Penceresinde Yalnız Kalabalık

İnsanlara verilen en büyük hediye konuşarak iletişim kurmak. Bunu bizim kadar aktif yapabilen başka canlılar olsaydı belki bize şu an hükmediyordu. Yalnız biz bu nimeti değerlendirirken bazen yanlış yollara saptık. İletişimi ezici güç olarak kullandık. Mesela erkekleri kadınlara, kadınları erkeklere iletişimle baskın kıldırmaya çalıştık. Herkes farklı oldu, ötekileşti birbirine. Kimse kimseyi anlamaz oldu, özgür ruh diye tanımladık. Avrupa’da insanlar daha bireysel yaşıyor, öyle olmalıyız dedik. Doğu toplumu olmak bize itici geldi, onları da ötekileştirdik. Hiç kendimizi kucaklayamaz olduk. Bizden olmayan diyenlere sen de bizden değilsin cevabını verdik. İletişimin iki kişi arasında ve karşılıklı olduğunu unuttuk. Karşımızdakini dinlemeyi değil, hep kendimizi dinletmeyi istedik. Benim sorunum, benim işim, benim aşk acım, benim sağlığım… Genelde de olumsuz duyguları iletişim kurma adı altında karşımızdakinin sırtına yükleyip ondan haklı olduğumuzu duymak istedik. Empati yapmakla o insanı anlamayı karıştırdık.

Biz insan olarak biriciğiz, tekiz. Yani bizden başka kimse bizim hayatımızı yaşamadı, aynı açıdan bakmadı, her gün pencereyi açınca aynı ağacı görmedi. O da bir ağaç gördü, ama belki daha yeşildi. Belki hep kuru bir çam vardı karşısında. Ama anlatırken kendi penceresinden karşımızdaki insan da ‘ağaç’ gördüğünü söyledi. Biz en kolay yolu seçip, bizim gördüğümüz ağacı gördüğünü düşündük. Aslında suçlamak için söylemiyorum, insan beyni böyle. Kolay öğreniyor, öğrendiğini kolay işliyor. İşlediğini de asla unutmuyor. Çağrışımla hep kelimelerden gözümüzde canlanan kelimeleri gözümüzün önüne getiriyor. Bu yüzden karşımızdaki insanda o ağacı gördüğünü anlattığı zaman, hemen kendi ağacımızı düşünüyoruz.

‘Bugün ağaç yapraklarını dökmeye başladı, bana çok hüzünlü geliyor, ağacın bir hastalığı var galiba.’ dediğinde, cevabımız genellikle ‘ Bizim ağaçta geçen gün döktü, boşver, hemen toparlanır zaten.’ demek oluyor. Yani o insanın ne hissettiğini anlamaya çalışmaktan önce, sorunu varsa onu çözmeye odaklanıyoruz ya da kendi deneyimimizden akıl yürütmeye. Ama bazen insan o dökülen yaprakların dökülmesinin durmasını istemiyor. Bazen dökülürken duruma karşı ne hissettiğini anlatmak istiyor sadece. Paylaşım yapmak da buradan geliyor.

Ben bazen sadece bu yüzden sosyal medyada paylaşım yapmaya bayıldığımızı düşünüyorum. Gerçek hayat paylaşımlarımız ne kadar azsa, sesimiz ne kadar az duyuluyorsa, duymasını istediğimiz insanlar ne kadar duymuyorsa, o kadar paylaşım yapma ihtiyacı hissediyoruz. Bir insan yediği yemeği paylaşıyor diye hemen yargılamayalım. Belki o yemeği yerken anlattıklarını paylaşabileceği bir insan olmadığı için,  içinde birikmiş bu paylaşım isteğini dışına da yansıtmak istiyor. Sadece beğenilme isteği değil bu. Temelinde yatan bir sürü şey var aslında. Onun baktığı gibi bakabilmeni istiyor bazen, onun gördüğü ağaçları görmeni istiyor. Eğer sen bu paylaşıma ortak olmak istemiyorsan, nezaketi, takip nezaketini, beğeni nezaketini bırakabilirsin. Çünkü samimiyetsizlik sadece sosyal medyada yok. Hayatımızın içine oturmuş bir samimiyetsizliği daha da körüklüyor.

Siz sanıyor musunuz ki arkasından küfür ettiği müdürünün bütün fotoğraflarını beğenirken, fiziksel olarak yanındayken onunla bir şey paylaşmak, onu onaylamak, onu beğenmek istiyor? Hayır, sosyal medya sadece gerçek hayatımızın farklı bir yansıması. Fiziksel olarak gördüklerimizin yansıması değil sadece. Duygusal boşluklarımızın, açlıklarımızın, özlemlerimizin bir dışa vurumu. Bu yüzden karşılıklı bir iletişim kurmak istiyorsak, bunun gerçek bir iletişim olmasını istiyorsak, dinlemekten öteye geçmemiz gerekiyor artık. Sadece kulağımızı açıp, duyup, ne yapması gerektiğini söylemek değil.

