Blind Guardian Röportajı: “Albümde Anlattığımız Hikaye Günümüzle de İlişkili”

Blind Guardian’ın yirmi üç yıldır üzerinde çalıştığı “orkestra projesi” Legacy of the Dark Lands 8 Kasımda yayınlandı. (Albümle ilgili incelememizi buradan okuyabilirsiniz.) Biz de bu vesileyle grubun efsanevi vokalisti Hansi Kürsch ile keyifli bir röportaj yaptık. Kürsch ile albümün uzun serüveni, yazım ve kayıt süreci, diğer albümlerle etkileşimi, bir metal vokalisti olarak orkestrayla yaşadığı deneyimi, günümüzün dinleyici kitlesi, albümde anlatılan hikaye ve bugünle olan ilişkisi ve hatta iklim değişikliği gibi konular üzerine uzun uzun konuştuk. Keyifli okumalar… 

Röportajın tamamını dinlemek isterseniz:

Nasılsın?

İyiyim. Stüdyodayım. Yeni Blind Guardian albümü için çalışıyorum. Bugünkü işler için hazırlıkları tamamlıyorum. Önümüzdeki birkaç saat boyunca yapacağım röportajlar var. Yoğun bir dönem olduğu kesin. 

Harika haber! Bana zaman ayırdığın için teşekkür ederim. 

Memnuniyetle. 

Kendimi hatırlatmak istiyorum. Bu yaz Yunanistan, Hanya’da konser sonrasında tanışmıştık. 

Aa, evet! (gülüyor)

O gün seninle bir röportaj yapacaktım ama iptal olmuştu. Şimdi gerçekleşiyor. Umarım ilkbaharda yeni Demons & Wizards albümü üzerine de konuşuruz. 

Evet, tabii ki. Hiç sorun değil. 

Peki, sorulara geçelim. Öncelikle yeni albüm için tebrikler! Gerçek bir başyapıt. Çok beğendim. Şu an ne hissettiğini merak ediyorum. Albümü tamamlamanız epey sürdü; rahatlamış olmalısın. Neler hissediyorsun? 

Kesinlikle çok rahatladım. Hala çok yoğun şeyler hissediyorum. Birçok kez bana bile hiç bitmeyecek gibi geldiği oldu. Birden fazla kez albümün yayınlanacağını duyurduk. Vokal kısımlarını kaydetmeye başlayacağımıza kendimi ikna etmiştim çünkü orkestra projesi üzerinde en az son on yıldır çalışıyorduk. Ama benim kısımlarımın tamamlanması çok uzak bir ihtimal gibi görünüyordu; bir yandan bir o kadar da yakın geliyordu. Bir kere başladıktan sonra hızlıca bitirebileceğime inanmıştım. Bu zor işi çok hafife almışım. Çoğu kez çaresizliğe kapılıp “Olamaz, bir altı ay, bir on iki ay daha sürecek” diye hayıflanıyordum. Ve bu durum benim için çok can sıkıcı bir hal almıştı. Ama şimdi çok rahatlamış hissediyorum çünkü nihayet başardık; albümü kaydedip yayınlayabildik. Çünkü bunlar için bile hiç beklemediğimiz bazı sorunlarla karşılaştık. 

Gerçekten mi? Bilmiyordum.

Neredeyse her konuda teknik sorunlarla karşılaştık. Yönetim, mühendislik ve mastering konularında attığımız her adım beklediğimizden uzun zaman aldı. Örneğin “Harvester of Souls” şarkısı üzerinde bir düzeltme yaptığımızda geriye dönüp her şeyi yeniden düzenlememiz gerekiyordu. Teknik bir mesele. Bir türlü bitmek bilmiyordu. Orkestra kısımlarının temizlenmesi bir kabus gibiydi. Ama çok titiz çalıştık. 1996-97 civarında bu işe giriştiğimizde ne ben ne de André (Olbrich) bunun yirmi küsur yıllık bir proje olacağını kesinlikle düşünmemiştik. 

