Osees ile Söyleşi: “Düşünsem Aklıma Gelmez!”

Son güncelleme:

Deneysel, eklektik, öngörülemez, zıpır, ucube… Sonsuza dek özel kalacak psychedelic garage synth punk ekibi Osees’in arkasındaki eşsiz adam John Dwyer ile grubun yeni albümü SORCS 80 şerefine daldan dala atlayan bir sohbete hoş geldiniz.

İkimiz mail yoluyla bu röportajı ayarlamaya çalışırken 2018’deki İstanbul konserinizden çok keyif aldığını belirtmiştin. Onu konuşarak başlayalım. Sadece konseri de kastetmiyorum, şehirde nasıl anılar biriktirdin?

Vallahi çabucak olup bitti her şey. Sanırım sadece iki gün oradaydık, bu da turnedeysen oldukça standart bir süre. Aslında bu kadar zaman bulduğumuz için bile şanslıyız. İstanbul’da yaşayan gurbetçi bir İngiliz-Amerikan arkadaşım var, adı Archie McKay, buralı bir kadınla evli. Onun grubu The Young Shaven ile birlikte çaldık, çok eğlendik ve aşırı güzel yemekler yedik. Türk mutfağını çok seviyorum. Sultanahmet Camii’ni ziyaret ettik ve daha önce gitmediğim başka birçok turistik yeri gezdik. Evet, konser gerçekten çok keyifliydi. Geri dönmeyi dört gözle bekliyorum. Şu anda menajerimle bu konuyu konuşuyorum. Bakalım gelecek yıl uğrayabilecek miyiz?

Türk kahvesi de denedin mi? Beğendin mi?

Evet. Büyük hayranıyım. Bambaşka çarpıyor insanı. Güçlü bir kahve. Güzel.

Evet, miktar olarak küçük ama çok da yoğun.

Evet. Gerçek kahve odur.

Kahveyle genel olarak aran nasıl? En sevdiğin kahve nedir?

Kahveye bayılırım. Amerika’da çocukken kafelerde çalışırdım. Ama sabahları kahve içmeyi bıraktım çünkü yaşlandıkça erken saatte kahve içmek beni delirtmeye başladı. Fazla hızlı uyanıyordum. Bu yüzden sabahıma genelde siyah çayla başlarım, sonra kahveye geçerim. Evde kahve içerken koyu kavrulmuş kahveleri demlemeyi tercih ediyorum. Bir espresso makinem de var; espresso, Americano ya da benzer bir şeyler yaparım. Koyu kahve tercih etmemin sebebi biraz daha az kafein içermesi. Özellikle sevdiğim kahve çeşitlerinden birinin adı Cinnamon Roast, kahve çekirdeklerini öyle bir kavuruyorlar ki tarçın gibi kırmızı oluyor.

Her tür kahve severim. Öte yandan Türk kahvesinin bir eşi benzeri yok, çok kendine has bir şey. Dünyanın dört bir yanını gezdim, her yerde kahve içtim. Güney Afrika ve İtalya’da gerçekten harika kahveler var. İtalyan kahve kültürünün Türk kahvesiyle benzer bir yanı var. Çok güçlü, çok küçük porsiyonda kahve yapıyorlar, bu da iyi hoş; ama ben biraz daha büyük porsiyon içmeyi tercih ediyorum. Garip bir şekilde sabahları içersem kafayı yiyorum; akşamları içtiğimde ise uyuyabiliyorum. (gülüyor) Gün ilerledikçe benim için daha az problem teşkil ediyor. Şu anda da kahve içiyorum.

Ben şu anda yumuşak bir bitki çayı içiyorum, bu röportajdan sonra yatmayı planlıyorum.

Saat kaç orada?

Tam gece yarısı.

Anladım. Türkiye dışı ülkelere Zoom açarken herhalde çok saçma saatlerde röportaj yapıyorsundur.

King Gizzard & The Lizard Wizard ile sabah 4 civarı röportaj yaptım, yani evet, böyle şeyler olabiliyor.

Makul.

