“Şayet kitaplar yol olsaydı, bazıları arabayla üzerlerinden hızla geçmek için yapılmış olurdu; detaylar az, var olan detaylar da sıkıcı ve tekdüze, ama anlatının hızı ve momenti coşku verici. Bazı kitaplarsa-yol olarak görüldüklerinde-yürümek için yapılmış olurdu; yani yolun yörüngesi, sunabileceği manzaralardan çok daha az önem arz ederdi.”
Peter Mendelsund devamında, hızlı sürülen bir arabada ara sıra durularak manzaraya bakılması hissiyatıyla ortaya konulan iyi kitap tanımı yapar. Yani kitap iyi ilkenize uyuyorsa tekrar okursunuz, tekrarı yaparken molalar verip kaçırdıklarınıza doğru kısa yürüyüşler yaparsınız. Amerikan edebiyatından bahsedecek iken bir Amerikalı yazardan alıntıyla başlayıp beklentileri alelade karşılar gibi yapsam da, bahsetmek istediğim daha uçuk bir Amerikalı var: Tom Robbins, arabayı hızlı sürmekten ya da yol boyunca izlediği manzaradan çok, arabanın içinde olduğunu bile sezdirmeksizin önüne çıkan tüm manzaraları baştan yaratmaktan keyif alıyor. Bunu yaparken bir yandan teşbihlerin vitesini üçe alıyor, diğer yandan dikiz aynasını sembolizme çeviriyor. Bu kült ve uçarı yazardan sonra Amerikan edebiyatını Mark Twain’den ibaret sayanları izninizle saf dışı bırakıyorum(Bu noktada sağa çeken bir sırıtışla Kurt Vonnegut’u arka raflarda unutanları da saf dışı bırakmak isterdim. Fakat insanların gerçeklerle yetinmesine şaşıran bir hiciv ustasını zamana kurban etmek aptallık olurdu). Zira neşelilik halini bilgeliğin açık işareti sayan, saymakla yetinmeyip eserlerinde yaşatan, Samuel Langhorne Clemens’den başka contasından mürekkep taşan bir yazar daha var aramızda.
Tom Robbins, başlangıcı 17. Yüzyıla dayanan Amerikan edebiyatında, kendine has tarzıyla okuyucuyu eğlendiren nadir yazarlardan. Aslında onu 1993 yapımı Dişi Kovboylar da Hüzünlenir adlı, Uma Thurman’ın Sissy karakteriyle hayat verdiği filmden de hatırlamak mümkün. Karakterlerinin hemen hemen hepsinde fark edilen yaşama tutkusu ve modern hayat eleştirisi Robbins’in kalemiyle bütünleşmiştir. Hikayelerinin her an cilt kordonundan fırlamayı bekleyen, leitmotiv tadında, o yaşama tutkusunu içkinleştirdiği nesne; Dişi Kovboylar da Hüzünlenir’de Sissy’nin uzun baş parmağı.
“…bir kabuk parçası, yumurta salatalı bir sandviçin bütün keyfini nasıl bozarsa, buzul çağının gelişi milyonlarca bahçe partisini nasıl berbat ederse, zavallı bir insancık sihre inanmadığı için nasıl hükümet ve ticarete inanırsa, bir astım krizi de aynı şekilde genç bir kadınla bir Kızılderili’nin ilk randevusunu berbat edebilir…”
Even Cowgirls Get the Blues (1976)
Ağaçkakan’da (her ne kadar fabl benzeri basit hikaye eleştirisine maruz kalsa da) kader ve seçimlerimizin diyalektiğini düşündüren Camel paketi.
“…düşünce ne kadar iyi olursa buharlaşabilme özelliği o kadar çok olur. Nedeni, yalnızca iyi düşüncelerin dogmalaşmasıdır. İşte bu süreç sayesinde yeni, teşvik edici, insanlık adına yararlı bir düşünce, ölümcül olan robot dogmaya dönüşür. (…) düşünceler ustalar, dogma ise müritler tarafından oluşturulur ve buda da daima arada güme gider. (…) iyi bir düşünce, sıradan dar görüşün filtre ve kompresörlerinden geçirilince öte taraftan ölçü ve değer açısından azalmış olarak çıkmakla kalmaz, yeni dogmatik biçimlenimiyle başlangıçta niyetlenilenin tersi etkiler üretir.”
Still Life with Woodpecker (1980)
Sonraki eserlerinde çizeceği Robbins bilgeliğinin mesajlarını verdiği Dur Bir Mola Ver ile felsefi sorgulamalara yol açan İsa ile Tarzan.