Albümün yazım aşamasından bahseder misin? Bazı şarkıları 1996’da, Nightfall in Middle-Earth döneminde yazmışsınız. 

‘96 mı yoksa ‘97 mi olduğunu aramızda tartışıyoruz. Sonuçta uzun bir geçmiş söz konusu ve yaptıklarımızın kaydını tutmadık. O nedenle ‘96’nın sonu, ‘97’nin başı diye tahmin ediyorum. André ilk şarkıyla geldiğinde, o noktada Nightfall in Middle-Earth için uygun olduğunu düşünmüştük çünkü bir konsept albümü yapmaya karar vermiştik. “Nightfall” gibi hali hazırda klasik elementler içeren bazı şarkılar bestelemiştik. Ve yanılmıyorsam o noktada “A Dark Passage” üzerinde çalışıyorduk. Ardından o zaman adı “Gondor” olan ve bu albümde “This Storm” adını alan şarkı ortaya çıktı. İkimiz de bu şarkının özel bir şarkı olduğunu hissetmiştik. André bir orkestra düzenlemesiyle geldiği için bu şarkıyla genel anlamda ne yapacağımızı tartışmaya başladık. Metal enstrümanlarını hiç kullanmamıştık bu düzenlemede. Bu düzenlemenin üzerine vokalleri yapıp yapamayacağımı sordu. Böyle bir şey yapmak bana çok doğal geldi. Vokalleri tamamladıktan sonra tekrar bir araya gelip bu şarkıyla ne yapacağımızı yeniden tartıştık. İkimiz de bu şarkının metal grubunu gerektirmediğine ve bunun yeni bir şeyin başlangıcı olabileceğine karar verdik. Bu şarkıyı bir kenara koyup vakit buldukça orkestra projesiyle ilgilenmeye karar verdik. Yanlış hatırlamıyorsam, Nightfall in Middle-Earth kayıtları sırasında, bu albümde “Dark Cloud’s Rising” adını alan başka bir şarkıya daha başladık. Bu bir yandan da grubun Tolkien dönemine ait bir şeydi ve bütün dikkatimiz o yönde toplanmıştı. Daha sonra bu zihniyeti değiştirdik çünkü Tolkien ile ilgili etrafta çok fazla şey vardı, örneğin filmler… Ve böylece konsept albümü için seçtiğimiz konuyu değiştirdik.  Ama o noktada aklımızda hala Tolkien vardı. İki şarkıyı (“This Storm” ve “Dark Cloud’s Rising”den bahsediyor) yazıp bitirmiştik. İlk bestelediğimizdeki halleri albümde duyduğunuz hallerinden pek farklı değildi. Elbette düzenlemelerini geliştirdik ve aradan geçen yıllarda bazı düzeltmeler yaptık. Aslında bu şarkıları tamamlayacağımızı pek düşünmüyorduk ama Nightfall ve bu iki şarkıyı besteledikten sonra bir bakıma bitmiş gibiydiler. Böylece bu şarkıları bir kenara bıraktık ve Blind Guardian için bestelediğimiz orkestra şarkıları haricinde başka orkestra şarkıları besteleme ihtiyacı duydukça bunların üzerinde çalıştık. Bu bize hep çok doğal geldi ve büyük ilerleme kaydettik. Grubun her döneminde bitirmeye çalıştığımız iki ya da üç şarkı vardı. Tabii ki bu uzun yıllar boyunca bu şarkılar üzerinde düşünmeyi ve onları geliştirmeyi sürdürdük. Bir bakıma, bazı şarkıların bu yirmi yıl boyunca grubun içinden geçtiği belirli dönemleri temsil ettiğini söyleyebilirsiniz.  

Ben de buna benzer bir soru soracaktım. Diyelim ki bu albümü on yıl önce tamamlamış olsaydınız neye benzerdi? Şimdiki halinden çok mu farklı olurdu? Yani orkestra albümü diğer metal albümlerinizden etkilendi mi? Ya da orkestra projesi diğer albümlerinizi etkiledi mi? 

