“Kayıtta progresif metal, sahnede punk grubuyuz.”
İlk albümleri Paragon Circus ile Fransa progresif metal sahnesine iddialı bir giriş yapan Bordeauxlu beşli Altesia, ikinci albümleri Embryo ile artık uluslararası bir dinleyici kitlesine ulaştı. Özellikle Opeth ve Haken sevenlerin ilgisini çekebilecek bu gruptan kurucu-gitarist-vokalist Clément Darrieu ve davulcu-ses mühendisi Yann Ménage ile albümler, konserler, turneler ve daha fazlası hakkında güzel bir şöyleşi yaptık. Söyleşinin orijinal versiyonuna buradan ulaşabilirsiniz.
Merhabalar! Öncelikle bu söyleşiye zaman ayırdığınız için teşekkür ediyor ve yeni albümünüz Embryo için de sizi kutluyorum. Nasılsınız, bugünlerde Bordeaux’da durumlar nasıl?
CD: Biz teşekkür ederiz. Sonunda seninle tanışmak çok güzel ama bu soru beni hazırlıksız yakaladı! Ben artık Bordeaux’da oturmuyorum, oraya yaklaşık bir saatlik bir mesafedeyim. Yine de şehir merkezinde yaşadığım zamanları düşününce Bordeaux ile ilgili birçok güzel anım var. Fransa’nın büyük şehirlerinden biri ama aynı zamanda da küçük bir şehir. Yapılabilecek bir sürü şey var ancak maalesef son dönemde pandemiden dolayı bazı konser mekanları kapandı. Yine de hala güzel.
YM: Bordeaux benim için yanlızca yaşadığım en güzel şehirlerden biri değil, en uzun kaldığım yer, yani bütün hayatım! Ama müzik açısından bakıldığında epeyi iyi.
Altesia 2017 de aslen bir solo proje olarak başlayıp 2019’da tam kadro bir gruba dönüştü. Bu grubu kurmanızın arkasındaki esas fikir neydi, bizimle paylaşır mısınız?
CD: Esasen grup başından beri tam kadro grup olmak için doğmuştu. 2017 yılında Paragon Circus albümünün parçalarını yazmaya başlamıştım ancak o zamanlar gruptakileri tanımıyordum. Albümün büyük bir bölümünü yazmayı bitirdikten sonra grupta çalacak yerel sahneden müzisyenler aramaya başladım. Bu arama genelde Facebook gruplarından oldu. Birkaç mesajlaşma ve demoları paylaşma sonucunda prova almaya başladık. Parçaları da kaydetmek için hiç zaman harcamadık. 2019 başlarında tanıştık ve 2019 sonuna geldiğimizde ilk album çıkmıştı. Bu zaman aralığı aynı zamanda birbirimizi daha iyi tanımak için bir araç olmuştu. Bu açıdan baktığımızda ikinci albümümüz Embryo’yu kaydederken durum farklıydı.
YM: Bu konuyla ilgili bilgilerin çoğunu Clément verdi zaten ama belki ben gruba nasıl seçildiğimi anlatabilirim. Clément hemen her enstrümanı çalabiliyor zaten (gülüyorlar). Başta benimle iletişime geçmesi, benim o dönemde davulcusu ve aynı zamanda ses mühendisi olduğum Unicorn Blaster adlı grubum sayesinde oldu. Clément bu grubu nasıl keşfetti bilmiyorum ama sonrasında Facebook üzerinden bana yazdı. Bir barda buluşmaya karar verdik ve durum benim için, Clément için değil, ilk görüşte aşk gibiydi (gülüyorlar). Bana bir demo dinletti, çok iyi hatırlıyorum Amidst the Smoke’un demosuydu. Dinlediğim anda bu parçanın gücü ve potansiyeli aklımı başımdan aldı. Kompozisyonun çok iyi olduğunu düşündüm ve ben varım dedim!
Yani hiç seçme-deneme gibi bir şey olmadı mı?
CD: Hiçbirimiz için öyle bir seçme olmadı. Daha çok “projeyi ve planı seviyor musunuz?” şeklindeydi durum. Sanırım biraz da şanslıydık çünkü kötü sürprizlerle karşılaşabilirdik. Ama neyse ki böyle bir şey olmadı. Bir yandan da aslında doğru insanları bulmak için baya uğraşmıştım. Şansımıza her şey düzgün başladı.
Grubun kadrosunda bir değişim de yaşadınız sanırım. Basçınız mı değişmişti?
YM: İlk albüm için Alexis’in (grubun gitaristi) bir arkadaşı olan bir basçı almıştık. Antoine (o dönemki basçı) Alexis ile aynı grupta çalıyordu. Clément’ın aynı gruptan iki kişi alma fikri bu açıdan gayet iyiydi. Ama Antoine konserlerimizden birinde bir şeyi beğenmedi ve ilk albümün kaydından sonra bizi bıraktı. Aslında baya müziği bıraktı da diyebiliriz. Onun seviyesinde bir müzisyenin böyle bir karar alması bizim için bir şoktu, ama devam ettik.
