Çifte İnceleme: Slowdive – Everything Is Alive

Bu defa değişik bir şey deniyor ve yeni bir albümü iki yazarımıza birden inceletip düşüncelerine aşağıda okuyacağınız ayrı başlıklarda yer veriyoruz. Odak noktamız senenin en merakla beklenen işlerinden biri; shoegaze efsanesi Slowdive’ın yeni albümü Everything is Alive. Bakalım albüm Can ve Deniz’de nasıl karşılıklar bulmuş…

Can Yıldırım’ın İncelemesi: “Shoegaze’in Yeniden Doğuşu”

Geçtiğimiz cuma benim için haftanın sadece son günü olduğundan veya ayıptır söylemesi bir mangala davetli olduğumdan değil, Slowdive’ın yeni albümünü ilk kez dinlediğim için de harika bir gündü. Belki 10 kere dinlemişimdir albümü baştan sona ve hâlâ sıkılmadım! Başından sonuna kadar bu albüme aşık oldum ve grubun izlediği yolu anlayıp yaptıkları seçimlerin değerini içselleştirdim. Temelde basit akor yürüyüşleriyi incelikli bir şekilde işleyen, dinamik elektronik öğeler ve canlı davullarla besleyerek yeni bir sesle geri dönen Slowdive’a, kendi şarkıları “Kisses“ta dedikleri gibi öpücüklerimi sunuyorum.

Everything is Alive, shoegaze müziğin öncülerinden birinin geri dönüşünü işaret ediyor ve bizlere karışık duygularla dolu bir dinleme deneyimi sunuyor. Altı yıl aradan sonra gelen bu muhteşem geri dönüş, bir zamanlar Brit müziğin önemli bir parçası olan Readingli gurubun hâlâ güçlü ve etkileyici olduğunu kanıtlıyor. 90’ların başında müzik sahnesinde parlayan Slowdive’ın döneminin karmaşık ve zengin müziği içinde önemli bir rol oynadığını biliyoruz. Ancak zamanla Britpop dalgasının yükselmesi ve diğer zorluklar nedeniyle grup müziğe ara vermek zorunda kaldı. Everything Is Alive, aynı zamanda grubun 2017’de tekrar bir araya geldikten sonraki yeni evresinde çıkardıkları ikinci albümdür.

94 yılında çıkan Souvlaki albümünün koyu bir hayranı olarak, Everything is Alive bana o albümden almış olduğum melankoli ve nostaljiyi kaybetmeden, biraz daha hayalsi ve geleceğe dönük izlenimler veriyor . Slowdive’ın tanıdık dilini ve ikiliklerini korurken yeni başlangıçların heyecanını da içinde barındırıyor. Rachel Goswell ve Neil Halstead’in vokalleri, duygusal derinliği ve umudu ustalıkla iletiyor. Albüm geçmişi ve geleceği birleştirerek, yaşamın parlak doğasını ve evrensel temaları keşfetme yolculuğunda bir rehber gibi davranıyor. Burada 2020 yılında hem Rachel hem de Neil’in ebeveynlerini kaybetmelerinin parçaların duygusal yoğunluğuna büyük etkisi olduğunu da hissedebiliyoruz. Özellikle giriş parçasının yarattığı merak, albüm boyunca duyacağımız ve gittikçe büyüyen dokusal dizilimlerin habercisi tadında. “Andalucia Plays,” “Alfie,” “Kisses,” ve “The Slab” albümdeki favorilerim arasında. Bu arada ses işlerini kafayı takmış biri olarak şunu da belirteyim; albüme son halini veren mastering aşamasındaki cesur ve agresif seçimin, karakteri genelde bol efektli dalgalanan ve salınan shoegaze türüne pek uymaz gibi düşünülse de bütüne ekstra bir sıcaklık kattığını söyleyebilirim. Albümde yer yer Fransız grup Air’den, bazen de Depeche Mode’dan ve July Skies’dan esintiler olduğunu da eklemeden geçmeyeyim.

Everything is Alive prodüksiyon değeri olarak 90’lara göre daha yüksek olsa da, Slowdive hâlâ köklerinden sapmadan, sonsuzluğa uzanan karakteristik gitar yankılarıyla tanıdık bir atmosfer sunuyor. Şarkıların bazıları gizemli ve çözümsüz sözlerle dolu, ama yine de albümün genel teması pozitif bir tutum ve kararlılıkla dolu. Albüm, Halstead’ın modüler synthesizer kullanılarak yaptığı demolarla başlayan bir süreçle oluşturulmuş ve sonunda yankı dolu gitarlarla ve doygun davullarla beslenmiş. Eski Slowdive çalışmalarından en belirgin farkı, elektronik öğelerin rolü ve kesinlikle davulun gücü diyebilirim. Shawn Everett’in miksi, albümün hem müzikal hem de duygusal olarak güçlü bir şekilde yankılanmasını sağlıyor. Bazılarına göre şimdiden en iyi shoegaze prodüksiyonu olarak gösterilse de, bu yeni sese burun kıvıranlar da tabii ki var.  Kendi adıma şunu söyleyeyim: Klasik shoegaze soundunun o çorbamsı dağınık halinden çok uzaklaşmadan, tekrarlarla ve yankılarla genişleyen gitarları daha sıcak ve hareketli davullarla duymak, biraz daha modern indie sesine yaklaşmak doğru bir seçim olmuş gibi görünüyor. Vokallerdeki çekingenlik ve aranjmanın geri kalanına göre daha az efektli ve çıplak gelmesinin oluşturduğu karşıtlık, kesinlikle güzel bir etki yaratıyor. Dinamik aralığın eskisine göre daha düşük olması benim açımdan bir sorun oluşturmadı; aksine daha vurucu olmuş.