“…gerçek oyunbozanlık, evrenin bir anlamı olduğunu ancak biz “zavallı ölümlüler”in bu anlamı bilmekten aciz olduğumuzu söylemekmiş gibi geliyor bana. Gizem, doğanın üslubunun bir parçası, hepsi bu. Sonsuz yanılgı. Hiçbir anlamı olmayan anlam. Bu paradoks, anlamın anlamının anahtarı. Birtakım şeylerde anlam – ya da anlam yokluğu – aramak, sınırlı bilince sahip insanlar tarafından oynanan bir oyun. Hayat içerisindeki her şeyin ardında, anlamın ötesinde olan bir süreç var. Dikkatini çekerim, anlamanın ötesinde değil, anlamın ötesinde.”
Another Roadside Attraction (1971)
Sirius’tan Gelen Kurbağa ile hali hazırda genişlemeye hazır kaygı galaksimizde yeni bir delik açan Dogon Kabilesi.
“Cinsel kucaklaşma gururla korur kendini. Diğer bütün biyolojik dürtüleri gayet kolayca bastırır, zekayı dağıtır ve bilinci tıkar. Kendisi devam ettiği sürece açlığın, yorgunluğun, acının, zamanın, mantığın, sorumluluğun ve suçun tüm etkilerini yok edebildiğine göre, banal bir bowling gürültüsünü de boğabilir elbette.”
Half Asleep in Frog Pajamas (1994)
Sıska Bacaklar’da Boomer Petway karakteriyle kurabiye külot metaforunun atıfta bulunduğu agnostik sevgi.
“Toplumlar ancak, doğaüstü bir öteki dünyaya inanmaya ikna edildiği sürece baskı altında tutulabilir ve denetlenebilir. İnsanlar, sonunda bu dünyadan kurtulup gökteki, cankurtaranların gereksiz olacağı ve havuzların hiç kapanmayacağı bir tatil köyüne gideceklerine inanırlarsa her türlü zorbalığa, yoksulluğa ve kötü muameleye katlanabilirler. Üstelik inançlı insanlar genellikle, hükümetlerinin gireceği her türlü askeri macerada postlarını deldirmeye gönüllüdür. Öteki dünya kavramı kitleleri yönetebilir kılarken, efendileri de yıkıcı kılar.”
Skinny Legs and All (1990)
Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar, Villa Meçhul, Geriye Uçan Yaban Ördekleri ve 2011’de son çıkardığı B, Bira geriye kalanlardan. Hiç okumayanlar için aslında adlarıyla yeteri kadar dikkat çeken eserlere sahip. 1984’de yazdığı Parfümün Dansı ise, Robbins’in dünyasına dair merak edilenleri özetler nitelikte. Her kitabında hayal edilebilenlerin sınırının olmadığını bize gösterse de bu eseri başlangıç ve sonu sorgulatması bakımından gayet kurcalayıcı. Yolumuzu, burnumuzu, rüyamızı hatta tüm anatomimizi kurcalıyor yazar. Sürüngen beynine müteşekkiriz Robbins…
1985’deki ilk basımında Pancarın Dansı adıyla okuyucuya sunulan kitap, karakterlerin hakkını vermesi açısından esasen bu adı hak etmiştir. Ciddiliği ve renginde saklı melankolisiyle pancar, Rasputin’in bile gözlerine şehvetini bırakmış, Wagner’in notalarına keskinliğini vermiştir. Hikaye boyunca bu pancar bazen Seattle’da bazen New Orleans’ta bazense Paris’te belirir. Yazarın uçarı yönünü temsil ettiğini düşündüğüm Priscilla, Seattle’da fasülye yemeklerinin rengini andıran bir stüdyo dairede yaşayan karakterdir. Kitap boyunca onu yırtık külotlu çorabı, beyazı bitki özlerinin renginden kendine yer bulamayıp kumaşını terk etmiş laboratuvar önlüğü ve baleni derisine sürtünmekten yorulmuş siyah sütyeniyle hatırlarız. Garsonlukla başı beladadır. Dairesinde onu bekleyen ispirto ocakları, cam tüpleri ve kavanozlarıyla, bu belanın mecbur ettiği altı saatlik uyku yüzünden ayrı kalır, bitkin, mızmız ve yalnız bir kadın olarak pancarlara denk gelene kadar okuyucunun gözü önünde harcanır. Kokulu serüveni, kapısının önünde bulduğu bir adet pancarla cisimleşir. Beş duyu organından önce davranan Priscilla, yönünü New Orleans’a çevirir.