Yeni albümünüz SORCS 80 hakkında, yakın zamanda yaptığın bir röportajda gördüğüm alıntı üzerinden konuşmak istiyorum: “Tüm eski materyallerimizden çoktan sıkıldım bile. Daima yolun ilerisini merak ediyorum.” Bu alıntı bana çok hitap etti, hayata yaklaşımım az çok böyle. Bence senin müzik kariyerine yaklaşımın da böyle.

Evet. Çok da anlaşılır bir şey bu. Herkesin benimle aynı fikirde olacağını düşünüyorum, kabul etmek istemeseler bile: İnsan kendi materyallerinden zamanla bıkıyor. Doğaçlamalar ve özellikle canlı performanslar, önceden başı sonu belirlenmiş bir kompozisyondaki ilginç küçük detaylara odaklanıp yeni kapılar açabiliyor. Spontane üsluplar uzun zamandır yaptığın şeylere yepyeni tatlar katıyor. En azından kendimiz ve hayranlar için işleri ilginç kıldığımıza memnunum. Sanırım bu, sorunu cevaplıyor.

SORCS 80‘in yapım sürecine ait, albümle bir şekilde ilişkilendirdiğin rastgele anılardan bahsedebilir misin?

Bu albümün çoğunu evde tek başıma yarattım, buna bir ayımı harcadım. Oldukça hızlı şarkı yazarım, tahmin edebileceğin üzere… Bu albümüyse evimde karanlık bir stüdyoda yaptım. Huzurlu bir deneyimdi, yer yer ana rahmindeymişim gibi hissettim. (gülüyor) Kafayı bulup işe koyuluyor, içimden çıkan her şeyi yazıyordum. Albümün nasıl tınlaması gerektiğine dair önden az çok bir fikrim vardı. Böylesi bir durum bazen işine yarar bazen yaramaz. Sanırım bu örnekte işime yaradı.

İnsanların bu albümün demolarını duymasını isterim, böylece nasıl başladığını ve nerede bittiğini etraflıca anlayabilirler. Bazı şarkılar ilk hâline oldukça yakın, bazıları ise inanılmaz farklı. Şarkıları yazarken Los Angeles’ta hava pek sıcak değildi. Komik olan şey şu, sürecin içine o kadar gömülmüşüm ki pek bir şey hatırlamıyorum dönüp bakınca. Dün her şey yerli yerinde mi diye bakmak için demoları gözden geçiriyordum. Kullanmadığımız materyaller içinde ne zaman yaptığımı bile hatırlayamadığım şeyler vardı. Nasıl desem? İçine düştüğüm şeyi “trans” olarak tanımlamak istemiyorum, ama özellikle de tek başımaysam sahiden moda girdiğimde dikkatim baştan sona müzikte kalır. Sürecin sonunda ise dönüp bakınca her şey bir rüya gibi gelir. Bunun dışında pek bir hikâye yok ortada. Evden çalışmak istedim. Sonra materyali gruba sundum, sampler’larla prova almaya başladık. O günlerden bol bol prova kaydı da duruyor. Stüdyoya masayı kurduk, herkes kısımlarını ekledi. En sonunda albüm evime döndü, bir kez daha kayıt aldım ve bitti.

Kayıt sürecinin bir rüyaya benzediğinden bahsettin. Sık sık rüya görür müsün? Nasıl rüyalar görürsün?

Lüsid rüya dedikleri konuda asla iyi olmadım, rüya gördüğümü fark ettiğimde otomatik olarak uyanırım. Lüsid rüya görenleri, yani rüyasında olup biten şeyleri kontrol edebilen insanları araştırmıştım. Sanırım onlar için doğru terim oneironaut oluyor.

Çocukken çok fazla karabasan ve kabus görürdüm. Çoğu zaman görünmeyen bir güç beni kaldırır, alıp götürürdü. Kimse beni göremezdi, bana yardım edemezdi; çok korkutucu bir deneyimdi. Artık bunu yaşamıyorum. 35 yıl boyunca korku filmi izlemek, böyle korkularla başa çıkma yeteneğimi artırdı sanırım. Bu yüzden artık karanlıktan korkmuyorum. Gece, odamın karanlık ve biraz da soğuk olmasını tercih ediyorum. Tüm pencerelerimi açıyorum.