Everything Is Alive, shoegaze müziğin özünü korurken türe modern bir yaklaşım sunuyor, grubun kariyerinin belki de en iyi albümlerinden biri olarak öne çıkıyor ve dinleyicilere unutulmaz bir deneyim sunuyor. Bu albüm sadece shoegaze müziği sevenler için değil, aynı zamanda yeni dönem indie müziği dinleyicileri için de kaçırılmaması gereken bir eser. İyi dinlemeler!

Deniz Keskintimur’un İncelemesi: “Renkli saçlı kahve bağımlıları için yılın en büyük işi.”

Shoegaze janrasının en bilinen temsilcileri Slowdive, hiç acele etmeden yeni albümleri Everything is Alive‘ı çıkardı. Son albümleri Slowdive üzerinden 6 yıl geçmişken… 1995 yılında dağıldıklarında ve sonrasında işleri bitmiş gibi duruyordu ve hatta 2004 yılında The Independent tarafından “unutulmuş bir indie grubu” olarak anıldılar. Kayıp Manic Street Preachers üyesi Richey Edwards ise zamanında haklarında “Slowdive’dan Hitler’den nefret ettiğimden çok nefret ediyorum.” dedi. 1990’lar Britpop’un zirve yaptığı yıllar iken Melody Maker gibi büyük ve etki sahibi bir haftalık dergi tarafından “Bir daha Slowdive dinleyeceğime yulaf dolu bir küvette boğulmayı tercih ederim.” yorumunu alarak iyice çemberin dışına itildiler. Belirtmem gerekir ki Melody Maker, 1993 yılında henüz Darlin’ adını taşıyan Fransız ikiliye “daft punky trash” yakıştırmasında bulunan ve adlarını Daft Punk’a değiştirmelerini sağlayan dergi. Slowdive’a yönelik bütün bu erken dönem eleştirilere getirebileceğim izah, zamanın müziğine göre çok deneysel kalmaları olabilir.

Z jenerasyonu tarafından yeniden keşfedilen Slowdive, günümüzde el üstünde tutuluyor. Modern sahnede aldıkları ve alacakları tepki ise eski kötü şöhretli İngiliz kritiklerin aksine pozitif. Everything is Alive ise içinden geçtikleri modernleşme sürecinin ciddi bir kanıtı. Şöyle ki Slowdive hep çekingen ve utangaç kalmış bir grup. Shoegaze tabiri de bu tavırdaki grupların konserlerde çalarken ayakkabılarına bakmalarından başka bir şey yapmamalarından geliyor ya zaten… Utangaç, yumuşak sessizlikleri bir kenara modern elektronikleri de katmışlar kendilerine yeni albümde. Açılış şarkısı “Shanty” ve kapanış şarkısı “The Slab” dinleyeni çok kaotik bir dramanın içine seni sokan ve çıkaran iki kapı gibi. Kafanızın ortasında yankılanan atmosferik bir gürleme: Sertleştiklerinde olan şey bu. Albümün ilk teklisi “Kisses” ise Slowdive’la alakalı değişmeyecek olan şeyin temsili rolünde. Bu sefer çok daha pozitif duygular; öte yandan ritmik bir melodi, ethereal yas ve arzuların yankılanması… Kendi temalarını zorlu, uzun ve kesintili yollarından sonra tutturmuş bir grup konumundalar kısaca.

Albümün genel teması kaybolma hissiyatını uyandırıyor. Kısa süreli bir kaçış ve buluş. Albümle eş zamanlı sürede, kalabalık ve kaotik bir şehrin merkezinde yüksek bir çatıdan, izole bir merdivenden, saklı bir banktan günbatımını izleyip pembelik ve kızıllıkların içinde kaybolma hissi size eşlik ediyor.

Tüm yazdıklarım şuraya çıkıyor ki Slowdive, bir önceki albümlerine kıyasla kendilerinin üstüne çıktı ve boşuna shoegaze’in başta gelen ikonlarından olmadıklarını hatırlattı bize. Everything is Alive, renkli saçlı kahve bağımlıları için yılın en büyük işi.