine böyle yap.” dediğin zamansa “Tamam hocam.” deyip uzatmıyor.

Mete: Konuyu toparlayalım: Bu disiplin sayesinde sinerjiyi yakaladık ve her katılımcı bu sayede müzik yaptı.

Süha: Her enstrüman müziğin üstüne kendi partisini kendisi yazıyordu.

Mete: Başka bir gruba sorsan “Kim yapıyor besteleri, düzenlemeleri?” diye; gitarist Mahmut yazıyor, gitarist Ayşe yazıyor falan derlerdi.

Süha: Bizde net şekilde “bir” beyin yoktu.

Mete: Bu bize muazzam bir sinerji kattı. Üç dakikalık bir parçada baştan sona kanaviçe misali herkesin hükmü var. Tamam, parça belki bir saatte biteceğine bir ayda bitiyor; ama o parça bittiği zaman da herkesin beğendiği, mutlu olduğu, bir şey kattığı bir şarkı doğuyor. “Şuradaki minik akoru, arpeji basma abi!” “Atmam abi.” “Atalım abi.” Sonra bir bakıyoruz, bizim oyla kazanmışız ama diğer seçenek daha iyi oluyor. Hadi buyurun, geri değiştiriyoruz. Zaman içerisinde parçalar muazzam bir katılım platformu hâline geldi.

Süha: Bir yandan herkes benzer şeyler dinliyor, beğeniler birbirine yaklaşıyor gittikçe. İdol gruplarımız var, o zamanın progresif rock grupları. Genesis, Yes, King Crimson, David Sylvian, Marillion… Herkes bunları dinlediği için güzel bir şey yakaladığın zaman herkes “Evet bu!” diyor. Bütün gruplar birbirine öyküne öyküne oluşmuş aslında müzik dünyasında. Hiçbir grup tak diye uzaydan düşüvermemiş yani.

Mete: Şöyle bir hipotezimiz vardı: “Müzik ikiye ayrılır. Bir teknik, bir de kreatif taraf.” Bizim için önemli olan ortaya çıkan müziğin ruhuydu.

Süha: Parçalarımız çok da fazla bölümden oluşuyordu. Armonileri de oldukça zordu. Baştan sona hatasız çalmak için gerçekten çok çalıştık.

Mete: Dünya müziği yapmak istiyorduk, o yüzden Türkçe yapmadık. Biraz da egomuz büyüktü, dedik ki yapacaksak büyük oynayalım. Bütün dünyanın dinleyeceği bir grup olmak istedik, Türkçe yaparsak kimse dinlemez deyip İngilizce yaptık. Sonra dedik ki “Sahneye çıkınca bu şarkıları aşırı iyi çalmalıyız. Çok güzel şarkılar yapalım. İki saatlik repertuar yapalım, hepsi bizim bestelerimiz olsun.” İki senemizi aldı bu. Bahçeyi suluyorsun ama iki sene ürün alamıyorsun.

Süha: Biz ne yaptığımızı aslında gerçek anlamda konserler başladığında görüyoruz. Konserler başlayana kadar hep aynı şeylerde dönüp dolaşıyoruz. Kendi kendimize fark edemiyoruz işi ne kadar oturttuğumuzu.

Mete: Bir süre sonra acaba bir şey yapamıyor muyuz diye düşünüyoruz. Çünkü biz çala çala bıkmışız bu şarkılardan.

Süha: Evet, yüzlerce kez çalmışız o noktada çünkü.

Mete: Diyoruz ki o zaman, eve arkadaşlarımızı davet edelim. Davet ediyoruz, çok beğendik falan diyorlar. Tatmin olmuyoruz, arkadaşımız tabii öyle diyecek. Baktık bu böyle olmaz, halka açık bir konserde çıkalım diyoruz.

İlk konserinizin konusunu siz açmasaydınız ben açacaktım.

Mete: Merter’deydi. Ortak bir konserdi ama bizim dışımızdaki herkes hard rockçı, heavy metalci falan. Güven Erkin Erkal dedi ki, “Abi siz de çıkın, sahne korkunuzu atarsınız. İnsanın eli ayağı titriyor, ama karşınızdaki adamlar da zaten 16-17 yaşında genç heavy metalci adamlar. Hatta sizi ilk grup olarak koyalım, diğer gruplara hiç benzemiyorsunuz.” Olur dedik. Konsere çıktık. Şarkıyı çaldık, 12 dakika. İlk bir dakika millet bağırmaya çağırmaya başladı: “Metalciler gelsin, onlar için geldik!” Sonra belki bir dakika geçti, ortalık sus pus.