CD: Bordeauxlu Müzisyenler diye bir Facebook grubu var. Bizim de o dönem bir ay içinde bir konserimiz vardı ve basçımız yoktu. Epeyi streslenmiştik ve hatta ben mi basa geçsem diye düşünmeye başlamıştım iki gitar yerine. Bu gruba yazdığım bir gönderiden sonra Hugo (şu anki basçıları) bana yazdı. Aslında onunla daha önceden de konuşmuştuk ama bas için değil ikinci gitar için. Ben de aynı zamanda vokal de yapabilecek birilerini arıyordum ve Hugo bu iş için doğru kişi değildi ve Alexis ile yola devam etme kararı almıştık. Fakat bu Facebook grubuna koyduğum ilandan sonra Hugo bana tekrar yazdı ve katılmak istediğini söyledi. Ben de “ama sen gitarist değil miydin dostum?” diye şaşırdım. O da sadece müzik yapmak istediğini söyledi. Ben de ona “bak, aslında olay çok basit; bir ay içinde bir konserimiz var ve bütün parçaları öğrenip bizimle çalabilirsen gruptasın” dedim. Ve o da bunu başardı! (gülüyorlar).
İkinci albümünüz Embryo birkaç ay önce dinleyiciyle buluştu. Bu albüme iyi gidişatın bireylerin kendisinde başladığı teması hakim. Bu tema bir önceki albümün tam zıttı gibi; Paragon Circus’ta insanlığın yıkımı odaklı daha karanlık bir tema var. Bir başka konsept albümü yazmanızdaki motivasyon neydi ve eğer var ise yeni albümün konsepti bir öncekiyle nasıl bir bağ kuruyor?
CD: En başında beri ikili bölümden oluşan bir konsept vardı kafamdı. İnsanın karanlık ve aydınlık yönleri üzerine düşünmeyi ilginç buluyorum. Özellikle de aydınlık taraf metal müzikte biraz daha ilginç çünkü metal müzikte genelde ölüm, acı, kan ve benzeri şeyler üzerine konuşuluyor. Bu açıdan bakıldığında ilk albümün sözlerini yazmak kolay olmuştu çünkü zaten bunlar oldukça yaygın. Ama insanın aydınlık tarafları üzerine söz yazmak benim için iyi bir sınav oldu. Tam da senin söylediğin gibi bir zıtlık söz konusu. Kafamda Yin – Yang ayarında bir şey vardı. Her seferinde zor bir durumdan iyiye, daha olumlu bir yere yükselme gibi bir olay yaşıyoruz. Örneğin, ilk bakışta affedilmez gibi görüneni affetme ihtiyacı hakkında bir şarkı var. Ama aynı zamanda ilerlemek istiyorsak da affetmeliyiz. Yani şarkı intikam duygusundan bahsediyor ama sonra şarkının ana karakteri affedebileceği bir yere gidiyor. Yine de “Seni affediyorum” diyemiyor. Böyle bir yol var, bu tarz şeyleri görme biçimini seviyorum.
Clément, parçaların büyük bir bölümünü sen yazıyorsun ve demolar kaydediyorsun. Sonra da gruptakiler parçalara kendi soslarını katıyorlar. Bir başka röportajında bazı partisyonların nota nota yazıldığı ve kesinlikle değiştirilemeyecek olduğunu söylemiştin. Bu çerçeveden baktığımızda gruptaki serbestlik ve esneklik hangi seviyede? Ya da şöyle sorayım, kendini ne kadar kontrol delisi görüyorsun?
CD: (Gülüyor). Hala biraz kontrol delisiyim ama kesinlikle eskisinden daha az. Ama bence bu zaten sürecin normal işleyişi, çünkü başlarda birbirimizi o kadar iyi tanımıyorduk. Elimizde demolar vardı ve buradaki fikirler benim için oldukça açık ve netti. Bazı bölümlerin tam olarak nasıl duyulması gerektiği kafamda belliydi. Zaman içinde birbirimizi konserler vererek, birlikte zaman geçirerek tanıdıkça gruptakilerin potansiyeli hakkında daha çok bilgim oldu. Yani onlara güvenmeyi öğrendim diyebiliriz. Bununla beraber, grubun ilk döneminde gruptakiler “hey, hadi şu fikri de deneyelim” demeye çekiniyorlardı diye düşünüyorum (Yann da onaylıyor). Zaman içinde onlar da güven kazandılar.
YM: Kesinlikle katılıyorum. Clément’ın da söylediği gibi ilk albümün çoğu zaten hali hazırda yazılmıştı ve o noktada Clément’ın grubun lideri olduğu tartışılmaz bir gerçekti. Yine de bazı bölümler için farklı görüşlerimiz olmuştu ama ikinci albümle kıyaslanamayacak kadar az. İkinci albüme baktığımızda bazı bölümleri baştan aşağı tekrardan yazdık.
