Yolların ve enstrümanların efendisi Zach Condon, dört yıllık bir aradan sonra yeni Beirut albümü Hadsel ile karşımızda. Norveç’te geçirdiği bir izolasyon ve iyileşme sürecinin sonrasında ortaya çıkan albüm, alışkın olduğumuz üzere izlenimci ve büyüleyici bir Beirut belgesi. Biz de hakkında daha fazla şey öğrenmek için Condon ile söyleştik.
Selam Zach. Nasılsın?
İyiyim. Seni sormalı?
Seni gördüm, daha iyi oldum. Arkandaki synthesizer güzelmiş.
Albümdeki perküsyon kısımlarının büyük bölümünü onunla kaydettim. Alırken öncelikli amacım bu değildi, sıfırdan bir polifonik synthesizer yapma fikrim vardı. Her sesi ayrı ayrı kontrol edebilecektim. Arka planın güzelmiş. Bana Norveç’i anımsattı.
Güncel konumunu takip etmek zor iş. Şu an neredesin? Berlin’de mi?
Aynen. Sık sık Norveç’e de gidiyorum. Senenin büyük kısmını orada geçirdim, ama şu an Berlin’deyim. Şu aralar içimde birkaç yıla Norveç’e taşınsam mı taşınmasam mı hesapları yapıyorum. Hâlâ karar vermiş değilim.
Hadsel seni bayağı etkilemiş olsa gerek.
Hem de nasıl. Bu kadar fazla insanla tanışmayı beklemiyordum. Çok güzel bağlantılar kurdum ama. Artık orayla aramda gerçek bir gönül bağı hissediyorum.
İyileşme süreci doğrusal seyretmez asla, ama Hadsel’da geçirdiğin sürenin iyileşmene çokça katkısı dokundu. Albümün hikâyesinin de o deneyimle derinden ilişkili olduğunu biliyorum. Okurlarımız için olan biteni bir kez daha aktarabilir misin?
Elbette. 2019 yılında yollardaydım, grubuma ve hayranlarıma bir dünya turnesi yapacağımızın sözünü vermiştim. ABD konserlerini çoktan geride bırakmıştık. Ama durmadan rahatsızlanıyordum. Bir türlü geçmeyen boğaz enfeksiyonları yaşıyordum. Turnenin sonunu getirmek için bolca antibiyotik ve stereoit alıyordum. Nihayetinde bir doktor bana “Bunu böyle sürdürürsen sesin kalıcı biçimde zarar görür.” dedi. Yaklaşık on sene önce benzer bir şey yaşamıştım. Anlayacağın yollarla aramda talihsiz bir dinamik var. Ve evet, fiziksel bir kondisyondu, durmadan hastalanıyordum çünkü; ama bir o kadar da zihinsel bir kondisyon olduğunu fark ettim. Turne geçmişim baştan aşağı zihinsel çöküşlerle doluydu çünkü. Kaçacak bir yere ihtiyacım vardı, Hadsel’a kaçmayı da bu sürecin sonunda seçtim.
Bana göre kış mevsimi bir iyileşme, istirahat, içe dönüş ve iç değerlendirmeler mevsimidir. Berlin’de kışlar artık pek eskisi gibi geçmiyor. Yağmurlu ve gri bir hava var çoğunlukla, bugün olduğu gibi. Eskiden her sene kar yağardı, artık eser yok; çok özlüyorum o kışları. Birçok kişi New Mexico’lu olduğum için çölün dibinden geldiğimi sanıyor. Oysa dağlık bölgede yetiştim ben. Özlediğim şey buydu, ben de bunun aşırı bir versiyonuna kavuşmak istedim.
Soğuk havayı tercih ediyor olman bana çocukluğumu hatırlattı. Günümüzde hâlâ bir yaz insanı olmasam da baharları kışa tercih ediyorum. Peki sen dünyanın en soğuk ülkelerinden biri olan Norveç’te yaşadıktan sonra hâlâ kışı mı tercih ediyorsun?
