*SPOILER* (Bu yazı, dizide yer alan birtakım gelişmelere dair sürpriz bozan bilgiler içermektedir.) *SPOILER*
Gelecek mi? Yoksa geçmiş mi? Bir rüyanın içinde mi yaşıyoruz? O vakit kimdir bu rüyayı düşleyen?
David Lynch’in filmografisine baktığımızda belki de en ön görülemez durak olan Twin Peaks’teyiz. Bundan 27 sene önce, bu dünyayı ilk kez tanımaya başladığımızda şirin bir kasabaya benziyordu kendisi. Ergenlik sorunlarıyla boğuşan liseli gençler; hepsi birbirinden eksantrik kasaba insanları; iç içe geçmiş, sonu gelmeyen aşk üçgenleri; entrikalar… ve bir de şeytani güçlerin elinden çıkma bir cinayet. Dizi Lynch’in olduğu kadar suç ortağı Mark Frost’un da eseriydi; komikti, dramatikti, ürkütücüydü, esas olarak da gizemliydi. Hepimiz ilkin kafamızda bu gizemi Laura Palmer’ın cinayetiyle sınırladık; oysa bizden gizlenen esas şey, sadece kasabanın bile değil, kasabanın içinde bulunduğu evrenin doğasıydı. İkinci sezonun başında Lynch’in kendi fikirlerini öne çıkarmasıyla iyice ayyuka çıktı bu gerçek; doğaüstü varlıkları barındıran Black Lodge ile, Dale Cooper’a talimatlar veren The Giant ile tanıştık; baykuşlardan sakınmamız gerektiğini öğrendik. Düşündüğümüzden çok daha büyük, tedirgin edici, anlaşılmaz bir evrendi karşımızdaki.
İkinci sezondu; Laura Palmer’ı tanıdığından kuşkulanan bir kadın, kahramanımız Dale Cooper’a “25 yıl sonra yeniden görüşeceğiz” dedi. Gerçek dünyada ise dizi, sezon finalinin ardından Körfez Savaşı bahanesiyle iptal edildi. Televizyonculuktaki sinematografi anlayışını yeniden tanımlamış, beklentileri ve klişeleri bu denli tepetaklak etmiş, üstelik bütün bu yenilikçi tavrına rağmen Emmy ödüllerine layık görülmüş böylesi bir eserin sonu işte böylece gelmişti; amma velakin katiyen gelmemeliydi! Daha anlatılacak çok hikaye vardı; Frost ve Lynch ikilisi de kozlarını oynayarak arkası yarınlı bir sezon finali çekti, hem de nasıl bir final… Katil Bob’un Cooper kılığında gerçek Coop’u locada tutsak bırakıp Coop’un yavuklusu Annie’nin halini hatrını bütün iyi niyetiyle sorduğu dehşet verici bir final sahnesiyle veda etmişti dizi ekranlara. Ardından gelen film Twin Peaks: Fire Walk With Me, Lynch’in kariyerinde rüyalar ve gerçeklik temaları üstünde oynayan “yapboz filmler” devrinin başlangıç noktası olan önemli bir kült klasikti; lakin hikayeyi ilerletmiyordu, hikayeye önsöz oluyordu. İnsanların beklediği çözüm bu da değildi. Neyse ki bize verilmiş bir söz vardı: 25 yıl sonra gelecek bir buluşmanın sözü. O buluşma sonunda gerçekleşti; Twin Peaks yazımızı şenlendirmek üzere üçüncü sezonuyla aramıza katıldı.