CD: Bir de şöyle bir durum vardı; ikinci albümde bazı şarkıları grup üyeleri beraber yazdı. Örneğin Exit Inita grubun en fazla işbirliği yaptığı parça. İki albüm arasındaki bir diğer fark için de şöyle diyebiliriz; ilk albümde kafamdaki doğrultu çok açıktı ve bu proje benim için oldukça ciddiydi. Ancak diğerleri için durum neydi bunu tam bilemiyordum. Fakat şimdi artık biz Altesia’yız ve belli amaçlarımız, hayallerimiz ve potansiyelimiz var. Artık herkes yüzde yüzünü veriyor ve bu ilk albümde olduğundan daha belirgin bir şekilde görülüyor.
İkinci albümünüzde çıtayı kompozisyon, müzisyenlik ve prodüksiyon anlamında açık bir şekilde yükselttiniz. Bu üç noktaya yaklaşımınız nasıl oldu? İki albümde üretiliş süreci açısından farkları neydi?
YM: Prodüksiyon olarak iki albüm birbirinden oldukça farklı. Bu albüm için “ön prodüksiyon” dediğimiz bir şey yaptık. İlk albüme baktığımızda Clément’ın demoları ve provalar ve ardından kayıt şeklinde gelişti olaylar. Bu sefer ise, ben ön prodüksiyon için ısrar ettim. Buradaki fark Clément’ın demoları üzerine davullar, klavyeler ve solo gitarlar ayrıca yazıldı ve kaydedildi. Böylece albümün ilk versiyonu ortaya çıkmış oldu. Tabii ki bunun üzerine birçok prova aldık ama asıl fark ön prodüksiyondu.
CD: Evet, Yann kesinlikle haklı. Buna ek olarak aranjman üzerine biraz daha düşünmenin de büyük bir etkisi oldu diyebiliriz. Örneğin bazı bölümleri özellikle klavyelere ayırdık. Az önce anlattığım gibi, ilk albümde bazılarımız belki de güven eksikliğinden yeterince ön plana çıkmıyordu. Ama ikinci albüm için baktığımzda demolardaki gitar riffleri dışında hiçbir şey demodaki gibi değildi! Herkes kendi katkısını ortaya koydu ve her küçük detay bir amaç için oradaydı. İlk albüm için bunu söyleyemeyiz, belki de biraz aceleye geldiğindendir.
YM: Ayrıca benim için de ilk albümün yarısı doğaçlamaydı. Ama ikinci albümdeki davulların yüzde doksanı yazılmıştı. Böylece performansa ve hissiyata daha çok odaklanabildim.
İlk albümden beri gittikçe büyüyen bir dinleyici kitleniz var ve sanırım bu kitlenin büyük bir bölümünü progresif metal dinleyicileri oluşturuyor. Yine de ikinci albümde daha akılda kalan kısa şarkılarınız var, A Liar’s Oath gibi. Bu parçadan biraz yakın zaman Leprous etkileri de alıyorum. Bu tarz parçalarla daha farklı bir dinleyici kitlesine ulaştığınızı düşünüyor musunuz? Bu yönde bir motivasyonunuz var mı?
CD: Bu şarkı için kesinlikle öyle. Şarkının amacı buydu. Amaç, single olarak öne çıkacak bir şarkıya sahip olmaktı. Aynı zamanda bildiğin gibi çok uzun şarkılarımız var. Başlangıçta 6 parça vardı ve son iki parça (Sleep Paralysis ve Exit Initia) albümdeki en uzun parçalardı. Bu yüzden, bu şarkılar arasında bir ara vermemiz gerektiğini hissettim ve belki de uygun bir single’ımız yoktu. Yeni müzikal yönler denemeyi sevdiğimiz için, bence biraz daha djenty, modern metal, pop tarzı şeyler yapma fikri ilginçti. Ve dediğin gibi amaç Leprous veya Caligula’s Horse gibi bir şey yapmaktı. Fransa’daki ilk karantina sırasında Caligula’s Horse’u keşfettim. O dönem onları çok dinliyordum ve albümün bazı bölümlerinde bu gruptan ilham aldığımı kesinlikle söyleyebilirim. Yani sanırım fikir daha büyük bir kitleye ulaşmak ama aynı zamanda iki şarkı arasında biraz da soluklanmaktı. Ayrıca, konserleri düşündüğümüzde, 10 dakikalık bir şarkınız var ve sonra bir tane daha ve sonra bir başkası… Bu bizim için bile yorucu olabilir. İşin garibi, bir gösteriden sonra seyircilerle konuştuğumuzda, çoğu “aa, şu nakaratı olan şarkı, gerçekten çok iyiydi, nanananana! (nakaratı yüksek perdede taklit ediyor)”. Ne hakkında konuştuğunu biliyorum diyorum dostum diyorum ben de onlara (gülüyor). Yani, gerçekten iyi geri bildirimlerimiz var ve komik olan şu ki, bu şarkıyı başlangıçta albüme koymak konusunda çekincelerim vardı. Repertuarımıza uyması için biraz daha karmaşık hale getirmek için bir iki yerde bazı akorları değiştirmek zorunda kaldık. İlk başlarda “insanlar bu şarkı hakkında ne düşünecek, ruhumuzu mu sattık?” diye düşünüyordum.