Kesinlikle. Öyle iyi geldi ki bana. Yaşlandıkça sıcaklığa tahammül seviyem düşüyor. Zaten hiç sevmemiştim, artık düpedüz katlanamıyorum. Haliyle yazı sıcaklığın yirmi dereceyi nadiren aştığı bir yerde geçirmem süper oldu. Her şeyden kaçmam için ideal tatili bulmuş oldum. Sıcaklık benim için klostrofobik bir şey. Hatta İstanbul’da geçirdiğim yazları benim için en zor kılan etmen buydu. Marmara Denizi’ne gider, gündüzleri orada yüzerek geçirirdim. Sıcaklar bana işkence ediyordu resmen.
Başka bir röportajında dinleyicilerinin şarkıların yoluyla gözünde manzaralar canlandırmasını umduğun yönünde bir şeyler okumuştum. Bunu daha iyi bir bağlama oturtmamız için bana Norveç’ten, Hadsel’dan ve şarkılarına ismini veren yerlerden bahset. Stokmarknes, Spillhaugen ve telaffuz edebileceğime asla güvenmediğim uzun isimli stüdyo nasıl yerlerdir?
İlk iki yerin telaffuzu çok iyi yaptın bence. Bahsettiğin “gözlerde manzara canlandırma” muhabbeti benim için aslında izlenimci bir olay. Yoksa kimseye spesifik bir şey düşünmelerini söylediğim yok. Daha ziyade “Bu şarkıyı düşünmek bana şunu düşündürüyor,” gibi bir durum söz konusu. Bir öneride bulunuyorum, hepsi bu, ötesi düşünülemez. Mesela bu albüm bana kışı anımsatıyor, ama o da yanlış olabilir. İnsanlar istedikleri şekilde tadını çıkarabilir albümün. Öte yandan yazım süreci yüzünden şarkıların cidden Norveç’e ait olduğunu hissediyorum. Albümü bitirmek için Berlin’e dönünce yazdığım şarkılarda bile orayı düşlediğimi ve düşündüğümü fark ettim, kesinlikle oradan çıkma gibiydiler. Ancak şarkı yazımına asla niyetli bir biçimde girişmem. Oturup “Bu şarkının böyle tınlamasını istiyorum,” ya da “Bu akıllara bir manzara getirmeli,” demem. Müzik böyle çalışan bir şey değil, bütünüyle içgüdüsel bir şey. Ortaya bir şey koyup ona tepki veriyorsun, sonra o tepkine tepki veriyorsun ve bu döngü böyle sürüp gidiyor. Sadece şarkı bitince dönüp bakıp “Ah, acaba?” diyebiliyorsun.
Albümün büyük kısmını iki enstrüman ile yarattım: Bir org ve bir modüler synth/drum machine. Bunlardan ikincisinin “dışarıdan”, doğadan gelen şeyleri temsil ettiğini düşünür oldum. Kulübemin dışında gelişen sert ve tehlikeli fırtınayı mesela… Orgdan yarattığım sesler ise kulübedeki şömine ya da sıcak bir battaniye gibi hissettirmeye başladı. Onun dışında “Melbu” ve “Island Life” gibi parçalar kasabada aylak aylak gezinirken geliştirdiğim düşüncelerin bir sonucu olarak belirdi. Bütün şarkı sözlerini doğaçladım, yani karşıya geçirmek için ciddiyetle uğraştığım bir düşüncem yoktu. Öyle içimde beliriverdiler. Bu kısım başlı başına tartışılmayı hak ediyor, ama uzun lafın kısası şarkı sözleri beni oldum olası zorlamıştır. Hatta sevmem kendilerini. Canımı sıkıyorlar, zira şarkının içindeki mistik bir şeyi yok ettiklerini hissediyorum. Kuzey Işıkları gibi biraz; nasıl ortaya çıktıklarını açıklayabilirsin, ama seyir deneyiminin kendisi tanımların ötesinde büyülü bir şeydir. Sözler ise açıklayıcı bir kimliktedir: “Ya aslında bilimsel bir olay, şöyle bak…” Tüm büyüyü mahveder. Hakkını teslim edeyim yine, bazen gerekli oluyor. Bazen sözleri seviyorum, ama insanlar fazla odaklanıyor gibi hissediyorum o kısma. Bu albümde kendim dediklerime fazla odaklanmama kararı aldım, sonuç olarak doğaçladığım ve ortaya çıktıktan sonra bana “Hadi ya, bunu mu düşünüyormuşum? Enteresan, bilmiyordum.” dedirten her şeyi içeri almış oldum.