Tartışılır. Bütün bu farklı dönemlerde hangisinin daha önemli olduğunu kestirmek çok zor. Sanırım iki taraf da diğerinden faydalandı. Örneğin “Wheel of Time” aslında orkestra albümü için bestelenmişti. Ama metal grubu olmadan şarkının eksik kalacağını hissettim. André’ye gidip bu şarkıyı orkestra albümü için kullanma fikrini beğenmediğimi söyledim çünkü gerçekten bir şeyler eksikti; orkestrasyonunun çok sönük kaldığını düşünüyordum. Böylece grubu dahil ettik ve grubun dahil olması şarkının orkestrasyonunu da etkilemiş oldu. Sonunda At the Edge of Time’daki (albüm) “Wheel of Time”a dönüştü. Ve grubun en iyi şarkılardan biri olduğunu düşünüyorum. Bu etkileşimin böyle bir faydası oldu. Bunun dışında benzer şeyi mesela “And Then There Was Silence” ya da “At the Edge of Time” (şarkı) için de söyleyebilirim. Yeni albümdeki “Harvester of Souls” aslında en baştaki niyetimizdi. Hatırladığım kadarıyla bu şarkı üzerinde tartıştığımız dönemde bir öğle vakti André bana gelip “Rüyamda bu şarkının metal düzenlemesini gördüm. Grup dahil olunca şöyle bir şey oluyor” dedi. Ben de tamam dedim. Böylece bu şarkıya grubu dahil ettik. Sonrasında her şeyi baştan yapmam gerekti çünkü belli bir yöne gitmeye karar verdiğinizde bütün çalışma biçimi değişir. Prodüksiyon, ses, yoğunluk ve birçok şey enstrümantasyonla çok yakından alakalı şeyler. Nihayetinde “At the Edge of Time” hem vokaller hem de orkestra ve grubun performansı açısından “Harvester of Souls”dan farklı bir şarkıya dönüştü. Bu her seferinde böyle. Aynı şeyi kullanamayacağınız için geri dönüp orkestra kısımlarını yeniden kaydetmeniz gerekiyor. Belki birazdan konuşuruz, bu albümü metal grubuyla kaydetmeye kalkışırsak aynı şey geçerli olacak. Sana söylediğim gibi, bu şarkılar için metal grubunu kullanmak gibi bir niyetimiz yoktu. Teorik olarak mümkün, gayet mümkün, ama çok vakit alır ve her şeyi en baştan yapmamız gerekir. Soruna dönecek olursam (gülüyor), kuşkusuz orkestra projesinin metal grubuna katkısı oldu. Beyond the Red Mirror albümü bu yönde tasarlandı; orkestra albümünün neye benzeyeceğine dair ipuçları verecek şekilde… Ama o bile yanıltıcıydı çünkü grubun dahil olmadığı bir “Blind Guardian” albümünün neye benzeyeceğini hiç kimse hayal edemezdi. Ve bu albüm Legacy of the Dark Lands oldu. Şarkı yazımı aşamasında orkestra kayıtlarına geri dönmek beni çok rahatlattı. Bu kayıtların üzerinde çalışmak birçok açıdan gayet rahat oldu, çünkü vokal aranjmanları için yerimi saptamak konusunda çok çaba sarf etmem gerekmedi. Bunu yapmak Blind Guardian albümlerinde daha zor olabiliyor. Kısacası, her farklı dönemde bu proje beni canlandıran bir şey oldu. 

Blind Guardian’ın önceki konsept albümleri Nightfall in Middle-Earth (1998) ve Beyond the Red Mirror (2015)

Sıradaki sorum Legacy of the Dark Lands’deki vokallerin hakkında. Gerçekten muhteşemler. Gerçek bir orkestra eşliğinde şarkı söylemek nasıl bir deneyimdi? Biraz bahseder misin? 

