John Grant ile Söyleşi: “Müzik, Mizah ve Dil”

Nahif ruhlu eşsiz müzik insanı John Grant, yeni albümü The Art of the Lie’ı 14 Haziran’da yayımlıyor. Biz de öncesinde kendisiyle Zoom’da buluşup hem bu konudan hem de daha ötesinden derin ve samimi bir sohbete daldık.

Selam John.

Selam. Arka plan görselini sevdim.

Ben de seviyorum. Sevdiğim bir sanatçının albüm kapak görseli.

Süper.

Seni görmek güzel. Sanırım şu an evindesin.

Seni de. Evet, İzlanda’da evimdeyim.

Nasıl gidiyor, her şey yolunda mı?

İyi gidiyor, teşekkür ederim. Şu anda işim gücüm bu yeni albümün tanıtımını yapmak. İzlanda’da bugün hava güzel. Ya bütün gün aydınlık oluyor ya da çok geç saatte ortalık aydınlanmaya başlıyor. Bu da çok hoş.

İzlanda dediğinde aklıma ilk gelen şey güneş olmuyor, o yüzden şu an güneşin tadını çıkarmana sevindim.

(gülüyor) Evet, haklısın. Sen İstanbul’da mısın?

Evet.

Güzel.

Sana ilk sorum biraz alışılmışın dışında olacak. Sık sık rüya görür müsün? Sence rüyaların sanatına ne ölçüde etki eder?

Sanırım şu aralar bol bol rüya görüyorum. Öte yandan şarkılarımı yazarken rüyalarımı pek düşündüğümü söyleyemem. Ya da en azından yeterince ilginç rüyalar görmüyorum. Çok gerçekçi rüyalar oluyorlar. Sık sık da kâbus ya da (Türkçe konuşuyor) karabasan… (gülüyor)

Gördüğün son rüya güzel miydi, kötü müydü?

Kötüydü.

Malum, burada buluşmamızın ana sebebi yakında yeni bir albümünün çıkacak olması: The Art of The Lie. İlk olarak albümün konseptini ve ortaya çıkarırken ele aldığın yaklaşımı konuşalım.

Müziğimi yazarken işlerin doğal olarak gelişmesine müsaade ediyorum. Elbette not düştüğüm şarkı fikirleri, konseptler falan da oluyor. Sonra yazmaya başlıyorum. Ne işliyor, ne işlemiyor görüyorum.

Şu anda ABD’de kesinlikle çok fazla şey olup bitiyor ve bu konuda bazı kuvvetli hislerim var. Bu sayede ABD’deki çocukluğumu ve büyüme tecrübelerimi düşündüm. Amerikalı olmak ne demek, gey biri olmak ne demek, dindar biri olmak ne demek? Kapitalizm nedir? ABD’de nasıl bir sisteme sahibiz? Sonra da ebeveynlerimle ve aile üyelerimle ilişkimi düşündüm. Konsept bu. Bir yandan da Donald Trump’ın The Art of The Deal kitabını düşündüm ve böylece The Art of The Lie (Yalan Sanatı) ismi fikir olarak geldi. ABD’deki birçok işletme ve kuruluş bu sanatı icra ediyor. O ülkede her şey ticaret ve reklamcılıktan ibaret. Çok yalan var işin içinde. Mesele din olunca orada da yalandan bolca var. Bireyler olarak biz de bazen yaşamımızı kolaylaştırmak için kendimize yalanlar söylüyoruz.

Bunca yalanı düşündüm, albüm de oradan çıkageldi.

Albümlerin yaratıcı süreciyle bağlantılı bolca şahsi anı vardır. Sen de bu süreçten yeni albümünle ilişkili gördüğün üç anıyı aktarabilir misin?

Tabii. Bu anılardan biri albümde “Father” şarkısına dönüştü. Çocukluğumu geçirdiğim evi son kez ziyaret edip içinde son kez yürümemin anısı… Doğduğum ve büyüdüğüm evde son kez gezinmemden ortaya çıktı şarkı.

