Anlamsızlık Sanatı

“Her şeyin ne anlama geldiğini ya da nasıl yorumlanacağını bilmemek daha iyidir, aksi takdirde olayları kendi akışına bırakmaya korkarsınız.”

Beni okuyun, beni izleyin ama çok da kafa yormayın diyor. Ya da kafanızın içindekileri öyle gıdıklarım ki okuyup izlemekle kalmaz yaşarsınız. Eraserhead’iyle kafamdan çok psikolojim gıdıklanmıştı aslında. Sonrasında bir Twin Peaks keşfettim ki üzerine dizi tutturabildiğimi söyleyemeyeceğim. Blue Velvet, kadifenin kafamda yarattığı imgeyi değiştirdi. Kırk dakikamı da Rabbits’e verince artık bu adamı gerçekten dinleyip yaptığı işlere bir anlam yüklememeye karar verdim. Bilinçaltının Amerikan yüzünden bahsediyorum; David Lynch. Bahsetmek istediğim Images ve Catching The Big Fish kitapları olsa da araştırdıkça daha fazlasından bahsetmem gerektiğini hissettim. Türkçe çevirilerine ulaşamamak üzücü olsa da özetlerini okumak ve yıllardır takipte olmak yazmam gerektiğini düşündürdü bir yandan.

Tarım Bakanlığında bilim adamı olarak çalışan bir babanın oğlu olan David Keith Lynch, 20 Ocak 1946’da ABD Montana’da doğdu. Lise çağlarında başlayan resim çalışmalarına ailesinin desteğini alamadığı için arkadaşının atölyesinde ağırlık vermeye başladı. Bunun üzerine Boston’da bulunan Güzel Sanatlar Müzesi Okuluna kaydını yaptırdıktan sonra bir yıl burada eğitimine devam etti. Devamında kendisine ilham kaynağı olarak gördüğü Philadelphia’ya taşındı. Şehrin üzerinde yarattığı bohem hava ve gotik binaların çoğu filminin temelini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Pennsylvania Güzel Sanatlar Akademisinde devam eden eğitimi resim tutkusunu “bilinçaltına” o kadar yerleştirmiş olsa gerek ki resimlerinin hareket eden imgelerden oluştuğunu fark ederek, tam da o ilhamla “Six Man Getting Sick” adlı kısa filmini yaptı. Kusma durumlarına giren altı tane heykelimse figürü izliyoruz bu ilk film projesinde.