Dille ilgili bir arkadaşım bana bir keresinde şunu demişti: “Sözler bozuyor düşüncelerin saflığını.”
Güzel demiş. Daima müziğin dilden büyük bir şey olduğunu düşünmüşümdür. Bir bakıma dilden derin olduğu kesin. Aslında ben de dilbilim konusunda takıntılıyımdır. Profesyonel bir uğraşım yok tabii bu konuda; ama yeni diller öğrenmeye, kelimelerin kökenini, kültürel anlamlarını, algımızı nasıl değiştirdiklerini kurcalamaya bayılırım. Öte yandan niyeyse müziğin ve dilin farklı şeyler olduğunu hissediyorum. Yavaş yavaş iyi bir şarkıdaki iyi sözlerin bağlama nasıl yarayabileceğini takdir etmeye başlıyorum. Ancak hâlâ müziğin daha derin ve büyülü olan şey olduğuna inancım değişmedi. Dil betimsel ise müzik duygusal ve içgüdüseldir.
Bu albümü yaparkenki zihinsel durumunu göz önüne aldığında şekillendirmesi en kolay ve en zor iki şarkı hangileriydi?
En kolayı albümdeki son şarkı olan “Regulatory” oldu. Yazdığım son şarkı da, en hızlı biçimde beliren de o oldu. Herhalde şarkının tamamını 20 dakika içinde falan yazmışımdır. Onun sözlerini de doğaçladım, ki hayli ilginç bir deneyim oldu. Gramer olarak doğru bile değiller, dağınık ve garip sözler. (gülüyor) Düşüncelerimi doğrudan şarkıyı söylerken oluşturdum, yani duyduğun her şey aynı zamanda o şarkının ilk halinde söylediğim şeyler. Sonradan dönüp daha temiz bir hâle getirmeye çalıştım, ama böyle bir hareketin şarkıdaki kıvılcımı ve heyecanı yok edeceğini fark ettim. Olduğu şekli en doğalıydı. Öylece geliverdi. O melodiyi de çok önemli buluyorum, huzur ve nihailik hisleri aşılıyor bana.
En zor şarkıya gelecek olursak… Beni çok uğraştıran birkaç şarkı oldu, ama “Stokmarknes” özellikle zorlayıcıydı. Albümün de tam ortasında yer alıyor. O şarkıyı neredeyse tamamen arkamda gördüğün modüler synth ile yaptım, çok çılgın gelişti. Bu enstrümanlar daima kontrolden çıkmış durumda oluyor. Çıkardıkları onca sesi bir araya getirmek çok zorlayıcı. Bunu ise özellikle bir akor içindeki her sesi kontrol edebilmek için aldım. Akorları ise elimdeki küçük bir MIDI klavyeyle başlatabiliyorum. Ancak her ses kendi istikametinde gidiyordu, bense bir arada kalmalarını sağlamaya çalışıyordum. Kızılca kaos doğdu resmen. Uzun bir süre ses düzeyinde şarkı üstündeki hakimiyetimi tamamen yitirdiğim için albüme alamayacağımı düşündüm. Nereye götüreceğim hakkında da pek fikrim yoktu. Kendisi başladı mı durdurabilene aşk olsun çünkü. Atmosferini kendim nasıl şekillendirebileceğime emin değildim. Nihayetinde bence şarkı, katatonik depresyon hissini güzelce yakaladı. O çaresizlik ve yenilmişlik, o ritmik takıntı hissi beni can evimden vurdu. Ruhun içini çok güzel ele alıyor bence. Ama mikslemesi aşırı zordu. Aylar sürdü bitirmek, belki bir yılı bile bulmuştur.