“Laura Lou” adlı başka bir şarkı, bir arkadaşımla Almanya’da okula giderken geçirdiğimiz harika zamanın anılarından doğdu. Odasında oturup müzik dinliyor, kitaplardan ve kelimelerden konuşuyorduk. İkimiz de Almanca öğrenmek konusunda çok heyecanlıydık. Kısacası orada Laura ile seksenler ve doksanlarda Almanya’da takılmamın anıları var.

Bir de “It’s a Bitch” ile ilişkili atari salonlarında takılıp metalci gençleri hayranlıkla izlememin anısını sayabilirim. O şarkıda hesher kelimesini kullanıyorum. Heavy metal dinleyen, Iron Maiden tişörtleri olan uzun saçlı kişiler için kullanılan bir kelime. Atari salonlarında bu kişilere hayranlık duyduğumu hatırlıyorum, çünkü en zor oyunların bazılarında çok başarılılardı: Tempest, Defender, Stargate, Asteroids

Nostalji şarkılarına bolca sızmış.

Zaten.

Bu soruyu aslında daha sonra soracaktım, ama az önce Almanca öğrenmekten bahsettin. Vakti gelmiş olabilir. Yeni diller öğrenmeye hevesli bir poliglotsun. (poliglot: birden çok dili akıcı konuşan kimse -ed.) Benim de bir çevirmen olarak dillere bir miktar ilgim var.

Hadi ya! Çevirmen misin?

Evet. Müzik yazarlığı ve editörlüğü dışında tam zamanlı çevirmenlik yapıyorum.

Harika. Müthişmiş.

Dil üstüne bir teori vardır, belki bilirsin: Farklı dilleri konuşurken kişiliğimizin de değiştiği düşüncesini vurgular. Sen de farklı dilleri konuşan biri olarak bunun başına geldiğini hissediyor musun?

Hissediyorum. Bence Almanca seni dilin yapısı yüzünden biraz daha resmi ve çokbilmiş olmaya itiyor. İzlandaca konuşurken kişilik özelliklerimin biraz daha yumuşadığını hissediyorum. Sanırım biraz daha feminen oluyorum, emin değilim. Rusça konuşurken de daha yüksek sesli biriyim. (gülüyor) Sanırım gençliğimde bu durum biraz daha geçerliydi. Artık her dilde biraz daha kendim gibi olduğum kanısındayım. Ama cidden çok ilginç bir mesele bu.  Farklı bir dil konuştuğunda gerçekten kişiliğin de değişiyor.

Belki farklı diller aynı kişiliğin belli özelliklerini vurguluyordur.

Buna katılabilirim. Aşırı ilgi çekici bir konu, üstüne tüm gün konuşabilirim. Hangi dile çeviri yapıyorsun?

Çoğunlukla İngilizceden Türkçeye.

Türkçe harika bir dil.

Geçmişte bakmışlığın var mı?

Birazcık. Bitişken dillerdendi, değil mi?

Evet.

Bu da beni büyülüyor, o dil grubundan konuşabildiğim bir şey yok çünkü. Bir kelimeye çok fazla ek katabiliyorsun, uzayıp gidiyor.

Anlattığın tasvire uyan meşhur bir kelime var: “Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdanmışsınız.” Sayısız ekle hem bir kelime hem de cümle yaratıyorsun.

İşte tam da böyle şeyler beni büyülüyor.

Bu durum bazen sözlü çeviride bizleri zorlayabiliyor. Türkçede fiiller cümlenin sonunda geliyor, İngilizce bir cümlede ise fiilleri ikinci sırada duyuyorsun.

Sonra da nasıl bir cümle çıkacağını önden tahmin etmen gerekiyor, değil mi?

Aynen. Bir nevi akıl oyununa dönüşüyor iş.

Almancada da aynı durumdan var. Fiiller sık sık cümlenin sonuna geliyor, oraya itiliyorlar. Genelde ne geleceğini bağlamdan yola çıkarak hissedebiliyorsun. Buna bayılıyorum.