4/4 çalmak utanılacak bir şey değil, rahat ol dostum (gülüyorlar).
CD: Aynen, şarkı baştan sona 4/4! Evet, ayrıca bazı akılda kalıcı nakaratlar yazmaya çalıştım. İlk albümdeki şarkıların hepsinde böyle nakaratlar yoktu. Ama bu sefer diğer bölümler progresif ve karmaşık olabilse de neredeyse her şarkıya akılda kalıcı nakaratlar bulmaya çalıştım. Bence bu yapı, yani bir şeyler deneyip farklı yönlere gitmek ve sonra bir nakaratı yakalayıp parçaya tekrar tutunmak güzel. Bu albümün hedeflerinden biri de buydu.
Interlüdler…Progresif müziğin olmazsa olmazı. Her iki albümünüzde de farklı türlere açılan bolca ruh hali değişimi ve hatırı sayılır miktarda interlüd var. Bu doğal mı gerçekleşiyor yoksa yazım sürecinde bunun için ekstra bir çaba gösteriyor musunuz. Şahsen beni şaşırtan müzikleri her zaman sevmişimdir. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
CD: Evet, bu tür şeyler yazmak benim için zahmetsiz ve doğal çünkü ben de beni şaşırtan müziği seviyorum. Bu sanırım grubumuzun bir çeşit imzası haline gelen bir şey. Bazen bunun hakkında konuşuyoruz. Bence bu tür bir deneysellikle, progresif sahnedeki diğer gruplardan biraz farklı olmamıza yardımcı olabilecek bir marka oluşturuyoruz.
Bir gitarist olarak daha kişisel bir düzeyde bir soru soracağım. Alexis bu albümde harika çalıyor. Müzisyenlik seviyesi inanılmaz. Pek çok ilham kaynağı vardır ama ben hepsinden öte, biraz Guthrie Govan alıyorum. Grupta böyle harika çalan bir üyeye sahip olmak ne kadar önemli?
CD: (Gülümsüyor) Aslında bunu duymak gerçekten komik çünkü onunla yaklaşık 10 gün önce bir röportajımız oldu. Ve bazen Guthrie Govan ile karşılaştırıldığını ve onun çalışından hiç etkilenmediğini söyledi. Bu gitaristi pek tanımıyorum ama sanırım Govan’ın biraz kibirli olduğunu falan söylüyordu, gerçekten hatırlamıyorum. Benim için bu adam (Govan’dan bahsediyor) bir uzaylı gibi, sınırları yok, hemen hemen her şeyi çalabilir. Örneğin the Aristocrats’ı dinlerseniz, Marco Minnemann gibi, Yann da onu gerçekten seviyor, bu müzisyenler çok başka bir seviyede. Bu adamı, Marco Minnemann’ı, bir davulcu olmasanız bile izlemesi muhteşem. Bu tarz müzisyenleri çalarken izlediğinizde şunu görüyorsunuz; bir sürü jest yapıyorlar, hep gülümsüyorlar. Örneğin Ready for Prog? Festival’inde 2021’de biz de sahne aldık ve o gün headliner Leprous’tu. Ve Leprous’un davulcusu Baard Kolstad aynı türden bir adam, inanılmaz.
YM: Onların sahnedeki varlıkları kelimenin tam anlamıyla çılgınca. Marco Minnemann, Baard Kolstad, Gavin Harrison gibi bu tarz davulcularda tabii ki benim için en önemli olan şey hiçbirinin boş yere bir şey yapmamaları ve her şeyin müzikal olması. Bir davulcu olarak böyle bir müzikaliteye sahip olmak ve aynı zamanda zahmetsiz bir şekilde çalmak gerçekten çok önemli. Çoğunlukla müziğe nasıl hizmet ettiğinizle ilgili. Bu adamlar bu konunun ustaları. Yaratıcı ve teknik olup ve aynı zamanda müziğe hizmet edebiliyorlar.
Vokaller bu albümün çok büyük bir parçası. Paragon Circus’a kıyasla daha kendinden emin ve çekici duyuluyor. Kompozisyonun geneline bakıldığında bu albümde vokallerin rolünü nasıl görüyorsunuz?
CD: İlk albümün vokallerini kaydettiğimde aslında çok geç kalmıştık. Diğer her şey kaydedildikten sonra vokalleri kaydetmem gerekiyordu. Ama her ne sebeple olursa olsun, bir stüdyo ayarlamıştık ve bunu daha sonra yapmak zordu. Bana bu konuda çok yardımcı olan Yann ile stüdyoya girmeye karar verdik. Bu süre zarfında, tüm vokalleri kaydeden bendim, yani mikrofonun arkasında sadece ben vardım. Belki şarkı söylerken kulağımda diğer tüm enstrümanlar eksikti, bilmiyorum. Bu vokalleri kaydettiğimde, kaydettiklerim kulağa hoş geliyordu. Ama gruptaki diğerleri kendi kısımlarını eklediğinde, özellikle de en ağır bölümlerde sesim biraz zayıf ve düz geliyordu. Albümü çıkardığımızda bunu bu kadar fark etmemiştim. Albüm piyasaya sürüldükten birkaç ay sonra, kaydı dinlemeye geri döndüm ve aynı zamanda farklı incelemelerden gelen bazı geri bildirimler gördüm. Bazıları vokallerin biraz zayıf olduğundan bahsediyordu.