Hayatım şu anda o kadar meşgul ki ne yazık ki rüyalarım da gerçek yaşamı yansıtmaya başladı. Aşırı miktarda gerçekçi düşler diyemem, ama giderek daha az fantastik hâle geldikleri kesin. Arada sırada garip şeyler görüyorum, ama açıkçası kafamda o kadar çok şey var ki artık bilincim bilinçaltıma da sirayet ediyor. Gündüzleri kısa bir şekerleme yaptığımda daha ilginç rüyalar görebiliyorum. Manzaralar falan beliriyor önümde. Öte yandan rüyalarımı doğru dürüst hatırlamıyorum bile. Son birkaç yıldır stresten dolayı uyku takviyesi alıyorum, böylece yaratıcılığımı devam ettirebilmeme yetecek kadar uyku alabiliyorum. İlginç bir soruya çok sıkıcı bir cevap vermiş oldum. (gülüşmeler)

İlginç bir mesele. Rüyamda olup bitenler bir yetişkin olarak yaşamımı yansıtıyor, yetişkin yaşamında ise çocukluk hayallerini bir kenara bırakıyorsun. Çocukken sevdiğim şeyleri hâlâ aşırı seviyorum; fantastik kurgu, bilim kurgu, film, müzik… Bunlar çocukken gitgide daha fazla ilgimi çeken şeylerdi. Ne var ki gerçek dünya zamanla üstüne çöküyor. Özellikle de sürekli bir bilgi akışının olduğu ve doğru bilgilerin yanı sıra yanlış bilgilere de erişimin kolay olduğu günümüzde. Öteki tarafa götürecek çok fazla yük alıyorsun üstüne bu dünya yüzünden. Herkes bu yüzden çok gergin ve insanlığın taşıdığı dehşetlere de gereğinden fazla aşina. (gülüyor) İyi anlara sarılmak gerekiyor, yapacak bir şey yok. Uyku takviyesi almak bana o açıdan yardımcı oldu. Bu sayede iyi bir uyku çekebiliyor, sanat yapmayı deneyecek enerji buluyor, pozitif bir katkı sunabiliyorum.

Gerçek yaşam, bazen gerçekliğin gerçeküstü bir versiyonu gibi gelebiliyor.

Evet. Cidden bak, gerçek yaşamda çok daha inanılmaz şeylerin yaşandığına tanık oldum. Bazen bir şey yaşanıyor, elinden sadece “Düşünsem aklıma gelmez!” demek geliyor. Böyle dememiz boşuna değil; bazen öyle bir konumda buluyorsun ki kendini, sadece “Ne oluyor ya?” diye düşünebiliyorsun. Şu anda dünya gaz pedalına basmış gibi duruyor. Siyasi spektrum iki uçta sallanıp duruyor.  Daima elimden gelen şey sıradaki inanılmaz olayı beklemek oluyor, insan cidden bilemiyor çünkü. Neler yaşanacağının cevabı bende yok. Yetişkinsen yatağına girdiğin her gün bu konulara kafa yoruyorsun. Hatta çocuksan bile yoruyorsun, ki bu berbat bir şey. Çocukken böyle şeylere kafa yormaman gerekir! Ama artık işler böyle yürümüyor. Çocuklar birçok açıdan daha erken yaşta yetişkin olmaya zorlanıyor, küçücük yaşta yetişkince gerçeklerle yüzleşiyorlar. İğrenç bir durum. (gülüyor) Neden gülüyorum hiçbir fikrim yok.

Lafı iyasetten açmışken: ABD şu anda politik olarak bir ton absürt olay yaşıyor.

Evet. Düşünsem aklıma gelmez!

Önümüzdeki seçim hakkında ne düşünüyorsun? Nasıl geçecek sence?