Yeni albüme dair paylaştığın basın açıklamasından bir alıntı üstüne konuşalım istiyorum. Şunu demişsin: “Yaptığım her şeyde bir ölçüde Devo grubunun ruhu saklı. Müziklerinde harika mizah örnekleri vardı, ama bir kalp krizi kadar da ciddi bir gruplardı.”

Doğru.

Bu ifadeye şu gözlemimle ilave yapmak isterim: ‘Ciddi’ müzik yapan birçok grup ve sanatçının kalbinde yoğun bir mizah anlayışı yüklü. Bu durum da onları çok sayıda duyguyu işleyebilen derin insanlar olarak tanıyıp ciddiye almamıza yardımcı oluyor. Örneğin Leonard Cohen’in şarkı sözlerinde harika mizah örnekleri saklı. Bu ‘gizli mizah’ın müzikal kişiliğinin genleşmesine katkıda bulunduğunu düşünüyor musun?

Kesinlikle. Leonard Cohen dediğin şeye harika bir örnek. Bir diğer güzel örnek Joni Mitchell olabilir. Çok ciddi meselelerden bahsediyor, bunu yaparken de mizahı harika kullanıyor. Müziğimde yapmak istediğim şey tam olarak bu. Mizahın bendeki yeri büyük, yaşamla sık sık kendisinin yardımını alarak başa çıkıyorum. Hayatta kalma konusunda en önemli bulduğum iki şey müzik ve mizah. Bir de dil. Müzik, mizah ve dil.

Mizah bence çok önemli bir şey, günlük yaşamın önemli bir parçası. Her şeyin içine biraz mizah karışmıştır, ölümün bile. Benim niyetim de daima günlük yaşamın gerçekçi ekran görüntülerini almak oldu.

Bir de başka birinden albümle alakasız şu alıntıyı okuyalım: “Bitmiş sanat yoktur, terk edilmiş sanat vardır.” Bu bence çok güzel bir beyan. Şöyle yorumluyorum: Bir sanat eseri, yaratıcısı yani sanatçı tarafından ‘resmi’ anlamda bitirilebilir; ama zamanla dinleyicilerin, hatta belki sanatçının kendisinin gözünde yeni anlamlara kavuşacaktır. Bu alıntıyı nasıl buldun, katılıyor musun?

Katılıyorum. Dediğin gibi sanat daima sonradan kendine ait bir yaşama kavuşur. Belki başlangıçta belli bir niyetle ortaya çıkmıştır, belli bir anlamı vardır; ancak dünyaya sunduğunda bireylerin kendisi tarafından yorumlanıp milyarlarca farklı şeye dönüşür. Nasıl terk edilebilir, ona emin olamadım sadece. Sanki terk edilemez gibi hissediyorum. Gerçi yayımlanırken terk edildiğini kastediyorsa…

Ben “terk edilmiş” kelimesini tam olarak öyle yorumlamıştım.

O zaman kesinlikle katılıyorum. Çok güzel bir sözmüş.

Albüme dönelim: Bu albümden ortaya çıkarması -ya da terk etmesi- en kolay ve en zor olmuş iki şarkıyı sayabilir misin?

Güzel soru. Albümün son şarkısı “Zeitgeist” kolayca ortaya çıktı. İçimden akıverdi ve bir günde her şeyi bitti.

En zoru da sanırım “The Child Catcher” olsa gerek. Uzun bir süre o şarkının nasıl bir yapısı olacağını bilmiyordum. Sözlerini bitirmesi on ayımı aldı. Müziğin içinde sözleri nasıl dile dökeceğim de bir muammaydı. Nakaratı yazması, nakaratı yaratan akorları dökmesi de ayrı bir dertti. Bittiğinde hem beni çok tatmin etti, hem de şarkıya gelişmesi için zaman tanıdığıma çok mutlu oldum.