Kendinizi Mark Frost’un ve bilhassa David Lynch’in yerine koyun. Hayatınızın projelerinden biri havadan sudan bahanelerle baltalanmış. Yıllar sonra çabalarınız sonuç veriyor ve projeyi diriltiyorsunuz. İntikamınızı nasıl alırsınız? Elbette standartlaşmış bütün televizyonculuk anlayışlarına koca bir orta parmak kaldıran, beklentileri ve klişeleri yerle bir eden, Lynch-ölçer seviyesi tavan yapmış bir sanat filmi çekerek! Son zamanlarda sosyal mecralarda “Lynch’lendin” şeklinde yorumlar gördüyseniz, sebebi bu yeni sezonun var olan bütün akıntıların tersine kürek çekmiş olmasıdır. Yıllardır beklediğimiz bu devam filmi bizden sabır istiyor, dikkat istiyor, kimi zamanlar ise (James Hurley’nin Roadhouse’ta performans verdiği sahne gibi) sadece trollüyor. Bize Dale Cooper’ı veriyor, henüz dördüncü bölümde ise çocuğun elinden şeker alırcasına yerine Dougie Jones adında yepyeni bir karakter koyuyor; sezonun yarısından fazlasında sevgili Cooper’ımızı göremiyoruz bile! Bize Audrey Horne’uda veriyor; ancak tam hikayesi zirve noktasına ulaşmışken kendisini bir daha göremiyoruz, geriye binlerce soru ve sıfır cevap kalıyor. Peki Annie nasıl? İşte o konuda hiçbir fikrimiz yok! Tıpkı beklentilerin ve basit çözümlerin bu evrende hiçbir anlam taşımadığı gibi.
Hikayenin kendisinden yola çıktığımızda önceki sezonlara hiç benzemeyen, zaman ve mekan anlamında skalası çok genişlemiş bir evrenle karşılaşıyoruz. Önceden tanıdığımız karakterler ve kasaba hala mevcut, hikaye devam ediyor ama izlediğimiz şey artık Twin Peaks kasabasının hikayesi değil, Twin Peaks dünyasının hikayesi. Koca bir dünya, birleştirilmeyi bekleyen ama aslında parçaları eksik üretilmiş bir yapboz gibi gözlerimizin önüne seriliyor. Kah günümüz Las Vegas’ındayız, kah 20. yüzyıl New Mexico’sunda. Sahne sahne ilerledikçe bizi bekleyen olay örgülerine dair ne kadar komplo teorisi kursak da çabalarımız nafile kalıyor. Bu olaylar dizisinde en fazla kurcalanan mevzulardan ikisinin FBI’ın “Mavi Gül” vakaları ile “Black Lodge’ın kökenleri” olması da Frost ile Lynch’in evrenin mitosunu derinleştirmeye verdiği önceliği gösteriyor. Öyle ki sekizinci bölümün büyük çoğunluğunda bu ‘derin’ mevzulara değinen çok etkileyici bir sanat filmi izliyoruz. Bu artık sadece Twin Peaks değil; Lynch’in biriktirdiği ilhamları üstümüze boca ettiği nihai bir şaheser. Ama bütün bunların içinde bir yerde hala o sevdiğimiz kasaba, çok daha karanlık bir haliyle var. Lynch ile Frost nereden geldiklerini unutmuşa benzemiyorlar. En az eskiden olduğu kadar komik, enigmatik, korkutucu ve muğlak bir eser bu.
David Lynch geçtiğimiz günlerde artık film çekmeyeceğini açıklamış olabilir; ancak bu durum elbette üstadın kendisini sanattan emekli ettiğini göstermez. Sinema dışında çizim, heykel ve hatta müzikle yakından ilgileniyor Lynch. Yakın tarihte çıkardığı 2 stüdyo albümünün yanı sıra güncel müzik piyasasına da oldukça vakıf biri. Bunu zamanında çeşitli filmlerinin müziğini bestelemesi için Angelo Badalamenti gibi bir üstadı seçmiş olmasından anlamak mümkün. Twin Peaks’in yeni sezonuna geldiğimizde ise müzik kontenjanında Badalamenti’yle yeniden karşılaşıyoruz. Sadece bu defa işin boyutu büyümüş, sezonun birçok bölümünün sonunda Roadhouse Bar’da güncel müzik sahnesinden grupların performansını izliyoruz: “The” sıfatıyla takdim edilen Nine Inch Nails, gerçek ismiyle takdim edilen Eddie Vedder, The Veils ve Sharon Van Etten bu isimlerden bazıları. Listenin daha özel konukları arasında Lynch’in oğlu Riley’nin grubu Trouble ile ‘Audrey’nin dansı’ var. Kapanışı ise oldukça münasip bir şekilde Julee Cruise yapıyor, “The World Spins” diyor.