Trump’a oy vermeyeceğimi biliyorum. Biden’a da öyle bayıldığım yoktu. Demokrat biriyim ben, solcu bir ailede büyüdüm. Bence şu aralar aşırı karmaşık günler yaşıyoruz. Biden’ın yarıştan çekilmesi muhtemelen iyi oldu, çok yaşlıydı. Durumu hakkında anlatılanlar ne kadar doğruydu bilmiyorum, ama kesinlikle üstüne gidildikçe bunun onda yarattığı baskı vaziyeti kötüleştiriyordu. Gerçekten bir unutkanlığı vardıysa da yaşadığı stres onu iyice hırpalıyordu. Buna hiç ihtiyacımız yok. Çevresinden bihaber olan biri Beyaz Saray’da oturamaz. Kim oturabilir onu da hiç bilmiyorum, bence o işi istemek için psikopatın teki olman gerek. Bence dünyada o görevi kotaracak kimse yok. İnsanların ortaya koyduğu sistemler içinde çürüklük içermeyen hiçbir şey yok. Bunu hep yeni örneklerle görüyoruz. Daima insanları baskılayacak bir güç oluyor ortada; ister kapitalizm olsun ister komünizm, hiç fark etmez. İnsanlığın bütün sistemleri daima sil baştan teste tabi tutuluyor.

Amerika şu an berbat bir hâlde, uzun süredir de böyleyiz; tıpkı dünyanın geri kalanı gibi. Bence şu an tek fark insanların bunu daha hızlıca idrak etmesi. Ne de olsa konuştuğumuz başka bir şey yok artık, bu da çok yorucu. Geçenlerde bir arkadaşım Meksika’ya gitti, bana diyor ki “Cidden şu an oranın gündemini düşünmem gerekmediği için çok mutluyum.” Ben şu anda seninle konuştuğum için mutsuzum demiyorum; ama hiçbir şeyin de öyle siyah beyaz bir cevabı yok. Karmaşık bir mesele işte. Bakıp göreceğiz.  Bence ne olacağını öngörebiliyorum, bunu da şu an açıklamak istemiyorum; ama önümüzdeki dört yıl boyunca hızlıca geçip gitmesini umduğumuz talihsiz bir gerçekliğin içine düşeceğiz. Amerika’daki acımasız gerçekliklerden biri de hâlâ arkaik sistemlere sahip olmamız. Örneğin bir hukukçuysan ömrün boyu bu işi yapıyorsun. Yüce Mahkeme’de hâkimlik yapıyorsan ölene kadar oradasın. Bu akıl almaz bir şey. Böyle başka bir iş de bilmiyorum. Başkan ömrü boyu başkanlık yapmıyor, yargıçlar niye yapsın? O yargıçlar da sağ görüşlü olduğunda çok fazla kişiyi etkileyen sağcı politikalara maruz kalıyoruz. Kadınlar, etnik azınlıklar, yoksullar etkileniyor. Buna rağmen herkes bu kurumları övmeye devam edecek, bu başından beri böyle. Acımasız bir gerçekliği yaşıyoruz.

Kaç yaşındasın sen?

27’yim, 28 olmama az kaldı.

Sen de oldukça ilginç bir zaman diliminde büyümüşsün.  Bazen 20’li yaşlarda insanlarla tanışınca “Bol şans!” diyorum.

Bir süredir hayattayım, çok şey gördüm geçirdim, böylesini görmedim. “Eşsiz” kelimesini kullanmayı hiç sevmem, ama her gün “Oha, bunu daha önce görmemiştim.” diyorum artık. Görev hâlindeki bir başkanın sıradaki seçimin kampanyası sürerken yarıştan çekildiği galiba hiç olmamıştı, ama Biden tam olarak bunu yaptı. Hiç beklemiyordum, “Öyle yapmaz! Fazla inatçı biri, egosu da zarar görsün istemez.” diyordum. Bence yarıştan çekilmeye zorladılar. Böylesi iyi oldu sanırım. Genç birine ihtiyacımız var.  En azından daha genç birine… 83 yaşındaki biri sana liderlik edemez, delilik olur öylesi. 83 yaşında modern dünyayı anlayamazsın. Bu yaşımda ben bile anlayamıyorum. İki katı yaşımda biri nasıl anlasın?

Bunları konuştukça içim sıkılmaya başladı. Müzik konuşalım dostum. Pozitif bir şeyler konuşalım lütfen! (gülüyor)

Tam da çok nerd bir müzik sorusu soracaktım sana.

Lütfen sor gitsin.

Sen öncelikle deneyler yapmayı seven bir müzik nerd’üsün. Başka şeyler yanında synthesizer alemine de meraklısın. O dünya içinden bir favorin var mı?

