Globalleşirken Geride Bıraktıklarımız

Dünya kocaman bir köy artık. Her şeye erişim kolay, mesafeler kısa, bilgi elimizin altında. Bunları elde ederken birçok şeyi de göz ardı etmemiz gerekti maalesef. Daha samimi ilişkileri, daha içten, daha sıcak olmayı unuttuk aslında. Reklamlar, pazarlamalar, güzel paketlemeler derken hayvanlar aleminde sadece bize has olan konuşarak iletişim kurma özelliğimizi bıraktık. Aslında kendimizi anlatmayı bıraktık, bol bol konuştuk ama havadan sudan konulara yer verdik. Kendimizi, duygularımızı sohbetlerden çıkardık. Saklanmak daha korunaklı geldi belki de.

Tek tek tüm duyguları düşündüğüm zaman aklıma ilk olarak tutku kelimesi geliyor, ben bazen aşk yerine de kullanırım. Ne kadar dolu, kulağa güzel gelen bir kelimedir aşk.. Aşk mesela.. O hani doyasıya yaşadığımız aşk! Geride bırakmak zorunda kaldık aşkımızı, tutkumuzu. Aradığımız bir nesne oldu sadece. Ailenize, sevgilinize, işinize, hobinize, kısacası sizi gerçekten mutlu eden bir şeye karşı olan tutku.. Bunu da çok geride bırakmadık mı globalleşirken?

Ben en son ne zaman bana bir arkadaşımın gelip heyecanlı bir şekilde hayatında olan gelişmeleri anlattığını bile hatırlamıyorum. Hani gözleri parlar, anlatırken nefesi kesik kesik olur, bazı detayları anlatırken atlar sonra dönüp tekrar üzerinden geçer konunun. Tutku gibi güçlü duygular sadece 20 yaş işleri değil bence. Her zaman olmalı hayatımızda. Artık hayat süprizlerle de dolu değil zaten gibi düşünmeyelim. Tutkuyla sarıldığımız her şeyin meyvelerini göreceğimize inanıyorum.

Başka bir konu başlığı ise arkadaşlık. Globalleşen dünyada sunileşen diğer kavramlardan biri haline geldi. Çevremizdeki herkes özgür ruhlu, herkes kelepçesiz, herkes bakkal usulü deftere hesap tutar olmaya başladı bir anda. Aman 1 fazlasını yapmayayım derken, onu yapabilecek birini bile bulamama durumuyla karşılaştık. Mutlaka eleştireceğimiz bir şeyler buluyoruz arkadaşlarımızda. Olduğu gibi kabul etmek rafa kaldırıldı sanki. Kimse kimseyi olduğu gibi kabul etmek istemiyor, biraz oradan kessek biraz buradan eklesek, heh tam benlik diyen insanlara dönüştük. Doğallığımız kalmadı. Birilerini çekiştirip durduk. Birileri de bizi çekiştirdi azıcık ordan, azıcık burdan. Kısacası kendimizi yeniden yarattık, bu şekilde de kendimizi, hayallerimizi ve tutkularımızı geride bıraktık.

Aile mesela. Bayramlarda zorla gider olduk. Hatta en kısa sürede bitse keşke, nasıl kısaltırım bu görüşmeleri diye düşündük. Bazen sadece mesaj attık. Hatta bayramlar yaza geldi son birkaç senedir, bu yüzden oh diyip tatile gittik. Zorunlu telefon konuşmalarına döndü ailelerimiz. Nerede kaldı o Adile Naşit tadında geçen ‘bizim aile’ yemekleri? Güzel günlerdi bence, bunu da globalleşirken yanlış yere konumladık. İnsan ailesiz kalınca hayatında herhangi bir sabiti kalmamış gibi oluyor. Halbuki aile biraz bizi bu dünyada olduğu gibi kabul eden son kalelerden. Onlarda genelde kabul etmiyor olduğumuz gibi, çekiştiriyor bir yerlerden ama dinlemesek bile sevmeye devam ediyorlar. Bu yüzden aile kavramını geride bırakmak bize bugünün yalnızlığını bıraktı.

Empati yaparken içimizi acıtan sokak çocukları, sokakta yaşayan hayvan dostlarımız. Onlar da nasibini aldı globalleşmeden. Artık en önemli şey biziz, dünya koşulları da ortada. ‘Ben kime yardım edebilirim zaten’ diyerek el vermeyi de bıraktık. Tamam küçük bir kısmımız yine kendi kendine bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ama yeterli gelmiyor. Sadece onlar için değil, kendimizi de doyurmamış oluyoruz.

En önemlisi belki de gerçekten insan olmayı unuttuk, onu da geride bıraktık. Global bir köy haline bu şekilde geldik. Bir sürü okumuş, globalleşen dünyanın zombisi olduk. Nezaketi bir kenara attık, sevgiyi ihmal ettik, saygısızlığı bayraklandırdık ve hatta ödüllendirdik. Yabancılaştık işlerimize, kendi emeğimize, üretkenliğimize. Marx şimdi yaşasa ne olurdu, neler düşünürdü acaba… İlk ‘işe/emeğe karşı yabancılaşma’ kelimesini kullanan kişi olarak tanımının üzerine bir sürü şey eklerdi herhalde. Bireylerin emeklerine, kendisine ve içinde yaşadığı topluma yabancılaşması durumu olarak açıklıyor kapitalizmi Marx. Şuan birçoğumuz da bundan muzdaribiz aslında. Koskoca yüzyıl geçti ama biz hala tam düzelemedik, tam isteyemedik bir şeyleri.

Yani o kadar çok şeyi geride bıraktık ki, şimdi tek tek toplarken bunları zorlanıyoruz. Hansel ve Gratel’in bıraktığı ekmeklerden de bırakmadık birçoğumuz. Soruyoruz sürekli kendimize, ben bunu yapmayı nerede bıraktım diye. Bulduğumuz zaman sorunu çözüyoruz ama buna alışmamız bile bir vakit alıyor. Tekrardan onu alışkanlık haline getirmek zor. Isınmak için yine alıştırma yapmalı, spor gibi. Yavaş yavaş. Ya da geride bırakmaya razı oluyoruz.

Mutsuzluk bu yüzden kümüle bir hale dönüşüyor. Bir adet bırakınca rahatlıyoruz, sonra iki, sonra üç.. Sonra bir bakmışız elimizde neredeyse bize dair tek bir şey kalmamış. Bir anda mutlu olmak için koşuyoruz, adımlar atıyoruz her yöne. Onun yerine biraz yavaş devam edelim, hemen mutlu olmayı beklemeyelim. İşte tüketim toplumu maalesef hepimizi sabırsız yapıyor. Her şeye elimizi attığımız gibi ulaşabiliyor olmak, mutlu olma haline de hemen ulaşabileceğimizi düşündürüyor. Geride bırakmak nasıl bir süreçse, aynı şekilde o ekmek kırıntılarını bulmakta bir süreç. Bu yüzden kendimize yüklenmek yerine, global köyümüzü nasıl yerelleştirebiliriz onu düşünmeye başlayalım.