YM: Albümdeki vokallerle ilgili en çok gördüğüm “etkileyici olmayan” kelimesi oldu.
CD: Ben de bunun üzerinde çalışmaya karar verdim. Daha önce de söylediğim gibi, grup içinde insani ve müzikal olarak çok fazla güven kazandığımızı düşünüyorum. Zaman içinde geliştirdiğimi düşündüğüm yönlerden biri sesimdi. Belki de bu yüzden bu albümde daha güçlü geliyor. Belki de normalde cesaret edemeyeceğim şeyler de denedim, bilmiyorum. Ama yine de sınırlarımın farkındayım. Bazı pasajlarda çok açık, şimdi bile geliştirmeye çalışıyorum. Ama bilirsin, bazen bir albüm üzerinde bu kadar çok çalıştığınızda insanlardan eleştiri görmek zor oluyor ve “yani güzel ama, vokalist…” diyorlar. Fransa’da çok ünlü bir dergiden bir inceleme almıştık ve incelemede “Altesia kesinlikle şu anda Fransa’dan çıkan en önemli progresif metal gruplarından biri ama bence vokalist grupta biraz zayıf” yazıyordu. Onu anlayabiliyorum ama aynı zamanda bu bir sanat biçimi. Dediğin gibi, birisi için bir şey iyi olabilir ve başka bir adam “Gerçekten sevmiyorum” diyebilir. Ve bu incelemeyi yayımladığımızda (sosyal medyada) yorumlar “Boşversene, bu adam kim? Vokalistin kim olması gerektiğini düşünüyor?!” şeklindeydi (gülüyor). Ve bilirsin, bazen acıtır ama üzerinde çalışmamız gereken sınırların farkında olmak ve bilmek de iyidir. Kesinlikle vokalim üzerinde çalışabileceğimi ve bazı şeyleri geliştirebileceğimi biliyorum. Ama öte yandan da Dream Theater gibi 10 kayıt yapmadık. Üçüncü albümü kaydedeceğimiz zaman belki vokaller Embryo’dan daha iyi diyeceksiniz. Bence bu sadece normal bir süreç; kendine güvenmek ve bir grup olarak büyümek.
Belki Yann şu soruyu yanıtlamak ister: Albüm prodüksiyon açısından daha olgun görünüyor. Çoğu zaman, temel kural olarak, kaynakta ne kadar iyi ses alırsanız, nihai ürün o kadar iyi olur. İlk albüme göre kayıt/miksaj/mastering süreçleri açısından ne gibi farklılıklar vardı? Ve mix/mastering açısından herhangi bir kişisel favorin varsa hangi parçadır?
YM: Ooo, tamam, gerçekten güzel soru (parmaklarını çıtlatarak gülümsüyor). Hadi başlayalım! “Le son a la source” dediğimiz şey açısından ne değişti? Hangi enstrümandan bahsettiğimize bağlı. Bana gelince, davullarda büyük değişiklikler oldu. Her şeyden önce, kayıt yeri aynı değildi. İlk albümde ailemin evindeydim, garaj bile yoktu. İkinci albümle aynı 16 girişli ses kartıydı. Temel fark mikrofonlar diyebiliriz. İlk albümde çok düşük bütçeli boktan mikrofonlar kullandım. Ve davul setim de iyi değildi. Yani, ilk albüm için kaynak gerçekten kötüydü! (gülüyor). İkinci albüm için davul kaydı bizim oralardaki yarı profesyonel bir prova stüdyosundaydı. Yani, zaten ilkine göre çok daha iyi bir ortam. Mikrofonlar da daha daha iyiydi, müzik okulundan kaliteli mikrofonlar ödünç aldım. Davul kiti de değişmişti (Pearl). Örneğin miksaj sürecinde tomlara neredeyse hiçbir şey yapmadım!
Gitarlar neredeyse ilk albümle aynıydı, aynı gitar ve amfiler (Mesa Boogie) kullanıldı, çünkü gitarların tonunu gerçekten beğenmiştik. Fark olarak bir mikrofon daha kullandık, amfi kabininin arkasında bir arka mikrofon kullandık ve ilk albümde belirgin bir şekilde eksik olan daha dolgun bir ses elde etmek etmek için fazı çevirdik. Bu sayede ikinci albümde gitarlar baya baya ağır oldu, belki de biraz fazla (gülüyor), ilk Gojira albümleri gibi gerçekten etli butluydu! Gitarların miksajı benim için çok eğlenceliydi.
Basa gelince söylediğimiz gibi farklı bir basçı çaldı. Basçımız önceden üzerinde oynanmış bas bölümlerini kaydetti ve gönderdi ve ben neredeyse hiçbir şey yapmadım. Gerçekten çok iyi bir sesti. İki albüm karşılaştırıldığında, gitarlar ve klavyeler neredeyse aynıydı. Ve vokaller için bence sadece mikrofon değişti.