Hem yeni hem eski synth’lere bayılıyorum. Vintage synth’ler zaten aşırı havalı oluyor, onlardan bolca var elimde. Üstelik fiyatları uçmadan önce, yıllar evvel toplamıştım hepsini. Şansım yaver gitti.

Standart, anlaması ve çalması kolay synthesizer’larım içinden iki favori seçecek olursam: Biri Realistic Concertmate MG-1, Moog ve buralı bir şirket olan Radio Shack ortaklığında üretildi. Basit, minik, polifonik ve üç oktav bir synthesizer. Üstündeki terminoloji bile farklı; osilatör yerine “ton” yazmışlar mesela. Acemi dilinde konuşmuşlar. Ama bence harika tınlıyor. Üstünde çalışırken oracıkta bir sound’u didik didik edebiliyorum. Onun dışında bir de Juno-6’i çok seviyorum. Zamanında ikinci el olarak 200 dolara almıştım. Herhalde şu anki ederi 2500 dolar falandır. O da fiyat performans ve çalması kolay bir diğer synthesizer’ım.

Yeni synth’lere gelecek olursak… Birkaç tane taklit synth’im var. Erica Synths imalatı bir taklit synth’im var ki bambaşka bir hikâye. Henüz elime geçmedi, ama içine görseller ekleyebiliyorsun. Bir bilgisayardan bozulup el emeğiyle yapılmış Alman synth’i Silhoutte eins’in kopyası. Bir nevi synthesizer’a dönüştürülmüş laptop gibi düşünebilirsin. Çılgın bir şey. Büyük siyah tabakalar kullanan Rus synth’i ANS ile aynı teknolojiye dayanıyor. Elimde Mattel’in ürettiği eski bir oyuncak klavye olan Optigon bile var. Bu tarz şeyler ilgimi çekiyor işte, ne kadar tuhaf o kadar iyi. Bir Roland synth’im de var. Jupiter serisin bir yarısı oluyor o da sanırım. Artık neden bahsettiğimi bilmiyorum. Prototip olarak geçen eski garip synth’leri toplamaya bayılıyorum. Elimde havalı şeyler var. 1980’lerden Roland gitar synth’leri bile var. Çok güzeller. Yok yok elimde. Mesela Behringer de eski ürünlerini tekrar piyasaya sürüyor şu aralar. Wasp gibi… İyi synth’tir, A Foul Form’da çalmıştım kendisini. Pek vahşi bir sesi var. Adının (eşek arısı) hakkını veriyor.

Hayranı olmadığım synth yok. Önüme klavye koyduğun an beni kazanırsın. Sadece modüler dünyaya henüz tam olarak giremedim, girersem de yük olur gibi hissettiğim için saldım. Modüler synth çalan çok arkadaşım var. Yarı modüler klavyeler var elimde, çok da eskiler, ama eksiksiz bir modüler setim yok. Yeni Moog’ları da seviyorum, Grandmother, Matriarch… Harikalar. Soma adlı Rus bir şirket var, onun arkasındaki adam inanılmaz biri. Terra adlı modelleri harika mesela. Pulsar 23 adlı drum machine’leri de… Ürettiği şeyler organik, yaratıcı, ilginç ve insanın çaldıkça çalası geliyor.

Tabii andığım her model aşırı pahalı, bu da sinir bozucu bir durum. Üzgünüm millet! Behringer’in elinde iyi ve ucuz çakma ürünler var ama; zaten artık toplamda bin dolar tutmayan birkaç synth alıp bir grup bile kurabiliyorsun. Al birkaç MIDI controller, dubstep çal dur… Arturia klavyeleri de bunun için ideal. Yazılım boyutunda da ilginç nice şey var. Sentez sesler için yazılıma hiç derinlemesine dalmadım, ama Moog’un çokça plugin çıkardığının farkındayım.

Öyle işte. Durmadan genişleyen, aşırı ilgi çekici bir dünya. Bana kalırsa ne kadar nerd’leşirse o kadar iyi oluyor.

Neyse ki çoktan sahip olduğum hiçbir modeli anmadın. Aldığım son şey Arturia MicroFreak idi.