Süha: Kafa sallamaya gelmişler ama ortada sabit bir ritim yok. Ne yapacaklarını bilemediler.

Mete: Millet dinliyor, “Bunları yuhalayalım mı, alkışlayalım mı?” diye düşünüyor. Şarkı bitti, bir dakika ölüm sessizliği oldu. Sonra alkışlamaya başladılar. Sevdikleri bir şey de değil, buna rağmen olumlu bir tepki gösterdiler. Sonra elektrikler kesildi, gece bitti. (gülüşmeler) Biz o etkinlikteki tek grup olduk. İki üç şarkı çaldık. Orada insanların tepkisi şuydu. “Bu çok güzel bir şey, ama biz bunu istemiyoruz.”

Yani metalciler sadece senfonik rock dinleyip sonra da gittiler.

Mete: Aynen öyle.

Süha: Bir de İzmit’te böyle bir karma konsere gittik. Hatta jüride Erkin Koray ve Selmi Andak vardı. Çok beğendiler bizi, yanımıza gelip konuştular. Orada da ikinci olmuştuk. Piramit grubu birinci olmuştu.

Ne yarışmasıydı bu?

Süha: İzmit Belediyesi’nin düzenlediği bir rock konseri. Niyeyse bizi yine Güven buldu. “Abi orada böyle bir şey var, gidelim.” dedi.

Mete: Teknik açıdan zor parçaları bu kadar rahat çalıp kendi bestemiz olduğunu kanıtladığımız zaman insanlar şaşırıyordu. Selmi Andak geldi, “Çocuklar,” dedi, “Bu yaptığınız müzik Türkiye’ye uygun değil, ama çok güzel çalıyorsunuz.”

Bizi var eden orada iki sene dayanabilmemizdi kısacası. O kavga, gürültü içinde o parçaları virtüözlük seviyesine gelecek kadar çalabildiğimiz süre boyunca dağılmadığımız için şanslıyız. Ama tabii ortada çok etken var.

Süha: Zaten o tartışmalar yüzünden bu işe bu kadar kafa yordum. Engelleyemeyeceğiz, o kesin. Ama bu tartışmalara rağmen yol almanın bir yolu olmalıydı.

Mete: E ne de olsa ortaya muazzam bir şey çıkıyor. Herkesin katıldığı, kimsenin yakalayamayacağı bir şey bu; ama bir yandan da birbirimizi yıpratıyoruz.

Süha: İlkay günün sonunda müzik zevki çok iyi olan bir adam. Evinde acayip bir arşiv var; plaklar, şunlar, bunlar… Bob James’ler de var. Genesis’ler de, daha caz tarzı şeyler de. Dolayısıyla orada kavga gürültü tartışsak bile sonunda güzel olan neyse adam kararını ona göre veriyor. İlkel dürtüleriyle hareket etmiyor sonuçta. Hepimiz de aynı noktadayız.

Mete: Birazcık gün görmüşlüğümüz mü varmış aslında?

Süha: Tabii.

Mete: Egona rağmen başkasının güzel dediği şeyi takdir edebiliyorsun. Matematikte, fizikte, kimyada, iş dünyasında doğru birdir ya da birkaç tanedir. Müzik öyle bir şey değil. Yaratıcılık dediğinde biri için güzel olan şey sana göre olmayabilir. Beş benzemez insanız, o da var. Herkes farklı kültürlerden geldi. Sonuçta ortaya çıkan şeye bayılıyoruz, ama birbirimize pek bayılmıyoruz. (gülüşmeler) Neyse ki tartışmalar uzamıyordu. İki dakika önce delice kavga etmemişiz gibi tekrar işe koyuluyorduk.

O dönemde gruba dergilere ilan vererek üye bulma kültürü de vardı, ama sizde buna gerek kalmamış.