Yani bir şarkıyı yirmi dakikada, diğerini bir yılda yarattın. Hadsel’dan önceki çalışmalarını düşündüğünde yaratıcı sürecinin aldığı vakit hep bu kadar değişken midir?
Bazen. Bazı şarkılar hızlıca gelir, hızlıca içinden çıkarım. Söylemeye çalıştıkları şey konusunda daha net, daha bariz hareket ederler. “Stokmarknes” gibi kimi diğer şarkılar ise harika bir spontane görünümdedir ilk başta; ancak tamamıyla şekillendirilmeleri, anlamlı bir bağlama oturtulmaları aylar alır. Önceki albümlerden bitmemiş şarkılar var hâlâ elimde; çok karışık bir durumda oldukları ya da nereye götüreceğimi çözemediğim için sönüp gittiler.
Sohbetimizde şimdiye dek albümde kullandığın enstrümanlardan sadece ikisini andın; ancak elinde hepsi birbirinden havalı daha birçok şey olduğunu biliyorum. Koleksiyonundan bir adet egzotik, az bilinen enstrümanı anlatabilir misin?
Elbette. Göstereyim hatta. Gördüğüm gibi stüdyomda bolca ekipman var. Ne yazık ki hepsi çalışmıyor. Burada ise çalışanlar içinde sanırım en tuhaf şeyi görüyorsun: Ayak gücüyle çalışan bir borulu org. Alttan havayla dolduruyorsun, bu sayede borular çalınıyor. Şu aralar üstünde çalıştığım bazı yeni şarkılarda bu arkadaşı kullandım. Benim için Budapeşte’de özel olarak imal edildi. İster inan ister inanma, bu enstrüman normalde akordeon gibi çalınıyor, arkalarında tuşlara ve borulara hava pompaladığın bir boşluğu oluyor. İmalatçılardan onun yerine içine hava üfleyen bir ayak pedalı inşa etmelerini istedim. “Olur, yapabiliriz!” dediler ve yaptılar. Sonuç olarak ifade gücü hayli yüksek bir enstrüman doğmuş oldu. Oyuğa aşırı hava yüklediğinde patlayan sesler doğuyor. Çok enteresan bir şey cidden.
Sıradaki soru sana bir hayranından geliyor: İstanbul’daki zamanlarından senin için çok özel bir anıyı paylaşabilir misin?
Aslında birkaç soru önce paylaştığım anı benim için çok özel. Hava aşırı sıcakken Marmara Denizi’ne gider, işlerine ara veren insanların içinde yüzerdim. Başka bir şey yapamayacağın kadar sıcaktı hava. İnsanlarla ufak sohbetlere girişmeye çalışmam için bulunmaz fırsattı. Çok güzel deneyimdi.
Bir diğer anım ise geceleri şehirde gezmelere çıkmam. Bütün kediler o vakit ortaya çıkıyordu çünkü. Millet de kedileri dört bir yanı onlar tarafından sarılmış biçimde besliyordu. (gülüyor) Bir keresinde bir grup köpek gelmişti, kedileri korumam gerektiğini hissedip uzaklaştırmaya çalıştım. Gittiler, ama sonraki gün tekrar geldiler, hep böyle olacak zannettim. Yavaş yavaş köpekler bölgeyi ele geçirecek diye korktum, ama neticede ortam yine kedilere kaldı. Köpek sevmediğimden değil, sadece kedilerin bölgelerini korumasına yardımcı olmak istedim.
Beirut’un sana iyi geldiği, seni iyileştirdiği anlar deyince aklına neler geliyor?