Ana akım sinemadan farklılaştığını bu yapımla fark ederken devamında “The Grandmother”la ilk kısa filmini yaptı. Kısmen oidipal dönemi tasvir ettiğini düşündüğüm bu yapımında ilkel duyguları ön plana çıkaran imgeler sunuyor bize. Ebeveynlerin çıkardığı homurtular hariç filmde herhangi bir diyalog geçmemesi de yine resimlerinde görmek istediği hareketi bize bu siyah beyaz gizemiyle anlatmaya çalışıyor. 70’lerin başında çalışmalarına başladığı “Eraserhead” ise ilk uzun metrajlı filmi. Stanley Kubrick’in de en sevilenler listesine giren film, absürd kıvırcık saçlara sahip bir adamın, kabusumsu bir havada yaşadığı korkularını anlatıyor. Çoğu eleştirmen tarafından korkunç olarak adlandırılsa da dönemin en beğenilenleri arasına girerek Los Angeles Film Festivalinde gösterildi. Devamında sekiz Oscar adaylığı alan “The Elephant Man” ile popülerlik kazanarak Hollywood filmlerini yönlendirmek üzerine teklifler almaya başlayan Lynch, Alejandro Jodorowsky’nin bütçe yetersizliği yüzünden tamamlayamadığı bilim kurgu filmi “Dune”u çekti. Filmin Jodorowsky gibi sürreal bir sanatçı tarafından oluşturulmak istenen yapıya aslında sahip olmadığı, hem belgesel hem filmi izleyince açıkça görülüyor. Kaldı ki Dune için yaratmak istediği peygamber olduğundan bahsediyordu sürrealist sanatçımız. Film sonraları kült bir klasik olarak anılsa da Lynch tarafından hala kötü bir deneyim olarak görülüyor. 1986’da “Blue Velvet”le bir psikolojik darbe daha yedik. Amerikan filmlerine yeni bir sıradışılık katan film, Akademi Ödülleri’nde En İyi Yönetmen ödülünde adaylık aldı. Devamında müziklerini de ayrıca dinlemenizi önerdiğim “Heart At Wild” ile Cannes’da Palme d’Or’u kazandı. Yine 90lara denk gelen ve Amerikan televizyon tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilebilecek mistik dizi “Twin Peaks”i yaptı. Kahkahalarıyla başlayıp sonlarına doğru çığlığıyla aklımızda yer eden Laura Palmer isimli bir kızın cinayetiyle başlayan dizi, 2017 yılında devam eden “Twin Peaks: The Return” sezonunda tamamen bilinçaltımızı yoklayan psikolojik bir gerilime dönüşüyor. Bir diğer Palme d’Or ödülünü kazandıran filmi ise 99da karşımıza çıkan “The Straight Story”. Lynch’e oturtmakta zorlandığım aile bağları üzerine iyimser bir yol hikayesi. Aslında bir TV dizisi olarak planlanan “Mulholland Drive” hemen sonrasında çekildi ve BBC tarafından 21. Yüzyılın en iyi filmi seçildi. Defalarca izlenmeli.. Her defasında anlam arayışımıza yeni yollar açabilecek bir yapım olduğunu düşünüyorum. Film kariyerini 2006da çektiği en uzun metrajlı filmi sayabileceğimiz “Inland Empire” ile noktaladı.

“Yeniyi bulmanın tek yolu, farklı şeylere başlamak ve bu deneyden çıkabilecek bir şey olup olmadığını görmek.”

Kastettiği yeni’yi iki yıl önce gezme şansı bulduğum “Dark Deep Darkness And Splendor” adlı sergisinde yakaladım. Filmlerinde olduğu kadar çizdiklerinde de yarattığı melankoli dünyasının içinden çıkamadığımı söylemeliyim. Kullandığı renklerin siyahtan oluşması, temsil ettiği makro kozmosu ve bu kozmosun yaratma eylemine nasıl dönüşebildiğini gösteren bir dünya.

Bilincimizin derinliklerine bu denli ulaşabilmesinin diğer nedeni de bağlı olduğu Transandantal Meditasyon. Alışkanlıktan çok hayatının rutini haline getirdiği bu uygulamayı anlattığı kitabı ise; “Catching The Big Fish: Mediation,Consciousness And Creativity”. Kitap, oluşturduğu eserlerinin ve yapımlarının kaynağını arındırılmış saf bilinçaltına yorumluyor.

Eraserhead’le anksiyete ve stresin grotesk tarzı, Blue Velvet’le cinsel psikolojinin kültlenişi, Twin Peaks ile sürrealist polisiye çağı, Lost Highway rüyalarımızın karanlık deneyimi… Tüm bu yenilikçi yüzünün ötesinde Lynch, yaşantımızdaki sıradanlığın şeytani yönü, gerçeküstünün rahatsız edici hali, şiddetin paranoyası, saplantılı hislerimizin kırmızı çizgisi.

Audrey Horne’un dansı tadında Twin Peaks soundtrack tınılarının softluğunda, varoluşçu anlam arayışımızın Lynch yönüne nokta koyuyorum. Diyorsanız ki bana yetmedi, boşuna da olsa bu adama bir anlam yüklenmeli; David Lynch: The Art Life adlı yapıma bir göz atın derim. Bilinçaltınıza, sevgilerimle.