Mete: Biz o kültüre hiç girmedik. Arkadaşlık ilişkileriyle gelişti tamamen. Mesela kimi grup der ki “Bu eleman buraları hiç çalamıyor, o gitsin Mahmut gelsin.” Biz hiç öyle bir şey demedik.

Süha: Grup üyeleri değişmedi, evet. Neden, çünkü hepimiz kötüyüz. (gülüşmeler) Yeterince iyiyiz, yeterince kötüyüz. Çalabilecek kadar iyiyiz, ama virtüöz denecek kadar da iyi değiliz. Bir taraftan da çala çala gelişti herkes. Bu arada Turgut İngiltere’ye gittikten sonra Murat Tunalı çok kısa gruba girmişti, onu atlamayalım.

Ra’dan Ali’nin bir noktada gruba eklendiğine dair bir iddia var, o yanlış mı?

Süha: Yakın arkadaşımızdı. Albümde ve birkaç konserimizde çaldı.

1980’lerde alternatif yerli sahnenin konserleri bir yükseliş yaşıyor. Herkes de birbirini tanıyor, oradan bir komünite gelişiyor. Siz o dönemde bir seyirci olarak bulunduğunuz ilk konseri hatırlıyor musunuz?

Süha: Egzotik Band’a gitmiştik beraber.

Mete: Evet doğru.

Süha: Bir de Ra grubunun konserine gitmiştik Boğaziçi Üniversitesi’nde. Zaten oradaki Levent, İlkay’ın arkadaşıydı.

Mete: Evet. Sonra onlar da bizi dinlemeye geldiler. Bize dışarıdan bir gözle kulak veren ilk grup Ra’dır.

Meridian ismi kimden çıktı hatırlıyor musunuz?

Mete: Ben hatırlamıyorum. Sen?

Süha: Ben de hatırlamıyorum. İlkay olabilir. Odasında büyük bir harita vardı. Dünyadan çıkıp uzayı da içeren garip bir haritaydı. Üstüne enlemler, boylamlar çizilmiş. Galiba oradan çağrışımla bu isim doğdu. Çok bir anlam yüklemedik yani.

Mete: Yabancı dilde anlaşılabilen bir isim oldu bir de.

Süha: Evrensel bir kelime olması da var, evet. Yine de “Bu çok bilinen bir kelime, başımızı ağrıtacak. Sonunda bir ek olsun, özel bir meridyenmiş gibi dursun,” diye sonuna 8763’ü ekledik. Özel bir anlamı yok ama.

O kadar konserlerden konuştuk. Verdiğiniz en iyi konser hangisiydi sizce?

Süha: Moda Sineması olabilir mi?

Mete: Bence Ortaköy.

Süha: Ortaköy de olur.

Mete: Ortaköy’dekinde daha çok eş, dost, akrabaya sattık biletleri; ama orada dışarıda bilet almaya çalışıp da girememiş bir o kadar insan vardı. Etrafta internet yok, teknoloji yok. Telefon bile yok. İnsanlar birbirlerine haber veriyorlar. “Böyle bir müzik yapılıyormuş. Ortaköy Kültür Merkezi’nde. Gel gidelim.” diye gelip kapıdan dönen çok kişi vardı. O bizi gazladı.

Süha: Bu arada konserlerden hiç para kazanamıyoruz. Konserlerin tek bir amacı var, zarara girmemek. Başka da hiçbir beklentimiz yok. Cebimize para girdiği oldu mu hiç?

Mete: Hayır.

Süha: Değil mi? Olmadı. Cebinizden para çıktığı olmuştur belki de para girdiği hiç olmamıştır. Konsere biçilen değer ve gelen kişi sayısını bir araya getirdiğinde konserin masrafları karşılanmıyor ki. Tüm biletler satılmışsa ancak o zaman gelir ve gider kafa kafaya geliyor.

Mete: O zaman biletin fiyatını artırsak diyor insan, yok mümkün değil.

Süha: Sanırım fiyat politikası gereği sinema bileti fiyatı kadar olmak zorunda. Halbuki orada bayağı bir tesisat kiralanıyor. O kira da dünyanın parası. Amfi geliyor, hoparlör geliyor, mikser geliyor, ışık sistemi geliyor, tonmeister geliyor… Mekânın kirası oluyor bir de. Anca konser ful dolunca parası çıkıyor yani.