CD: Ve bu sefer üç kişinin şarkı söylemesi (gülümsüyor).
Farklı tınılar eklemek için sanırım?
CD: Evet, ilk albümde bunu eksikliği duyuluyordu.
YM: Vokaller için bir başka fark da, ön prodüksiyonumuz kulağa gerçekten güçlü geliyordu. Böylece vokal kaydında işleri biraz serbest bırakmak çok daha kolaydı. Ayrıca vokalleri kaydetmek çok daha uzun sürdü. İlk albümde kayıt sadece iki gündü, ikincisi ise yaklaşık bir ay sürdü.
CD: 3 saatlik 6 seans yaptık. Sürecin sonunda bazı şeyleri tekrar söyledim. Tabii ki Alexis’nin ve Yann’ın seslerini de ekledik. Yani, kesinlikle ekstra bir şeyler eklediler.
YM: Evet, bence üretim açısından her şey seviye atladı
CY: Ve miksaj açısından favori parçanız?
YM: Oh evet unuttum! Hmm, bu zor bir soru çünkü odaklandığım miks unsuruna bağlı. Benim favorim A Liar’s Oath (Clément şaşırmış gibi) olabilir. Diğer şarkılardan daha az yoğun olduğunu düşünüyorum. Anlatması biraz zor. Benim için bu şarkıdaki davul sesi albümün en net ve en vurucu sounddu. Ama olay şu ki, kayıtta tekniklikten çok amaca odaklandım. Miks ile savaştığımı hatırlıyorum, Alexis buna üzüldüğümü çok iyi hatırlıyor, A Liar’s Oath için davulda yaptıklarımı diğer parçalara da uygulamaya çalıştım ama işe yaramadı. Neden bilmiyorum ama bu şarkıda her şey daha net ve daha güzeldi. Bence vuruşlarım da daha tutarlıydı ve bu da şarkıya yardımcı oldu.
Clément, seninki?
CD: Miks hakkında en sevdiğim şarkı hakkında konuşamam çünkü hiçbir şeyi mikslemedim (gülümsüyor). Ama sound açısından, bunun bariz olduğunu biliyorum, Exit Initia’dan başka bir şey söyleyemem. Bu, yazdığımız en zorlu ve işbirlikçi şarkı. Şarkının içinde çok farklı atmosferler var. Bu nedenle, çalmak her zaman bir meydan okuma gibi ve aynı zamanda şarkıyı hep birlikte paylaşmak ve insanlarla paylaşmak harika bir duygu. Tek sorun çok uzun olması. Yani her konserde çalamıyoruz. Bu şarkıyı çaldığımızda, her seferinde bir şeyler olduğunu hissedebiliyorum. Şarkıyı her çalışımızda bir sonra gelecek bölüm için her zaman heyecanlanıyorum.
2021 sonlarında bir Fransa turnesi yaptınız ve Ready For Prog? Festivalinde de çaldınız. Nasıl geçti? Sizi canlı izleme zevkine henüz erişemedim. Konserlere nasıl yaklaşıyorsunuz, stüdyodaki sounda yaklaşamaya mı yoksa farklı bir şeyler sunmaya mı çalışıyorsunuz?
CD: Cevabımda iki unsur olacak. Biliyorsun genel bir tip prog müzisyenliği var ve prog grupları herkesin sahnenin bir yerine demir attığı konserler veriyor. En fazla bu şekilde başlarını sallıyorlar (taklit ediyor, gülüyorlar). Alexis’nin söylemeyi sevdiğim güzel bir cümlesi var. Son turda bir ara “Albümlerde prog grubuyuz ama sahnede punk grubuyuz” demişti. Çünkü bir çeşit ham enerjimiz var. Sahnede elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz, tutkuyu insanlarla paylaşmaya çalışıyoruz. Çok fazla kafa sallamalı riffimiz var, bu da yardımcı oluyor tabi. Bence bu, insanların genellikle yerlerinde olduğu ve gerçekten hareket etmedikleri prog sahnesinde biraz nadir görülen bir duygu. Sahnede uygulamaya çalıştığımız ilk şey bu.
Diğer bir şey ise, özellikle Yes gibi eski prog gruplarıyla ilgilenen Alexis’den geldiğini düşünüyorum. Yes, 24 dakikalık devasa bir şarkıyı beş bölüme falan bölmüş ve bunları konser setlerinin farklı bölümlerine yerleştirmişlerdi. Alexis, Altesia ile gerçekten böyle bir şey yapmak istiyordu. Örneğin, bunu bazı şarkılarımızdan yapma fikrini o buldu. İlk kayıttan iki şarkının (Prison Child ve Cassandra’s Prophecy) birlikte çalışabileceğini düşündük çünkü ikisi de mi minör ve aynı atmosferde. Normalde Cassandra’s Prohecy 15 dakikalık uzun bir şarkı, bu yüzden her seferinde çalamayız. Ancak bu şekilde sadece 10 dakika uzunluğunda ve iki farklı unsuru eşleştirebiliyoruz. Şarkıları önceden bilenler için biraz sürpriz oluyor. Bu bizim yapmaya çalıştığımız bir şey ve gelecek konserlerde kullanmak adına farklı şarkılar için bazı yeni fikirlerimiz var. Bu, rock müzikte pek yaygın değil. Stüdyo versiyonundan farklı bir şey eklemeye çalışıyoruz ve bu da dinleyiciye sürpriz verme sürecinin bir parçası bir yandan da.