MicroFreak aşırı eğlenceli. İçine sampler da koydukları an kendisini canlı performansıma katmaya çalıştım. Sorun şu ki ufacık neme maruz kaldığı an düzgün çalışmamaya başlıyor. Evinde, kuru parmaklarla çalıyorsan sorun yok; ama sahnede kullanamıyorsun. Durmadan ter içinde olacağın canlı bir ortamda hiçbir değeri yok. Klavyesine ufacık bir nem değmeyegörsün, o notada takılıp düzgün çalmamaya başlıyor. Sadece kendi hâlinde çalıyorsan harika bir synthesizer ama. Aklımı başımdan aldı. Keşke normal bir klavyeyle başka bir versiyonunu da çıkarsalar. Üstündeki bütün filtrelere bayılıyorum. Efektlere, arpeje, grain sampler’ına… Harika sound’lar var içinde. Bir de sonradan sampler’ı eklediler, kendi örnek seslerin üstüne efekt ekleyebilir hâle geldin. Dâhice, ama lütfen o klavyeden kurtulsunlar. Bütün turne boyunca kullanamadım, pratikte bu kadar iyiyken hayranlarımızla iç içe olduğumuz aşırı sıcak bir ortamda çalışmayacağını kestirememiştim. Her gece tekrar tekrar bozuldu, çok yazık cidden. Cidden yaratıcı bir ürün ama. MicroBrute’u da severim. Bazen canlı çalıyorum. Basit bir synthesizer, bir de bendeki bayağı kirli. Tipi cidden bildiğin pasaklı duruyor. 140 dolara almıştım. Çok havalı ama, güzel gürültü yapıp acayip sesler çıkarıyor.

Synthesizer müziğinin rönesansında yaşıyoruz. Her gün çok fazla yeni müzik paylaşılıyor. Bandcamp baştan sona harika synthesizer gruplarıyla dolu.

Büyük bir sinefil olduğunu herkes biliyor, herkes de sana bu konuda sorular soruyor; bense sana çok spesifik bir varsayım üstünden yürüyen bir soruyla geleceğim. John Waters’ın işlerine aşina olduğunu varsayıyorum-

Evet, Waters’ı çok severim. Tanışmıştık. Harika biri. Gerçek bir Amerikan hazinesidir.

Diyelim ki John Waters çıktı geldi, bir projede ortaklık yapmak istedi, fikri de bana sen sun dedi. Nasıl fikirlerle gelirdin ona?

Düşüneyim. Bence John Waters ile pespayelik kelimesi neredeyse eşdeğer. Amerikan serseri kültürüne bayılıyor. Rock ‘n roll’un hâlâ yanan meşalelerinden biri, öylesi günümüzde nadir karşına çıkar. Bence şöyle güzelinden, serserice bir garaj punk ona çok yakışır. Elbette John Waters’la çalışmak istemeyecek insan yoktur; kendisi bir dâhi; yeraltının nice mensubunun bir yoldaşı. Ona güzel bir garaj rock albümü hazırlardım, ki normalde yakın gelecek için böyle bir planım yok; ama onun için oldschool bir şeyler yapardım. Hakiki 1960’lar estetiğinde, Russ Meyer gibi, thrash rock. Serserice ve özensizce bir şeyler hazırlamak çok eğlenceli olurdu. Filmlerinden birinin sonuna şarkı söyleyen bir g.t deliği koyan adama da böylesi yakışır.

“Punk yönetmen” dediğimizde aklıma ilk John Waters geliyor.

İnanılmaz punk, evet. Bu yönde bir çaba sergilemiyor bile bence, öyle bir karakter sadece. En sevdiğim punk tipi daima duyunca çok sevdiğin, bizzat görünce çok normal bir tipe sahip olan, “Hiç punk durmuyor!” diyeceğin insan olmuştur. Rudimentary Peni daima bir avuç normal adama benziyordu. Bir de işin ucube punk tarafı var tabii, Throbbing Gristle, CUM, Whitehouse… Punktan ziyade deneysellerdi, ama çok sağlam bir punk estetikleri vardı.