Bazen söylemek istediğiniz şeyler her zaman duyulması gereken şeyler olmayabilir, ama bazen de söylemek istemediğiniz şeylerin duyulmaya ihtiyacı vardır. Tamamen kendi içinizden, oradan çıkması gerekir. Dökülmeli dışarı doğru akmalı hepsi. Farklı bir yansımadan gelmeden, tamamen içten sözcüklerle akıp gitmesi gerekir. Müzik bu yüzden bizi kendine bağlar mesela. Söyleyemediğiniz, anlaşılmayacağınızı düşündüğünüz birçok şey, bir müziğin melodisinde, bir kelimesinde, bir tınısında size eşlik ederken akıp gidebilir. Aynı şekilde tiyatroya gitmek, film izlemek, kitap okumak da böyledir.

Söylemek istediğiniz ama bir türlü içinizden dökülme yolu bulamamış şeyleri serbest bırakır. Sadece kültür sanat etkinliği yapalım, sosyalleşelim demek değildir bunlar. Kendinizi bulmaktır da bir yandan. Yeniden keşfetmek, yeniden öğrenmek. Bazen de baştan yaratmaktır. Vazgeçmeden, tekrar tekrar en baştan başlamak. Başka bir şeyle ilgilenmek, kendinizi şekillendirmektir esasında. Onu anlamlandırmaya çalışmak, kendi çıkmazlarınıza çözüm aramaktır. İletişim kurmak, sıkıştığınız köşeleri açığa çıkarmaktır. İşte bu yüzden iletişim tek taraflı olamaz, olmamalı. Konuşmak iletişim kurmak değildir, dinlemek iletişim kurmaktır. Kendini ya da karşındaki insanı dinlemek, onu olduğu o biricikliği ile değerlendirebilmektir.

Kendimize izin verirsek, tüm ağaçları görebiliriz!

Kaç kişi sizin yaşadığınız hayatı biliyor ki? Anneniz bile bilmiyor, çünkü sizin gözünüzden görmüyor hayatı. Sizin hayat algınızla bakmıyor olaylara. Bu yüzden ona hiçbir şeyinizi anlatmadan, direkt anlamasını beklemek düş kırıklığından başka bir şey olmuyor. Ama bu kadar basit bir şeyi de anlasın gibi bakmayın, o insan için yaşadığınız durum çok karmaşık ya da hiç karşılaşmadığı, karşılaşmadığı için anlamlandıramadığı bir şey olabilir. Anlamlandıramadığı gibi deneyimlese bile hatırlamadığı bir şey haline dönüşebilir.

Çok hoşuma giden bir deney vardı. Bir şehrin en kalabalık merkezlerinden birinde 15 denek birbirinden habersiz meydanda bulunuyordu. Sonrasında kurmaca bir hırsızlık yaşatılıyordu bu insanlara. Tabi denekler kurmaca olduğunu bilmiyor. Onlara verilen tek talimat 10 dakika boyunca etraflarını çok dikkatli bir şekilde izlemeleri oluyor. Hırsızlık sonrası denekler birbirinden ayrı şekilde farklı odalara oturtuluyor. Burada olayı anlatmaları rica ediliyor. Hiçbir denek cüzdanı çalınan kızın üzerindeki kazağın rengini doğru hatırlayamıyor. Hepsi çok emin bir şekilde farklı renkler söylüyor, ancak hiçbiri gerçek rengini bilemiyor. Doğru bilmelerini de geçtim, en emin oldukları şey kızın kazağının rengi! Bunu sonuna kadar savunuyorlar. Tabi deneyin sonunda hepsine meydanda kurdukları kameraların çekimleri izletiliyor, hepsi şaşkın. Ah! Nasıl hatırlamam diyorlar… Deneyi izlemek bana çok keyif vermişti o zamanlar. Çünkü hayatın, algımızın çok kısa bir özetiydi. Deneyin amacı da aslında insanların kısa süreli hafızalarını ölçebilmekti.

İnsanlara deneyimlerimizi anlatmadan önce, onları mümkün olabildiğince dinleyelim istiyorum. İmkansız olsa bile o insanın hayattaki konumunu görmeye çalışalım. Çünkü ancak bu şekilde iletişimi karşılıklı kurabiliriz. Yoksa her zaman iletişim kurmak için farklı yollar arayan ama bunu beceremeyen insanlar olmaktan ileri gidemeyiz. Hayatta bir insanın tek hedefi iyi insan olmak derim her zaman. Bence iyi insan olmanın en önemli adımı da iletişim kurmak. Gerçekten iletişim kurabildiğimiz zaman, kötü olmak için hiçbir geçerli sebebin olmadığını anlayacağız. İşte tam da o zaman penceremizden izlediğimiz ağacın yeşil olduğunu değil, hayatımızdaki insanların hangi ağaçlara baktığını daha da net görebileceğiz.