Yaklaşık üç yıldan beri berabersiniz ve birbirinizi tanımak için ve bir grup olmak için bir çok zamanınız olmuş olmalı. Bu açıdan baktığınızda Altesia’nın en güçlü ve en zayıf yönleri nelerdir?
CD: Hmm, bu ilginç, en güçlü ve en zayıf yönler… Olumlu şeylerden başlayalım (gülüyor)! En güçlüsü, hepimizin hırslı olması olabilir, yani birçok grup öyle ama bazı gruplar farklıdır. Bilirsin, bir yandan grubun menajeriyim (konserleri ayarlayan) ve çoğunlukla her gün farklı gruplarla konuşuyorum. Konser vermek isteyen diğer gruplarla konuşuyorum. Ama onlara bir mesaj gönderdiğimde “bakalım… o gün müsait miyiz bilmiyorum, grup üyelerine sorayım…” vb. “henüz sormadım, o yüzden bana biraz daha zaman ver” gibi yanıtlar alıyorum. Bu insanları suçlamıyorum. Herkes hırslı görünüyor ama herhangi bir adım atmıyor. Biz de hırslı olmaya çalışıyoruz ama aynı zamanda kıçımızı da kaldırıyoruz yani (gülümsüyor). Canlı çalmak mı istiyorsun? O zaman hadi bir turneye çıkalım, mekanları ayarlayalım! Belki de grubun en güçlü yanı budur.
Grubun zayıf yönüne gelince, en azından benim için, bağımsız bir grup olduğunuzda her şeyi kendi başınıza halletmeniz gerekiyor. Bahsettiğim gibi grubun menajeriyim ama aynı zamanda yeni bir albüm çıkardığınızda, albümü dergilere, webzinelere, t-shirtler için iletişim fabrikalarına, plaklara göndermeniz, şarkıların kayıtlarını halletmeniz, bir sürü yere albüm göndermeniz gerekiyor. Sorun şu ki, Altesia dışında tam zamanlı bir işim var! Yani tabi kii seviyorum ama sorun şu ki, tüm bu diğer meseleler yüzünden bir müzisyen olarak pratik yapamıyorum. Yani zayıf tarafımız için, bize bu konularda yardımcı olabilecek bir etiket veya birkaç kişi bulmanın harika olacağını söyleyebilirim. Müzisyen olmak her şeyden önce müzisyen olmaktır, sosyal ağlarınızı yönetmek değil, her ne kadar bu işin bir parçası da olsa. Bir yandan marka imajımız vb. üzerinde kontrol sahibi olabilmemiz harika ama bazen bunu yalnız yönetmek gerçekten çok zor. Bence bu bağımsız gruplar için oldukça yaygın bir şey.
YM: İyi soru. Ne hakkında konuştuğumuza bağlı. Kompozisyona gelince, tıpkı bahsettiğimiz gibi, bir tarzdan diğerine atlamakta ve seyirciyi şaşırtmakta iyi olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü biliyoruz ki onu parlatmak gerçekten zor ve aynı zamanda zorlamadan yapmak da ayrı bir mesele. Bu bir meydan okuma ve bu meydan okumayı seviyoruz. İkincisi albümden sonra, bir şeyi sevdiğimiz zaman bizi dinleyenlerin de onu beğendiğini görebiliyoruz. Benim için bu, grubun gerçekten güçlü bir noktası. Zayıf noktaya gelince, çoğunlukla pratik yapmakla ilgili. Gerektiği kadar pratik yapmadığımızı biliyoruz. En son davul setine vurduğumda üç hafta önceydi.
CD: 10 gün önce!
YM: Evet, pardon (gülüyorlar).
Kayıtta yeterince pratik yapmıyormuşsunuz gibi gelmiyor, kulağa her gün pratik yapıyormuşsunuz gibi geliyor, bu yüzden belki de sorun yoktur (gülüyorlar)!
YM: Evet, albümden önce epeyi prova almıştık ama şu günlerde durum pek öyle değil. Ayrıca Altesia’dan önce günde iki saat kadar pratik yapıyordum. Sanırım bu diğerleri için de aynıdır. Ama artık o kadar vaktimiz yok.
Biraz da şakalı makalı bir soru sorayım. Bir keresinde bana bir şarkıyı tarihten silme gücüm olsa hangi şarkıyı sileceğim sorulmuştu. Peki, sizin böyle bir gücünüz olsaydı hangi şarkıyı silerdiniz?