Bu konuyu şöyle uzatalım: Solo kariyerinde şimdiye dek yazdığın şarkılar içinde seni en çok hangisi zorladı?

Bir önceki albümüm Boy From Michigan’da yer alan “Dandy Star” adlı şarkı. Çok uzun süredir kafamdaydı; ama hikâyesini nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Yavaş yavaş belirdi, nasıl irdeleyeceğimi hemen çözemedim. Önceki albümlerime pek uymuyordu. Boy From Michigan’ı yaparken ise doğru zamanın geldiğini düşündüm. Başına oturduğumda çabucak ortaya çıktı. Oysa fikri gerçekleştirmem yıllarımı almıştı.

Bir de bu yeni albümde “Father” çok zor ortaya çıktı. O şarkıyı neredeyse 20 yıldır düşünüyordum.

Vay be.

Galiba başlarda da bahsetmiştim: Çocukluğumu geçirdiğim evde son kez gezindiğim anlardan ortaya çıktı. Nasıl ele alacağımı hemen bilemedim. Sanırım o şarkıyı yapana dek yaşanacak koca bir ömrüm varmış.

Derken doğru an geliverdi.

Evet.

Şu an müzik dinleme platformuna erişimin varsa dinlediğin son üç şarkıyı sayabilir misin?

Bakayım hemen. Cabaret Voltaire’den “Exterminating Angel”ı, Jeff Alexander’dan “Come Wander With Me”yi, bir de Emilia adlı bir kadının Fince pop şarkısını dinlemişim. Adı “Satan in Love.”

Mizah bence çok önemli bir şey, günlük yaşamın önemli bir parçası. Her şeyin içine biraz mizah karışmıştır, ölümün bile. Benim niyetim de daima günlük yaşamın gerçekçi ekran görüntülerini almak oldu.

John Grant

Son sorumla geliyorum. Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onurlandıran bir tema parkındayız. Günümüzden birçok sanatçının kendine ait birer anıt taşı var, her birinin üstünde o sanatçıya ait bir şarkı sözü yazıyor. Seninkinde hangi sözün yazsın isterdin?

“Zeitgeist”dan bir söz olabilir. Şöyle: “Barbara says I’m going too fast / I’m just afraid that this won’t last / I feel that it is my main task / To make sure that you know that I love you.” (“Barbara fazla hızlı gittiğimi söylüyor / Bense sadece bu anın gelip geçiciliğinden endişe ediyorum / Bana kalırsa başlıca görevim / Seni sevdiğimi sana iyice anlatmak.”)

Çok güzelmiş. Bayıldım.

Teşekkür ederim. Adın ne?

Deniz.

Tamamdır.

Tanıştığıma memnun oldum John.

Ben de memnun oldum. Sana ne desem? Türkçede vedalaşırken kim (Türkçe konuşuyor) “güle güle”, kim “allahaısmarladık” diyordu?

İkimiz de ikisini birden diyebiliriz.

Tamam. Başka Türkçe kelimeler de öğrendiğimi biliyor muydun?

Hangileri? Saysana.

Şunlar var: “Ben eve gitmek istiyorum,” “Merhaba,” “Bugün çok sıcak,” “Bugün çok soğuk,” “karabasan,” “leblebi…”

Leblebi yedin mi hiç? Sevdin mi?

Evet, çok. Hesap makinesinde yazabileceğin tek kelime olduğunu da biliyorum. (gülüşmeler) “İçmek” kelimesini de biliyorum. Bağlama göre sigara ya da içki için kullanılıyor, değil mi?

Evet.

Bir de “ekmek” ve “Bu akşam çalışıyor musun?” var.

Çok şey biliyorsun. Etkilendim. (gülüşmeler) Birkaç basit kelime söylemeni beklemiştim, sense “karabasan” dedin, hatasız cümleler kurdun.

Evet. Neyse, Türkçeyi seviyorum. Umarım bir gün yine gelip size çalabilirim.

Umarım.

Gelirsem sen de yanıma uğra, selam ver.

John Grant’in Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.