Toby Driver – They Are The Shield (2018)

İşte günün ödüllü sorusu: Yalnızlık bireyi özgürleştirir mi? Mesela Toby Driver gibi yıllar yılı yeraltı müzik piyasasında sivrilmiş ve oraya ait kalarak müzik projelerini kafasına estiği yöne sürüklemiş bir adama bakıp güçlü bir neden-sonuç ilişkisi kurabilir miyiz? Bir de, bu yalnızlığın rüzgarı hangi basınçla, hangi dinamikle eser? Yine Driver’ı denek olarak seçersek bir hipoteze varabilmemiz zorlaşır. Driver, elindeki hava akımlarını çarpıştırarak kendi atmosferini yaratan bir adam, doğası böyle müsaade ediyor. İlk büyük fırtınası, cazlı-yaylı metal projesi maudlin of The Well‘di, sonra Kayo Dot geldi, Driver’ın kendi tabiriyle “garip metal”ci küçük kardeşiydi mOTW‘in, lakin zamanla boynuz kulağı geçti, bu fırtına ki uzun yıllar dinmedi.

Heyhat son 2 Kayo Dot albümünde o heybetli fırtına yumuşadı, daha babacan tonlara büründü. Sanki yaz aylarında gece vakti esen tatlı melteme dönüştü Kayo Dot’ın müziği Coffins on Io‘da. Karanlık olduğu kadar huzur verici bir gotikliği vardı. Tarih 2014’tü, bir nevi Driver’ın miladıydı belki de, emin olmak için hala erken sayılır. Tek bildiğimiz, o günden bu güne Driver’ın imzasını taşıyan her albümde gitarların tonlarının yumuşadığı. 2016’da dünyaya gelen saykodelik şaheser Plastic House on Base of Sky‘ın ardından Kayo Dot defteri bir süreliğine kenara konuldu. Muhtemelen bu yeni aydınlanış döneminde bir isim, bir imaj değişikliği lazımdı. Böylece yeni bir grup kurmak yerine kendi ismi altında çalışmaya başladı Driver. Deneysel dream pop baladlarıyla dolup taşan Madonnawhore bu yeni dönemin ilk ürünü oldu. (Bir de 2005 tarihli In the L..L..Library Loft var, ancak daha çok Kayo Dot dönemine ait durduğu kesin.)

Üçüncü solo albüm They Are The Shield yine kendi atmosferini soluyor. Kapağın kendisi gibi kırmızı, sisli bir arkaplana sahip ve doğrudan. Madonnawhore gibi rüyalardan çıkma, ama gittiği yer kabuslara daha yakın duruyor. Lakin ilk paragrafta da dediğimiz gibi; sıradaki albüme dair bir gösterge değil bu “araftalık hissi”, en azından bizim bilimsel metotlarımız bunu saptayamaz. Yolculuk boyutunun ötesinde ise sonsuz bir zarafet var. Bizim Türkçe’deki “güzel” kelimesi biraz ters kalıyor, daha ziyade “göz alıcı bir şıklık” var ortada. Açılıştaki “Anamnesis Park”‘ta bizi karşılayan yaylılar, dinleyende bir hipnoz etkisi yaratarak yavaşça devamına kulak vermeye çağırıyor; filmlerdeki psikoanaliz seanslarında gördüğümüz hipnoz sarkacından farklı bir işlevleri yok. Driver’ın vokalleri devreye girdiğinde şarkının çoktan yarısı bitmiş, bizse bilinçaltımıza doğru bir yolculuğa çıkmışız.

Sırada “Glyph” var, büyüleyici derecede hüzünlü bir kemanın ağır ağır Driver’ın sesine yedirilmesine zevkle tanık oluyoruz. Şarkı, yıllar sonra Driver denince akla gelen ilk parçalardan biri olabilecek denli vurucu ve çiğ; çiğ olduğu kadar ise işlenmiş ve sinematik. Albümün en hareketli dakikaları ise “470 Nanometers” çalarken vuku buluyor, zamanında bir köşeye kaldırılmış bestelerden olabilir mi diye dönüp bakıyor insan, albüme ait durmuyor. Yine de dinleyene nostaljiye has bir temiz hava sağladığından kendisine yönelik bir şikayetimiz yok. “Scaffold of Digital Snow” ise bir başka sürprizi içeriyor, Driver mikrofonu yavuklusu Bridget Bellavia‘ya teslim ediyor. -Yanlış hatırlamıyorsam- Driver ile Bellavia’yı bir arada izlediğimiz geçen seneki İstanbul konserinde de çalınan bu parçayı o gecenin 20 tanığından biri mutlaka bir yerden çıkaracaktır. Arafın rüzgarları bizi buradan bir diğer puslu durak “Smoke-Scented Mycelium”‘a, oradan “The Knot”‘a atıyor, düğüm kendini çözüyor. Driver’ı sanıyoruz hiç bu şarkıda olduğu kadar ‘şarkıcı’ kimliğiyle dinlememiştik. Enstrümanların sesinin kısıldığı bir odada kendi sesiyle baş başa, izole, dehşet dolu, güçlü…

Buradan nereye yöneldiğimizi henüz Driver da bilmiyor olsa gerek, ancak belki Kasım’daki İstanbul konserinin ardından sohbet için yakalayıp hali gidişatı konuşuruz, kim bilir? Kendi yalnızlığımızı paylaşır, kendi rüzgarlarımızı kapıştırırız.

PUANLAMA: 9/10