Eski ve yeni yüzler görüyoruz. Eskiler içinde kimi suretler var ki bu sezonu hiç göremeden göçüp gitmişler; Frank Silva gibi, David Bowie gibi. Kimisi var ki bu sezonun varlığı sayesinde kendilerini son kez izliyoruz; Miguel Ferrer, Catherine E. Coulson, Mark’ın babası Warren Frost… Hepsi ve daha fazlası kapanış jeneriklerinde saygı dolu bir şekilde anılıyor. Belki de orijinal kadronun yarısı geri dönmemişken eski dizinin aynısını beklemek en başından beri gafletli bir hareketti. Neyse ki halihazırda kalabalık ve canlı bir oyuncu kadrosuna eklenen yeni karakterler de çoğu zaman bir o kadar renkli olmayı başarıyor. İlk kez Fire Walk With Me’de gördüğümüz doksanlık delikanlı Carl, Mitchum Biraderler, Sonny Jim ve sonunda (bir anlamda) ete kemiğe bürünen Diane gibi birçok karakter zihnimizde yer edinmeyi başarıyor. İkiz Cooper ve Richard Horne gibi yeni kötülere de kavuşuyoruz bu esnada; hatta Judy adında bir ‘esas kötü’nün varlığını öğreniyoruz. Bu kadar fazla karakter kimi ara bölümlerin bocalamasına sebep olsa da bütünlüğün iyiliğine hizmet ediyor.
Bir de final bölümü mevzusu var ki bambaşka bir yazının konusu olabilecek kapasitede. İki bölüm halinde yayınlanan bu finalin yıllar boyu hayranlar arasında tartışılacağı su götürmez bir gerçek. Hala gördüklerimi sindirmek için zamana ihtiyacım olduğunu düşünsem de ben bu iki bölümün ayrı ayrı Lynch ile Frost’un vizyonlarını temsil ettiğine inanıyorum; zira ikisi de başlı başına son paragraf olabilecek kapasitede. İlk kısmın sonu elbette Mark Frost’un kafasındaki final. İkinci bölümde ise Lynch’in kafasındaki finali izliyor ve hiçbir şey anlamayınca üstadın temposunu hiç kaybetmediğini anlıyoruz.Neticede izlediğimiz şey, konu olarak serinin çekirdek mevzusuna, Laura Palmer cinayetine sadık kalmış olağanüstü bir sonsöz oldu. Gordon Cole’un bahsettiği ‘rüyaperest’ Laura mıydı? Şahsen buna pek inanmıyorum; ama bu senaryonun da diğerleri kadar mantıklı durması bana Lynch’in arkasında kasten sınırsız sayıda izah bıraktığını düşündürüyor. Böyle bir hamle ya delilik ister ya da büyük bir zeka, tabi ikisini farklı şeyler olarak ele alırsak. Cooper Laura’yı kurtarmak için paralel bir evrene geçince Sarah Palmer’ın bedenindeki Judy karşı atak mı sergiledi? Asla emin olamayacağız. Ama hiç olmazsa Ed ile Norma’nın, Dougie ile ailesinin başka bir evrende mutlu mesut yaşadığına eminiz. Bu ufak çaplı mutlu son hamlelerini yaptığı için Mark Frost’a teşekkürü borç bilelim.
Twin Peaks: Fire Walk With Me, orijinal kurguda 4 saatlik bir film olarak yaratılmıştı. Olağanüstü hallerden dolayı son anda 2 saate indirgenen filmin kesilen kısımları sonradan “The Missing Pieces” başlığı altında gün yüzü gördü. Benim de bu incelemenin uzunluğunu 2, 3, 4 katına çıkarasım var; insan tatmin olamıyor, 18 saatlik bir Lynch yapıtı duruyor önümüzde, neresinden girip neresinden çıkalım? Şimdilik bu kadarıyla yetinmeyi seçiyorum, belki sezonu tekrar izlediğim bir gün devamı gelir. Ne de olsa üstünde yıllarca durulacak bir husus bu; zamanımızın büyük film üstatlarından birinin yüksek ihtimalle veda şaheseri. Yazacağım, yazacağımız hiçbir şey, gördüklerimize yeterli bir kılavuz olamayacaktır; kaldı ki amaç asla cevaplara ulaşmak olmadı zaten. Olası cevaplar? Sonsuz sayıda var, yeter ki parçaları bozup geri birleştirmekten yılmayalım. Kahve hazır mı?