Bu anlattıklarımın tam tersi yönde bir deneyimdi. Şarkı yazımı aşamasında programlanmış orkestrasyonlarla çalıştık. Ve bu programlanmış orkestrasyonlar günümüzde gayet başarılı. Aradan geçen yıllarda bunların gittikçe daha kaliteli hale gelmesi şarkılar için çok yararlı oldu. İlk başladığımızda kaliteli ses kütüphanesi sayısı çok azdı. Bulduğumuz her yeni ve daha iyi ses kütüphanesiyle şarkıları daha iyi hale getirdik. Yani, programlanmış ama gerçek bir orkestra gibi ses veren bu kayıtlar eşliğinde söylüyordum şarkıları. Programlanmış orkestranın iyi tarafı, ses panoramanızda yere ihtiyaç duymaması. Buna uyum sağlamak benim için çok daha kolay oldu ve çalışma sürecini çok keyifli bir hale getirdi. Orkestrayı Rudolfinum gibi bir konser salonunda kaydettiğinizde elinizde canlı kaydedilmiş bir orkestra performansı oluyor ve ona müdahale edemiyorsunuz. Bütün enstrümanlar nasıl kaydedildiyse o şekliyle çalışmak zorundaydım. Ayrıca mikrofon salonun sesini de kaydetmişti. Anlayacağın, orkestra organik bir müzikal varlık olarak orada duruyordu ve o ortamdaki tek yabancı olarak ben orkestraya üstün gelmeye ve onun üzerinde hakimiyet kurmaya çalışıyordum ki bu neredeyse imkansız bir şey. Şarkıları söylerken bunu deneyimlemek zorundaydım. İlk başlarda orkestranın içinde kendime bir yer bulmak ve sesimi orkestrayla uyumlu hale getirmek için çok uğraştım. Bu, bir yapımcı olarak Charlie Bauerfeind için de önemli bir deneyim oldu. Onun da bu konuda hiçbir fikri yoktu çünkü daha önce hiçbir grup böyle bir şey yapmamıştı. Ve bu besteler, her ne kadar metal grubu dahil olmasa bile insanların Blind Guardian tarafından yazıldığını anlayacağı besteler. Yani bir yandan orkestra pek fazla distorsiyon gerektirmese bile Blind Guardian’ın müziği distorsiyon gerektiriyor. Ayrıca sesim yıllarca attığım çığlıklar ve kullandığım vokaller nedeniyle bugünkü halini aldı (gülüyor). Bu sebepten ötürü, bir orta yol bulmamız gerekiyordu. Ve bu çok sancılı bir süreç oldu. Eğlenceliydi; bu kayıtlar üzerine çalışmayı gerçekten sevdim ama bazen çok çok ıstıraplı oldu. 

Anlıyorum. Legacy of the Dark Lands bir konsept albüm. Daha önce de konsept albümler yaptınız. Bu tarz albümlerin dinleyicileri zorladığını düşünüyor musun? Çünkü günümüzde insanların dikkat süreleri epey kısa. Bu konuda ne düşünüyorsun? 

