Franz Kafka ve Varoluş Üzerine

‘Odandan çıkman gerekmez, masanda oturmaya devam et ve dinle. Dinleme bile, sadece bekle. Bekleme bile, gerçekten sakin ve yalnız ol. Dünya özgürce sunacaktır kendini sana. Maskesinden sıyrılmak için başka seçeneği yok. Huşu içinde yuvarlanacaktır ayaklarının dibine…’

Salonumda asılı duran bu söz Franz Kafka’ya ait. Her aynaya bakışımda göz göze geldiğim posterinin altında bunu defalarca okumaktan büyük keyif alıyorum. Yazdıklarını okumaksa keyiften çok daha fazlasını veriyor bana. Üzerimizde yarattığı ve ‘Kafkaesk’ olarak kavramlaştırdığımız o havanın temellerinden biraz bahsetmek istiyorum. Prag doğumlu olan Kafka tüccar bir baba ve Alman yahudisi bir annenin ilk çocukları olarak dünyaya geldi. 1883 Temmuzuydu ve yaşadıkları bölgenin adının Bohemya olması bana kalırsa tesadüften çok daha fazlası. Altı kardeşin en büyüğü olan Kafka, Karl Ferdinand Üniversitesi’nde kimya eğitimini tamamladıktan sonra 2 ay içerisinde bölüm değiştirip hukuk eğitimi almaya başladı. Bu sıralarda öğrenci kulüplerinde okuma günlerine katılıyor ve Alman edebiyatını yakından takip etmeye başladı. O sorgulatan/sorgulanan bürokrasi anlayışının temellerinin bu noktada atılmaya başladığını düşünüyorum. Gustave Flaubert bu dönemlerde en çok takip ettiği yazar oldu ve ilk eseri ‘Bir Savaşın Tasviri’ni oluşturdu. 1906 yılında hukuk doktorasını alıp mezun olduktan bir yıl sonra İtalyan bir sigorta şirketinde memur olarak başladı. Aynı yıllarda diğer bir eseri ‘Taşrada Düğün Hazırlıkları’nı oluşturdu. Ölümünden bir yıl sonra basılan ve Josef K. karakteriyle beynimize kazınan ‘Dava’ eserini 1914 yılında yazdı. Ardından ‘Ceza Sömürgesi’ni oluşturara Carl Sternheim tarafından kendisine devredilen Fontane Ödülü’nün sahibi oldu. Felice Bauer ile üç kez nişanlanıp bir türlü evlenememesi sonucu 1967 yılında ‘Felice’ye Mektuplar’ı oluşturdu. Bu talihsiz beraberlik sonucu 1920’de yazdığı eserleri Çek diline çevirme amacıyla bir araya geldiği meşhur Milena Jesenska ile tanıştı.

‘Seni seviyorum budala! Tıpkı denizin, kendi dibindeki bir çakıl taşını sevmesi gibi… Evet, işte sevgim seni böyle kaplıyor! Ve Tanrı izin verirse, senin yanında bu kez ben çakıl taşı olacağım.’ dediği bu kadınla üç yıl süren mektuplaşmaları bize Milena’ya Mektuplar olarak döndü. Arkadaşı Willy Haas sayesinde elimize ulaşan bu eser Kafka’nın duygusal dünyasını anlamaya yönelik en iyi eseri olduğunu düşünüyorum. 3 Haziran 1924’de akciğer kanseri sonucu öldü. Çekoslavakya’nın işgali sırasında çoğu belge Naziler tarafından yok edilse de yakın arkadaşı Max Brod yakması için verdiği yazılarını derleyerek yayımlamış ve bize ulaşmasını sağlamıştır.

Öykü olarak sayabileceğimiz ‘Yargı’ (Hüküm), babasıyla bir türlü oturtamadığı ve bize ideal baba-oğul ilişkisini sorgulatan bir otobiyografi. Evet otobiyografi diyorum çünkü eserde geçen adam ve babası arasındaki ilişki, babasının (Hermann Kafka) sert ve despot kişilik yapısına bir serzeniş niteliğinde. Bu serzenişi ‘Babaya Mektup’ta da sitem ve başkaldırı unsurlarıyla sıkça görmek mümkün. ‘Bazen dünya haritasının önüme serilmiş olduğunu ve senin bu haritanın üzerine boylu boyunca uzandığını düşünüyorum. O zaman benim hayatımda yalnızca senin örtmediğin ya da ulaşamadığın bölgeler kalıyor. Yalnızca oralara gidebilirim.’(Baba’ya Mektup, 1952) Eser, sayfalar dolusu bir çocukluk, bir o kadar da çocuk olamayışın yaralayıcı bir isyanı üzerine.

