İKSV Filmekimi Başladı

Her yıl heyecanla beklediğimiz festivallerden birisi İKSV Filmekimi başladı. 8-17 Ekim tarihleri arasında üç mekanda izleyebiliyoruz filmleri: Atlas 1948, Beyoğlu ve Kadıköy Sinemaları. Biletler satışa çıktığında her yıl olduğu gibi büyük bir telaşla biletlere saldırdık ama gözlemlerime göre bu sene biraz daha çekinceliydi seyirci bilet alırken, çünkü bilet fiyatları çok yüksek geldi hepimize. Konuyla alakalı İKSV’nin büyük ihtimalle bir açıklaması bulunuyordur kendine göre, ama baktığımızda festivalin takipçilerinin önemli bir kısmını oluşturan öğrenciler ciddi anlamda biletleri karşılama noktasında zorlandı. Sosyal medyada ve kendi çevremde gördüğüm kadarıyla insanlar filmlerin vizyon tarihlerini beklemeye karar verdiler. Ama festivalleri heyecanla beklemenin bir sinema aşığı için anlamı tüm bu güzel filmleri arka arkaya izleyebilme ve sonrasında onun hakkında tartışabilme zevki. Bilet fiyatları 45 liralara çıktığından dolayı çoğu kişi bunu yapmamayı tercih etti ya da benim gibi yine de bir köşesinden festival ruhunu yakalayabilmek adına normalde yirmi filme gidecekken film sayılarını tek haneli tuttular. Pandemi döneminin getirdiğine inanmak istediğimiz bu krizin geçmesi ile biletlerin önümüzdeki festivallerde daha erişilebilir olmasını umuyoruz.

            Biraz da festivalde izlediklerimden bahsetmek istiyorum. İlk olarak pazar akşamı Atlas’ta izlediğim Çılgın Tanrı’dan bahsetmek istiyorum. Her ne kadar izlediğim ilk film olmasa da beni baya etkilediği için biraz onunla alakalı hislerimi yazmak istedim. Filme ben büyük beklentilerle gittim çünkü uzun bir zamandır büyük ekranda animasyon izlemiyordum. Kapanma dönemlerinde bir ara animelere de sardığımdan dolayı festivalde iki tane animasyon görmek beni aşırı heyecanlandırdı ve ikisine de bilet aldım hemen. Belle’ye de bu cuma gideceğim. Phil Tippet’in 30 yılı aşkın süre önce tasarladığı bu projesinin yıllar sonra hayata geçirilmesi çok yerinde bir karar olmuş diyebilirim. Bunca senenin düşünsel birikimi filmde kendisini açıkça gösteriyordu bence, yaratılan dünya oldukça derin ve seyirciyi içine alan bir dünya olmuş. Çıktığımdaki hissim bir cümle halinde söylemem gerekirse şuydu: hiçbir şey anlamadım ama çok etkilendim. Bu benim için önemli bir kıstas sanırım, öyle ki karşılaştıktan sonra bunu hissedebildiğim sanat eserleriyle özel bir bağ kuruyorum. Anlamadım dediğim noktada şunu emin bir şekilde söyleyebilirim ki bence filmin anlatmak istediği çok şey vardı ve bunlar da bize geçiyordu ama seyirci olarak kendimizi kaptırmamızdan dolayı bir anlam yaratma çabasına girmeden deneyimimizin tadına varıyorduk film boyunca.

            Diğer iki film beni görece olarak Çılgın Tanrı’dan daha az etkilemiş olsa da onlardan sonra da asla pişmanlık yaşamadığımı söyleyebilirim. Festivalin açılış filmi Titane’ı Kadıköy Sineması’nda izledim. Filme bir araştırma yapmadan yalnızca konusundaki bir kadın bir arabayla ilişkiye girer kadar bilgim olarak gittim. O yüzden beni bu kadar gereceğini tabii ki bilmiyordum. Ben gerilim filmlerini çok severim, ama o kadar yoğun yaşarım ki o gerginliği sonrasında o filmle alakalı konuşacak pek bir şeyim kalmaz. Ama Titane’dan sonra öyle olmadı, Titane orijinal bir fikir üzerine kurulmuş bir film ama konusundan öte feminist yaklaşımı benim için daha özel bir yerde kılıyor filmi. Başrolümüz alışık olduğumuz bir korku filmi kadını değildi ve burada “film beni korkutup germenin yanında kendinde başka bir şekilde de tuttu” dediğim yer başlıyor. Başta maruz kaldığımız dehşet verici karakter bir yola çıkıyor ve o yolda bizi de beraberinde sürüklüyor. İzlerken bir yandan şiddetin ve korkunun kendisini sorguladığımız filmden çıktığımda kendimi karaktere düşman ya da karakterden korkmuş bir yerde bulmadığımı söyleyebilirim. Buraya da karakterle çıktığım yolla geldiğimi söyleyebilirim. Demek istediğim eğer film iki perde olsaydı ilk perde arasında karakteri değil yanımda görmekten yan odamda olduğunu bilmekten bile ödüm kopardı, ama sonunda geldiğim yerde karakterle alakalı hislerimin tamamen değiştiğini söyleyebilirim.

            Kardeşlerim ve Ben de festivalde cumartesi sabahıma neşe veren bir film oldu. Onu izledikten sonra filmin konusunu ve yaklaşımını biraz kendimden uzak hissetsem de beni neşelendiren bir büyüme hikayesi gördüğüm için mutlu ayrıldım diyebilirim. Filmin konusunun bana uzaklığı sanırım büyük oranda coğrafi, çünkü ne yazık ki Türkiye gibi bir yerde filmin ana karakterinin operayla tanışması hikayesi hiç bize ait hissettirmiyor. Ama bir noktada da her hikaye illa ki evrensel mi olmalıdır, hikaye olmasa bile karakterler evrensel olamaz mı gibi soruları kendime sorarak ayrıldım sinema salonundan diyebilirim.

            Festivalin bitişine daha neredeyse bir haftamız var, benim de gideceğim üç filmim kaldı. Çok konuşulan filmlerin biletleri ne yazık ki çıktığı anda bitti ama hala bulabileceğiniz biletler var. Biletleri biten filmlere de film başlamadan yarım saat önce sinema önünde sıraya girip boş koltuk da kovalayabilirsiniz, tabii buna zamanınız varsa.