CD: Belki Octavarium, çünkü o şarkıyı biz yazabilirdik (gülüyorlar). Şaka yapıyorum, harika bir şarkı, dur biraz düşüneyim ben bu soruya.
YM: Aa, ben buldum! Şu Friends’in jenerik müziği var ya. İşte onu silerdim. Kız kardeşim seksen kere aynı şeyi izledi ve artık katlanamıyorum.
CD: Ben öyle şarkılardan pek nefret etmem. Yani aslında çok şarkıdan nefret ediyorum ama onlara pek dikkat etmiyorum. Sanırım bir sorunum var, bu biraz nadir, bana bu konuda ne düşündüğünüzü söyleyersiniz belki. Bundan daha önce pek bahsetmedim. Defalarca dinlemiş olduğum o kadar çok şarkı var ki, daha fazla dinleyemiyorum bu şarkıları. Radyodaki şarkıların çoğu böyle. Radyo dinlerken zamanımı istasyon değiştirmekle geçiriyorum çünkü bur şarkıları binlerce kez duydum. Sevdiğim gruplar için bile, belki de tüm zamanların en sevdiğim grubu Opeth’tir. Bu adamları çok kez dinledim ve artık onları dinleyemiyorum. Onları iki yıldır her gün dinliyorum ve hala en sevdiğim grup olmalarına rağmen artık iğreniyor gibiyim. Ama bir şarkı seçmemi isterseniz, Dream Theater’dan daha önce de bahsettiğim gibi, aralarından en sevdiğim albüm Black Clouds ve Silver Linings. Ama bir şarkı var, Wither adında bir balad var ve gerçekten berbat, dayanamıyorum. DT’nin yazdığı belki iki en iyi şarkı arasında yer alan, bu sevimsiz şarkı var, belki sadece iki kez dinledim ama dayanamıyorum ve atlıyorum. Kusura bakmayın Dream Theater bunu okuyorsanız ama bu benim için zor beyler (hepiniz gülüyor).
Hayallerinizin festivalinde birlikte çalmak isteyeceğiniz üç grubu söyler misiniz?
YM: Zor çünkü müzik zevkim her ay değişiyor! İlki Tessaract, bugünlerde en çok etkilendiğim grup. Bilgisayarımdayım gidip kontrol edebilirim haha. Hmm ikinci grup… Belki onları duymuşsunuzdur, Clément’ın kesinlikle duymadığını biliyorum ama Haken adında bir grup var (gülüyorlar). Sonuncusu ise solo bir müzisyen, çılgın bir davulcu, besteci ve yapımcı Anup Sastry.
CD: Zor çünkü bazı türleri keşfetmeme yardımcı olan gruplar var, bu yüzden onlar benim için yıldız. Bir de daha az ünlü gruplar var ama arkadaş canlısı görünüyorlar. Onlarla takılabileceğimi, birkaç bira paylaşabileceğimi ve iyi vakit geçirebileceğimi biliyorum. Belki bir karışım yapmaya çalışmalıyım. Opeth’le brutal vokalle tanıştım. Bu yüzden, progresif rock yönelmelerinin hayranı olmasam da, onlarla çalmak kesinlikle bir rüyanın gerçekleşmesi olurdu. Belki Haken kolay bir cevap olurdu çünkü bugün hala beni çok şaşırtan gruplardan biri. Yaptıkları her şeyin hayranı değilim, ama zaten biraz fazla talepkar bir müzik aşığıyım. Kataloğunun tamamını beğendiğim tek bir sanatçı olduğunu düşünmüyorum. Diğer grup Between the Buried and Me olurdu. Yirmi yıldır piyasadalar ve gittikçe daha iyi oluyorlar. Onlardan en sevdiğim albüm sonuncusu, saf altın diyebilirim. Bazen de yeni çiçek açan grupların güzel sürprizleri olabiliyor. Örneğin, Soul Splitter, Ready for Prog? Festival’inde çalmışlardı.
Bu söyleşiye zamana ayırdığınız için tekrar çok teşekkür ederim. Kıyı okuyucularına son bir sözünüz var mı?
CD: Buraya kadar okuduğunuz için sizi tebrik ediyorum (gülüyorlar)! Umuyorum ki bir gün o güzel ülkenizde konser verme imkanımız olur. Türkiye’de ne kadar dinleyicimiz var bilmiyorum ama sanırım biraz var. Fırsat olursa kesinlikle çalmanın çok özel olacağı yerlerden biri. Belki garip cevaplarımızı okuduktan sonra müziğimize bir şans verirsiniz. Belki herşey hoşunuza gitmez ama mutlaka müziğimizde sevecek bir şeyler bulacaksınız.
YM: Bilmem, albümlerimizi alın (gülüyorlar)! Bu röportajı okuduğunuz için teşekkür ediyorum. Son olarak da bu röpartajı duymadığınız için mutlu olmalısınız, yoksa tuhaf aksanımla tanışırdınız (gülüyorlar).
CD: Can, sana da teşekkür ederiz. Bizi konuşmaya ve anlatmaya iten sorular yönelttin, çok eğlendik.