Gregor Samsa’yla tanıdığımız ‘Dönüşüm’ de bize öykü olarak dönenlerden. Kafka’yı varoluşçu yönünden en iyi tanımlayan kitap bana göre. Bu ‘varoluş’u tanımlamak gerekirse, Sartre’nin özünden önce gelen bir varlık ve bu varlığın insanın kendisi olduğunu söylemesi güzel bir örnektir. Dönüşüm’ün ilk bölümünde görebileceğimiz üzere, insanın kendini konu alan bir soruşturması söz konusudur. İkinci ve üçüncü bölümlerde toplumla bir arada yaşamanın mümkünlüğü/mümkünsüzlüğü ve bu mümkün olamayışın bazen kabul edilmesi bazen de bundan kaçılması ile ilgili ikilemleri görüyoruz. Bu ikilemin hissettirdiği tedirginliği her satırda yaşamak da Kafka’nın gücünü bize kanıtlıyor esasında. Dönüşüm’deki bu böcek metaforu estetik algımızı da sorgular niteliktedir bakıldığında. Toplumun evrilttiği bir kişilik yapısının yanında felsefik olarak bir evrilme de vurgulanır. Farklılıklara duyulan tahammülsüzlük, iyiliğin adeta mesuliyete dönüşmesi, seçim zorunluluğuna itilmek Samsa’nın son sayfaya kadar bize göstermeye çalıştıklarıdır. Bürokrasi temelli bakacak olursak sistemin sunduğu somut sınırlardan ne kadar uğraşsak da maneviyatımızla sıyrılamadığımızı gösterir. Ve bu yönüyle Kafka aslında sembolizm ve soyut düşünceyi bağdaştırdığını kanıtlar. Samsa’nın ailesinin tüm bu kaygılara karşılık ilahi yönünün vurgulanması sonu gelmeyen bir umudu gösterir bize. Ailenin dine dayanarak görmezden geldiği bu varoluş sancısı, bu böceğin aramızdan aslında soyut anlamda ayrılışının göstergesidir. Yine Sartre’ye dönerek, ‘varlık, oluşun varlığıdır’ sözüyle Gregor Samsa’nın kapılara sığdıramadığı  kitinini buradan öpüyorum.

‘Kayıp’ (Amerika) ile roman hayatına giriyor Kafka. Yazar kısmını okumasak aslında bunun o tabuları yıkan bürokrasi tanrısı olduğunu anlayamayacağımız kitap Kayıp. Daha umutlu, daha mizahi bir ironiye sahip, şiddetin bile çocuklaştırılabildiği bir Karl Rossmann karaketeri çıkıyor karşımıza. On altı yaşındaki bu çocuğun dilinden anlatılan Amerika, aslında görülmemiş bir Amerika. Kafka’nın hiç gitmediği bir ülkeyi ele alması on altı yaşındaki bir çocuğun ağzından anlatıldığında eğlenceli olabiliyor. Özellikle Özgürlük Anıtı’na ait metaforlar şehirdeki düzenin Kafkaesk şeklinde yorumlandığını bize gösteriyor. Biz hayali Amerika’yı düşleyeduralım diğer yandan Karl; ‘İnsan bir şey istediğinde, sizden hiçbir şey alamaz; yapılacak iş olmadığında çalışkanlığınız tutar.’

Devamında yayımlanan ‘Şato’ Kafka’nın yarım kalan cümlelerinden oluşsa da Max Brod onu da derleme güzelliğinde bulunup bize ulaştırmış. Absürd kurgu niteliğindeki bu eser bürokrasiyi en kafkaesk haliyle bize anlatıyor. Romanda geçen Şato bürokrasinin kendisini, köydekiler ise bu şatonun otoritesi karşısında çaresizlik içinde kıvranan vatandaşları ele alıyor. Yapılan metaforların tadını çıkarırken hukuk doktorasının hakkını verdiğini bu eserde görebileceğinizi düşünüyorum. Bir satırında ‘Resmi işler, bir genç kız kadar ürkektir’ diyor. Hafiften sırıttım, Kafka’yı en bürokratik yönünden de öpüyorum.

Şato’dan önce yazdığı ve karakteri (nam-ı diğer K.) kavramlaştırması açısından ortak bir varoluşsal yapıt daha var karşımızda; Dava. Ya da varoluşun hem sembolik hem hem bürokratik hem absürd yanı demeliyim.  Vicdan kavramını sorgulatan bir roman ve sayfaları ne kadar büyük aşkla okursanız okuyun K’ya karşı bir antipati beslemenize sebep olabiliyor. Şato ve Amerika’nın aksine adaletin insanın vicdanına kalan yönüne yönümüzü dönmemizi sağlıyor Josef K. “İnsan bir hırsız gibi tutuklanırsa, o zaman iş kötüdür, ama bu tutuklanış… Bana, anlamı derin bir şeymiş gibi geliyor, anlayamadığım, fakat insanın anlamak zorunda da olmadığı bir şey.” Bileklerimizden değil, ansızın ruhumuzdan tutukladın bizi Kafka.

Bahsetmek istediğim birkaç film de var aslında. Keza soundtracklerini de ayrıca dinleminizi öneririm. Bir kara mizah örneği olan After Hours (1985). Biraz David Lynch biraz Hitchcock da seviyorsanız tadından yenmez. The Trial (1962), ‘Dava’nın bir Orson Welles yorumunu bize izletiyor. Yine varoluşsal bir yalnızlık ve bürokrasinin siyah beyazlığı beyaz perdede canlanmış sanki. The Tenant(1976), Kafka’nın bürokrasi kaygısı güden karakterlerini güzel bir şekilde canlandırmış. Brazil(1985), yine bir sistem eleştirisi üzerinden gitmiş. Cube (1997), ki en keyifle izlediklerimden, toplumsal yapıya yapılan gönderme filmin adından da yeteri kadar anlaşılmıyor mu arkadaşlar?. THX 1138(1971) de ise K.’ya birden aklınıza düşürüverecek robotik polisler en dikkatimi çekenlerdendi. Ve kafkaeskliğin doruklarına ulaştığım Naked Lucnh (1991), bizi böceğimsi bir parodinin sürrealist boyutlarına taşıyor.

Hani bilgilenme hani belgeselleştirdiklerimiz diyorsanız Franz Kafka’s It’s a Wonderful Life (1995) var ki Gregor Samsa’nın harflere evrilme sürecini gösterir bize.

Yaşamış olmak ya da ölmüş olmak değil, böcekleşmiş olma kaygısı doldursun geceleri tavanımızla paylaştıklarımızı.