Madam Devalier’in chérie’si V’lu, Prinscilla’nın şansını üstlenen New Orleans’taki karakterdir. Şansın devrine karar veren Devalier ise, Royal Caddesi’ndeki Parfümeri Devalier’ın Mojo kremi ve loa losyonu kokan sahibesidir. V’lu, ikinci kattaki odasına girdiğinde yatakta onu bekleyen, morluktan ciddileşen maruf sebzeyle karşılaştığında hikayedeki yolculuğuna başlar.
Paris’te ise işler, pancarı takım elbise ve mutluluğa muadil gösterilen kağıt parçalarında pişirmeye kararlıdır. LeFever ailesi, yirmi üç katlı gökdelenin her katına yayılan morlukla mermer bir masanın üstünde tanışırlar. Burnunu bir milyon franga sigortalatan Marcel ve cennete yakınlığını gökdelendeki ofisinin kat sayısıyla ölçen Claude kuzendir. Claude’un amcası ve şirket başkanı olan yaşlı Luc LeFever mermer masayla son nefesini paylaşmak üzere koltuğunda beklerken, hikayeye pek sirayet etmez.
Hem ketum hem afrodizyak etkili bir havanın hakimiyet kurduğu Eylül günlerinden birinde, bu üç şehir, yönlerini okuyucuya aynı anda çevirdikleri ilk buluşmalarını yaşarlar. Seattle’da güney ucu, Paris’te kuzey ucu, New Orleans’ta ise tam göbeğinden tanık olunan güneş tutulmasıyla, adı geçen bu karakterlerin zamanı kabullenişlerine tanık oluruz. Kabullenmekle kalmaz gündüz vakti üzerlerine düşen ayın gölgesine hayranlıkla bakarlar. Hepsinin baktığı aynı yöndür; kendilerine bakanın irisinde gizli bir çift galaksinin sonsuzluğu hayret edilesidir. Siz sayın bir çift galaksi sahibi, okurken harfleştirdiğiniz tüm nefes alanlar bu epifaniyi yaşayadursun, kitabın devir tanımayan kahramanlarına gelelim.
Karakterlerin zamana dokunmadan mesken tuttuğu tek bir yer vardır ki burada bir kralla tanışırız. Dahi garson Priscilla’ya göre bir alobar, Old Spice tıraş losyonunun, ağsız külotların dantelleri tarafından emilme hızının ölçü birimi olsa da, size tanıtmak istediğim tarafı çok başka. Alobar, şatosunda insanı yeşile çeviren acı yumurta celladıyla kovalamaca oynayan, gür sakalı ve kestane rengi saçlarıyla cariyelerinin gözünü alan bir gezgindir. Gezgin çünkü Alobar’ın üstlendiği görev hikaye ilerledikçe görünenden çok daha derin anlamlarla okuyucuyu karşılar. Kutladığı otuz yedi bayrama nihayetinde saçında beliren beyazlara karşın kibrinin hep galip geldiği bir adamdır bu kral. Halkın söz sahibi olduğu sembolik demokrasiye yerinde bir örnek olarak; saçında beliren tek beyaz tele karşılık acı yumurta yedirilerek öldürülmesi öngörülen adet, şatoda Alobar’ı günden güne kovalar. Sahtekarlık da mor bir pancar kadar olağandır. Bu dünyanın bokunu öteki dünyanın kevserlerine bin kere tercih eden kral, kaçmayı başarır ve artık ölüm adını verdiği kabusundan bitmeyen saklanış serüvenine adım atmış olur. Her arayışı ayrı nasihat, kralı olduğu her insan mistisizmini çözeceği yeni bir yol olarak yorumlanabilir. Ruh ikizi Kudra, hayatına girmeden önce varoluşun yeniden düzenlenebileceğine inanan bir Fasulye Kralı’dır. Pan’la beraber karnının üzerinde kıvranıp duran bir solucan, Kudra’dan sonra aşkını maddesel çözülmede kaybeden bir keşiş. Pancarın kudretine yiyerek şahit olan tek çift Alobar ve Kudra, Pan’ın da eşlik ettiği felsefi bir yolculuğu paylaşırlar. Pan demişken, sadece bu metafizik dünyaya ait çiftin başına bela olan bir Tanrı’dan çok daha fazlasıdır aslında. Bu boynuzlu ilahla ilgili ayrıntıları şuradan sunayım.
Özet olay örgüsünün parfümle bağlantısını burnunuzun dikine bırakıyorum. Kitabın sonuna doğru Dannyboy’un Kuramı’yla karşılaşacaksınız. Korkmayınız, cevhere ve tüm pancarların gerçek yüzüne ulaştıran Tom Robbins zekası orada bizi bekliyor.