Neyse ki organizatörler bize inanıyordu. Hepsi “Ya sizinle çok iş yapacağız diyerek, iyimser bir gözle bu işe atladılar. Aslında müzik açısından hakikaten umut veren bir gruptuk. Ama o müziğin belirli bir paraya dönüşmesi bizden sonra bile mümkün olmadı. Belki bizden 20 yıl sonra falan mümkün olmuştur.

Süha: Evet. İnsanlar tamamen risk alarak organizasyon yapıyor. Şansları yaver giderse ancak kafa kafaya çıkıyorlar o denklemden.

Mete: Bir yandan da İstanbul’da çeşit çeşit yerde konser verdik: Ortaköy, Harbiye, Açık Hava Tiyatrosu, Moda Sineması… İstanbul’da yapılabilecek her şeyi yaptık.

Süha: Merter de vardı. Bir de Caddebostan vardı.

Mete: Evet. O da çok büyük bir konserdi.

Süha: Bakınca ona yakın konser verdik. İzmit de vardı bunlar içinde.

Mete: Ben neden Ortaköy konserini vurguladığımı açıklayayım. Orada bizi iki önemli kişi dinledi: Biri sonradan “My Room” ve “Come Back” şarkılarımızın klibini yapan TRT yapımcısı Hüdaverdi Yavuz, biri de albümümüzü çıkaracak Mehmet Ateş.

Konser bitmiş, para çıkışmadığı için cebimizden kapatmaya çalışıyoruz. O sırada Mehmet Ateş geldi, dedi ki konserden sonra sizinle görüşmek istiyorum. Baktık bizden 10-15 yaş büyük bir ‘İngiliz beyefendisi.’ Bize dedi ki, “Sizin müziğinizi beğendim. Stüdyomu bir ay, iki ay, ne kadar isterseniz bedava kullanın. Prodüksiyon, mixing ve mastering benden. Kaseti de çıkaracağım. Yayınlayacağım. Siz hiçbir şey yapmayacaksınız. Sadece karşılığında belli bir süre albümün tüm telif hakları benim olacak.” Tamam dedik. Bir stüdyosu vardı adamın, Cihangir’de boğaz manzaralı…

Süha: 16 kanallı kayıt aleti vardı ki o zamanlar İstanbul’da öylesi nadir bulunurdu. Fakat istediğimiz kaydı tam olarak elde edemedik!

O dönemin çoğu albümüyle kıyasladığımızda sound’un başarısız olduğunu düşünmüyorum şahsen.

Mete: O dönem için iyi evet, ama biz mükemmeli arayan bir gruptuk. Mesela Frankie Goes to Hollywood grubunun o zamanlarda çıkmış bir albümü tam new wave idi ve bugünün sound’uydu. Onu dinleyince “Biz bu sound’u istiyoruz!” dedik. “Bunu nasıl yapacağız?” dedi. (gülüşmeler) Onu başarmaya çalıştık.

Süha: Bu arada Mehmet Ateş’in stüdyosunda yollarımızın kesiştiği bir grup oldu: Mozaik. Onlar da kaliteli gruptur. Stüdyoda bizim grubun işleri yeni başlarken onların Çook Alametler Belirdi albümlerinde mixing aşamasına geçilmişti.

Albüm kaydedildikten sonrası nasıl gelişiyor, grup nasıl dağılıyor?

Mete: Albüm kaydedildikten sonra Açık Hava Tiyatrosu’nda ve Harbiye Muhsin Ertuğrul’da konserler verdik. Sonra ben askere gittim. Turgut da İngiltere’ye yerleşti. Gökhan devam etmekle iş hayatına girmek arasında gidip gelen bir yerdeydi. Para kazanamıyorduk çünkü. Birimiz makine mühendisi, öbürü uçak mühendisi… Yaşlar da ilerliyor bir şekilde. Hayata atılman gerekiyor.

Süha: Herkes ayrı bir mesleğe tutundu.

Mete: Müzikten para kazanmaya çok uğraştık.

Süha: Bu arada bizim tarz senfonik rock’tan biraz daha modern caza doğru kaydı.

Mete: Daha da ulaşılmaz ve para getirmeyecek bir yere doğru gittik.