John Waters harika bir karakter. Çok da DIY bir ruha sahip olduğu tartışılmaz bir gerçek. Kendi mahallesinde, sevdiği mekânlarda, arkadaşlarıyla birlikte filmler çekti. Arkadaşları bu tutkusuna inandı ve birlikte harika bir şeye imza attılar.  Çok havalı bir olay bu. Waters’ın filmlerine bayılıyorum. Hatta sayende şu an klimayı açıp uzanmak, sırasıyla Polyester ve Female Trouble izlediğim ucube bir gün geçirmek istiyorum. (gülüyor) Niye olmasın?

Türkiye’de John Waters filmleri gösteriliyor mu hiç?

Çok sık gösterilmiyor, ama birkaç örneğini biliyorum.

Oralara uğramıştır bence, ne dersin? O adamın muhtemelen dünyada gezmediği yer kalmamıştır.

Bir arkadaşım geçenlerde posta adresini gönderdi, ona mektup yollamak istiyorum; bence buna sevinir. John Waters’a muhtemelen epostayla ulaşabilirsin; ama bence kartpostalı tercih eder. Öyle biri çünkü.

Hemen şunu sorayım sana: John Waters’tan konuşurken bana en punk yönetmenlerin kim olduğunu da sormuş muydun?

Hayır, ama artık sormak istiyorum.

Tamam. Hemen bakıp birkaç isim sayabilirim. Abel Ferrara var, onu biliyorsundur zaten. Driller Killer ve Bad Lieutenant gibi filmleri yönetti. John Cassavetes’i de severim.

Bizim zamanımızdan da punk yönetmenler çıktı. Havalı işler yapan insanlar var. Müzik ikilisi Justice üstüne So Me’nin çektiği belgesel A Cross The Universe’ü çok sevdim. Geçenlerde YouTube’da izledim. Harika bir belgesel olmuş, her ne kadar grup hiç ilgimi çekmese de. Saçma sapan ve eğlenceli, bir saatlik bir belgeseldi.

Love Exposure’un yönetmeni Sion Sono’yu bilir misin?

Bilmiyorum.

Röportajdan sonra link gönderirim sana.

Evet, gönder lütfen. Bence Jodorowsky de zamanında çok punk idi. Artık pek değil, ama zamanında çok kendine has şeyler yaptı.

Buna katılabilirim. Bazı kişiler onu saykedelik bir hippi olarak konumlandırır belki, ama o bundan fazlasıydı. Zaten punk bir tarza indirgemez, tavır meselesidir.

Evet, kendi gönlünden geçeni yapıp başkalarının ne diyeceğini umursamayan herkesi biraz da olsa punk olarak tanımlayabilirim. Zaten insanlar bana ‘saykedelik’ nedir diye sorduğunda “Belli bir ruh hâlindeyken güzel tınlayan müziktir.” derim. Her şey saykedelik olabilir, country müzik bile, hip hop bile! Gitarlı bir psych rock olması asla şart değil.

Son soru: Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir tema parkındayız. Her sanatçı veya grubun kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de şarkı sözlerinden biri yazıyor. Osees’in anıt taşında hangi şarkı sözünüz yazsın isterdin?

Of, çok zor soruymuş. Belki “Stinking Cloud”da geçen “We’re dead as I’ve already said” (Çoktan dediğim gibi öldük) olabilir. Bilmiyorum, çok opsiyon var. Sözlerimde sürekli veda kelamları karalıyorum zaten.

Hollywood’da Mel Blanc’ın mezar taşını görmüştüm, hani Looney Tunes da dahil birçok çizgi filmi seslendiren adam. Taşın üstünde “That’s all folks!” (Bu kadar, millet!) yazıyordu. Airplane! filmlerinden bildiğimiz Leslie Nielsen’ın taşında “Let her rip” (Bırakın uyusun) yazıyordu, çok sevmiştim. Monty Python kadrosundan birininkinde de “I told you I was sick!” (Hasta olduğumu söylemiştim size!) yazıyor. (gülüşmeler)

Geçenlerde bir arkadaşım vefat etti. Son sözlerinden birinde herkesi çok sevdiğini belirtti, diğerinde de “S..tirin gidin sizi s…ler!” dedi. (gülüyor) Onu tanısaydın buna çok gülerdin, tam öyle bir karakterdi. Galiba gelecek sene yayınlayacağımız albümü ona adayacağız. Orada da veda sözleri karalarız muhtemelen.

Osees’in Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.