(Gülüyor) Kendisini Blind Guardian hayranı olarak gören, mesela Nightfall in Middle-Earth’ü beğenip ‘90lı yılların sonlarından beri bizi takip etmiş olan hayranlarımızın çok sorun yaşayacağını düşünmüyorum. Ama tabii ki bu kitle ender rastlanır bir tür. Çünkü dediğin gibi, dinleyicilerin dikkatini kötü yönde etkileyen çok şey var. Müziğimizin bazen gerektirdiği dikkati uzun süre canlı tutmak epey zor. Bunun farkındayız. Müzik dinleme alışkanlığının bu yöne evrileceğini hiç düşünmezdim. Bu konuda gerçekten şaşkınım. Evet şu dönemde konsept albüm yapmak kesinlikle kaçınılmaz bir risk (gülüyor). Bu albümü on yıl önce yayınlama şansımız olsaydı dinleyicilerin dikkati konusunda daha avantajlı olurdu. O dönemde bir albümü “çok uzun” diye şikayet etmeden bir bütün olarak idrak edebilecek bir dinleyici kitlesi hala vardı. Şu anki dinleyici kitlesi “üç dört dakikalık kısa bir şarkı olsun, mümkünse kolayca anlayabileceğim tek bir beat ve tek bir akor yapısı olsun” derdinde. Blind Guardian hiçbir zaman böyle bir grup olmadı. Daha önce de bahsettiğim gibi, hem şarkı yazımı hem prodüksiyon bize çok doğal geldi ve tek ölçütümüz bu. Eğer biz keyif almışsak bunun, sabırlı bir Blind Guardian hayranı için de katlanılabilir bir şey olacağına inanıyoruz. Ve bundan şüphemiz yok. Bir bakıma çok cesur bir albüm. Belki insanları herhangi bir albüme baştan sona dikkat verme konusunda yeniden eğitebilir çünkü şarkıları gerçekten sırayla dinlediğinizde ışığını tam olarak yansıtan bir albüm. Aradan şarkı seçebilirsiniz; bunu mümkün hale getirdik. Sadece bir şarkı dinlemek isteyen biri streaming platformlarında bile bunu yapabilir. Yani tek bir şarkı dinlemek isteyen biri bu şarkıyı ayrı olarak, anlatılar ve geçiş kısımlarına maruz kalmadan dinleyebilir. Ama evet, özellikle yirmi iki yıllık bir geçmişi olan bir projenin bugünün dinleyicisini tam anlamıyla memnun etmesi zor gibi. 

Konsept albüm yapmak zor bir şey olsa gerek çünkü kronolojik bir sırayı, bir olay örgüsünü takip etmek zorundasınız. Hangi şarkının hangi hikayeyi anlatacağına nasıl karar veriyorsunuz? 

Şarkılar belirliyor. Tabii ki bir noktada Markus (Heitz) ile konuştuk ve hikaye için bir çerçeve belirledik. Ama onun dışında şarkılar ve şarkılara ilgili fikirlerimiz belirleyici oldu. Önce şarkıların sırasını kararlaştırdık. Bu kesinleştikten sonra bu çalma sırası ve şarkılar, hikayenin hangi yöne gidebileceğini belirlemeye başladı. Bazen bu çerçeveyi yeniden düzenlemek zorunda kaldık ve bazen hikayeye yeni şeyler ekledik. Bu durumda Markus da kendi hikayesine bazı şeyler eklemek durumda kaldı. Ama Markus’un Dark Lands kitabını daha önce yazmış olması beni Legacy of the Dark Lands’de istediğimi yapma konusunda daha da özgür kıldı. Birçok şeyi ayarlayıp kararlaştırdık ve hatta sonlara doğru bile yeni şeyler eklediğim oldu. Ama dediğim gibi bu konuda özgürlüğe ihtiyacım vardı çünkü müzik ve sözlerin örüntüleri de kendilerine göre bir yön belirliyordu.

Albüm Nicolas adlı İlk Atlının kıyameti önleme çabasını anlatıyor. İlk Atlı ve diğer üç atlı arasındaki bu savaşta insanların rolü ne? Bu yaklaşan “kıyamette” insanların da parmağı var mı? Yani sadece doğaüstü kötü karakterlerin işi mi yoksa insanlar da bundan sorumlu mu? 

Bunun için seçtiğimiz ortam ve dünyaya geri dönmemiz gerekiyor. On yedinci yüzyılda gerçekleşen Otuz Yıl Savaşını insanlar kıyamet olarak görüyordu. 1618 yılında ortaya çıkan üç kuyrukluyıldızı, aralarında dolaşan üç atlıya yordular. Gerçek tarihten bahsediyorum. Bunu hikayenin bir parçası haline getirdik. Her zaman hikayeye bir parça tarih karıştırıyoruz. Temel olarak bu kurgusal bir hikaye ve mahşerin dört atlısı gibi dini bir tema söz konusu olunca insanlar da işin içine giriyor elbette. Çünkü bu başlı başına bir hikaye anlatma meselesi;  şeyleri nasıl anladığımız, bazı şeylerin nasıl sonlanacağı gibi meselelerle alakalı… Ve tabii ki dini şeylerle de alakalı. Genel olarak baktığımızda insanlar bütün bu hadiselere epey müdahil (gülüyor). Hikaye için konuşacak olursak, Nicolas’ın arkadaşları da kıyameti önlemek için ona yardım ediyorlar ve sonunda onun gerçek kimliğini öğreniyorlar. Ve albümün sonunda dediğim gibi kıyamet önlenemez çünkü çok aptalız. 