Süha: Oysa onunla da çok beğeni toplamıştık. Mete ile ikimizin ağırlıkta olduğu, slayt gösterisine müzik yaptığımız ayrı bir çalışma var mesela. Onu da epeyce yerde sergiledik. Alanya’da bile sergiledik. Onlar da çok ilginç ve güzel bestelerdi. Ama yok. (gülüyor) O besteler yok. Kayıtlar kayboldu.

Mete: Ben bir ara fotoğrafçılığa merak salmıştım. Yaklaşık iki-üç yüz fotoğrafı dizerek ona göre beste yaptık. Çocuklar ip mi atlıyor mesela, müzik ona göreydi. Ortaya yirmi dakikalık bir slayt gösterisi çıktı. Bu gösteriyi Aksanat, Alanya Triatlon Gösterileri’nde ve Kadıköy Aya Triada’da sergiledik.

Süha: Çok da ilgi gördü. 20 dakikalık kombine bir beste yapıp bunu kaybeden çok grup yoktur herhalde, ama bestenin kayıtlı olduğu yer yok şu anda.

Mete: Kısacası bizim grubun hikâyesi dizilip dizilip sonra “Bu olmayacak Türkiye’de!” deyip dağılmak. Aslında müzikten başka tutunacak bir dalımız olmasaydı bence çok iyi bir şey ortaya çıkardı.

Geçen gün Kral TV’nin kuruluş öyküsünü dinledik. Henüz sadece Kral Radyo varken Cem Uzan, kanalın kurucusu Şule Bekrioğlu’na “Bunun kanalını kuralım.” diyor. Bekrioğlu da “Sen manyak mısın?” diyor. “Radyo zaten iyi gidiyor. TV nereden çıktı?” Uzan “Gelecek burada.” diyor. “MTV’ye rakip olacağız.” O esnada Türkiye’de bir tane klip yok. Sezen Aksu’ya gidiyorlar klip yapacağız diye. “Niye klip yapayım ki?” diyor. Kral TV projesini anlatıyorlar, “Çıksın kendini kanıtlasın, sonra yaparım.” diyor. Ajda Pekkan’a gidiyorlar, aynı hikâye. Başkasına gidiyorlar aynı hikâye. Bu anlattığım hikâye bizden 10 sene sonrası. Yaptığımız müziğin ne kadar zamanın ilerisinde olduğunu anlatıyor.

O zamanlar bilinmeyen bir isim olan Kenan Doğulu’ya gidiyorlar, bu adam klip yapar diye. Beğenilmiyor fikir, bu kadar ünsüz kişilerle klip yaparsak Kral TV batar kaygısı var. En sonunda iş Bekrioğlu’nun “Bana klip getir, ne yaparsan yap!” dediği bir noktaya geliyor. Ve elbette kanal aşırı tutuyor. İnsanlar MTV’den öğrenmişler zaten batı müziğinin kliplerini, bunun yerlisini izlemek istiyorlar. Klip çekmek isteyen birçok kişi ortaya çıkıyor ve hepsi ünlü oluyorlar: Kenan Doğulu, Bendeniz, Rafet El Roman, Ah Canım Ahmet… Bu isimlerin albüm yoluyla ünlü olma şansı yok, ama televizyonda başka bir şey olmadığı için kanalda döndükçe bir gecede ünleniyorlar.

Bizim yeterince görünürlüğe ulaşmamamızda buralı dinleyiciye hak vereceğimiz durum şu: Bizim kasetimizin çıktığı zamanlar Genesis, King Crimson falan albüm çıkarıyor. Türk televizyonu zaten tamamen dışa dönük ve iyi müzik dinleyen insanların hepsi onları dinliyor.

Süha: Bizimle aynı dönemde müzik yapan ve popüler olan gruplarsa Yeni Türkü ve Ezgi’nin Günlüğü.

Mete: Onlar farklı bir şey yaptılar. Türkçe söylediler. O yüzden Türkiye’de dinleyici buldular.

Bugün geri dönüp baktığımızda insanların tepkilerinden anlıyoruz ki 1980’li yıllara göre çok sıra dışı bir albüm ve müzik yapmışız, fakat biz dahi bunun üstünde çok durmamışız! Şu anki niyetimiz, eğer mümkün olursa albümümüzün tüm platformlarda ulaşılabilir olması.