Muhtemelen The Flying Club Cup ve bu albüm. En iyileşme temalı albümlerim bu ikisi. İlkini ilk albümüm iki plak şirketi tarafından kabul edildikten sonra yaptım, bu şirketlerin biri ABD biri İngiltere menşeili idi. Devasa bir ABD turnesi yaptım, sıra Avrupa’ya geldiğinde ise krizler yaşamaya başladım. Panik atak geçiriyordum, yaşadığımın bu olduğuna ise başta inanmadım, kalp krizi geçiriyorum sandım. İşler öyle kötüleşti ki turneyi iptal ettim. New Mexico’ya döndüğümde ise korkunç bir benlik yitimi ve disosiyasyon yaşamaya başladım. Ne kim olduğumu ne de nerede olduğumu kavrayabiliyordum. İşler çok psikedelik bir hâl aldı. Bayağı bildiğin uyanıyor ve varoluşun ne demek olduğunu bilmiyordum. Beynim her sabahtan ölümden kaldırılıyordu sanki, zihnim bomboştu. Koca bir hiçlik… Ellerime bakıyor, ellerin ne olduğunu bilmiyordum. Nefes almak ne demek kavrayamıyordum. Sürekli ölüyorum ya da varoluştan siliniyorum gibi hissettiren korkunç bir süreçti. Çok yoğundu. Ben de ironik bir biçimde müzik yazmaya başladım. Yapmayı düşünebildiğim tek şey buydu. Bütün ekipmanım de hâlâ Santa Fe’deki çocukluk odamda duruyordu. The Flying Club Cup’ı hâlâ gerçekliğe ait olduğumu hissetmek için yazdım. Meditasyona ve iyileşmeye en yakın bulduğum şey buydu.
Yavaş yavaş iyi bir şarkıdaki iyi sözlerin bağlama nasıl yarayabileceğini takdir etmeye başlıyorum. Ancak hâlâ müziğin daha derin ve büyülü olan şey olduğuna inancım değişmedi. Dil betimsel ise müzik duygusal ve içgüdüseldir.
Zach Condon
Maceraları ve seyahatleri seven bir ruhun var. Peki buna rağmen müzik dilin yoluyla bir sabit güvenli alan bulduğunu düşünüyor musun? Şu anlamda soruyorum: Evet, müziğin yoluyla da bol bol deney yapıyorsun; ama ayrıca sana özgü ve dinleyenlerin anında tanıdığı bir Beirut sound’u yarattın, dinleyenlere sıcak battaniye gibi gelen bir sound.
Haklısın, dediklerine birçok açıdan katılıyorum. Hayatım boyunca “evsiz” hissettim aslına bakarsan. Muhtemelen bu dediğim klişe duracak; ama yarattığım müzik, özünde bir şeylerin parçası olduğumu hissetmeme yarıyor. Her şeyin anlamanın, bir şeylerle bağlantılı hissetmenin yolu benim için bu. İnsanlar bana durup durup, “Dilini bilmediğin bunca yerde gidip yaşadın.” diyorlar. Türkiye’deyken nazik olacak ve yemek söyleyecek kadar Türkçe öğrenmiştim mesela. Yeterince konuşabiliyor ve az anlıyordum. Ama çoğu zaman dilini bütünüyle öğrenmediğim ya da bir parçası olmadığım yerlerde geçti vaktim. Evet, doğru, tamam; ama şu da var ki çocukluğumdan beri böyle hissediyordum ben zaten! Her zaman olduğumdan çok da farklı bir duruma düşmedim. Hep gözledim, hiçbir şeyin doğrudan parçası olmadım. Harika ya da ideal bir durum demiyorum buna, ama ilginç bir durum olduğu kesin. Benim için müzik, içinde yaşadığım ve bir şeyleri anlamlandırdığım hayali bir dünya. Bence birçok kişi de müziğimde tam olarak bunu duyuyor. Ve evet, bu da sıcak bir battaniyeye benzer bir konfor sunuyor.
Beirut’un bundan 100 yıl sonra bir Müzisyenler Tema Parkı’nda kendi anıt taşı olsaydı üstünde hangi şarkı sözün yazardı?
Anlaşılmaz bir şey olurdu. (gülüşmeler)
Beirut’un resmi sitesine şuradan göz atabilirsiniz.