Sence bu hikaye günümüz dünyasına uyarlanabilir mi? İklim değişikliği, yoksulluk, eşitsizlik gibi birçok sorunumuz var. 

(Gülüyor). İklim değişikliğinin hala müdahale edilebilir olduğunu düşünüyorum. İnsanların bunu düzeltmek için kullanmayı düşündükleri araçlar bazen gerçekten çok aptalca olabiliyor. Ama elbette bazı sonuçlar elde edebiliriz çünkü, her şey değil ama birçok şey insanların elinde ve onlara bağlı. Bu yüzden elimizden geleni yapıp bunun etkilerini hafifletebiliriz ve belki bu durumu değiştirebiliriz. Otuz Yıl Savaşı rastgele seçilmiş bir tema değil; bugünün toplumu üzerinde çok önemli etkileri var. Avrupa’nın bugünkü halini, bugünkü ulusları belirleyen bir savaş. Ve birçok şeyle ilişkilendirilebilir. Beyond the Red Mirror’daki şarkılar için de aynı şey söz konusu. O albüm bazı noktalarda çok soyut, ama bu her gün uğradığımız bilgi bombardımanıyla alakalı bir şey. Ve bu bilgilerin çoğu saçmalıktan ibaret. Sadece insanların kafasını karıştırmak için ortaya atılan şeyler. Amaçları bu. Beyond the Red Mirror esasen bununla – kafası çok karışık biriyle – alakalı. Böyle bir ortamda “olgular” ve “gerçekler” kurmaya başlıyorsun – bunların gerçek olup olmadığının bir önemi kalmıyor. Ve onlara şekil veriyorsun. Bu, Legacy of the Dark Lands’deki hikaye için de geçerli. Kolaylıkla günümüzde olan bitenlerle yorumlanabilir. Dediğim gibi, iklim değişikliği bu olgulardan biri olabilir diye düşünüyorum. Farklı şekillerde yorumlanabilecek hikayeler üreterek kendi gerçekliğimi yaratıp şekillendiriyorum.  

Albümde en sevdiğin şarkı hangisi? 

Şu sıralarda en sevdiğim şarkı sanırım “In the Red Dwarf’s Tower”.

Çok güzel bir şarkı. Ben son şarkıyı çok seviyorum: “Beyond the Wall”

O da ikinci favorim. Aslında en son bestelediğimiz şarkı oydu.  Beyond the Red Mirror‘ın yazım aşamasında yazmıştık. Sonra bir kenara bıraktık. Beyond the Red Mirror’dan sonra bitirmiş olmamız lazım. En son yaptığımız şarkı “1618 Ouverture” ama o daha çok “In the Underworld”den bir alıntı niteliğinde. O yüzden o daha farklı bir yerde. Ama çoğu şarkıyı Beyond the Red Mirror öncesinde bestelemiştik. 

Peki. Seni daha fazla tutmak istemiyorum çünkü başka röportajların olduğunu görüyorum. Bizimle konuşmak için zaman ayırdığın için çok teşekkürler. 

(Gülüyor) Seninle konuştuğumuza memnun oldum. 

Umarım sonraki projelerin üzerine de konuşuruz. 

Evet, mutlaka konuşalım. Daha Demons & Wizards’ı da konuşacağız. (gülüyor)   

Umarım.

Kendine dikkat et. Hoşça kal.

Hoşça kal Hansi.