Mount Eerie: “Gizemi Ön Planda Tutarak Yaşamak”

Son güncelleme:

Phil Elverum (Mount Eerie, the Microphones), kızı ve dostlarıyla mütevazı bir yaşam süren mütevazı bir efsane. Bugün (1 Kasım) ise -uzun denebilecek bir aranın ardından- kendi plak şirketi P.W. Elverum & Sun etiketiyle yayınlanan yeni Mount Eerie albümü Night Palace ile karşımızda. Biz de şarkılara önden kulak verip Elverum ile çok keyifli bir sohbete oturduk.

Açıkçası bugüne dek çok röportaj yaptım, ama seninle sohbete oturma düşüncesi hazırlık aşamasında biraz daha zorlayıcı geldi; çünkü zaten hâlihazırda oldukça samimi, açık ve dürüst bir şarkı yazım üslubun var. Yine de elimden geleni deneyeceğim. Direkt şunu söyleyeyim, bana göre Night Palace şimdiye kadarki en derinlikli, en ruhani çalışmalarından biri olabilir. Bu şarkılara da büyük ölçüde Zen Budizminin yön verdiğini biliyorum, belki ilk olarak bunu konuşabiliriz.

Phil Elverum: Zen’e yaklaşık 25 ya da 30 yıldır, anlayacağın bayağı uzun bir süredir ilgi duyuyorum. Başlarda gelişigüzel bir ilgi gibiydi. Ya da belki de o kadar gelişigüzel değildi, bilemiyorum. Yaptığım albümlere dönüp bakınca aslında oldukça erken bir dönemden itibaren teslimiyet ve boşluk gibi bazı Zen değerlerini anlatmaya çalıştığımı fark ediyorum. Son zamanlarda ise iyice “Ne olacaksa olsun!” deyip bu ilgimi daha açıkça ifade etmeye başladım. Zen fikirlerini metafor ya da şifrelerle anlatmayı bıraktım, artık doğrudan Zen edebiyatından alıntılar yapıyorum. (gülüyor) Ama kendimi Budist ya da benzeri bir şey olarak tanımlamıyorum. İşin dini yönüyle pek alakam yok, hiçbir zaman da bir tapınakta ayin falan yapmadım. Kendimce bir anlayışım ve pratiğim var.

Dediğin şeyi çok iyi anlıyorum. Bazen dışardayken çevremdeki şeylerle bir ruhsal bağ kurduğumu hissediyorum. Ortada öyle dini bir şey yok, sadece öyle hissediyorum. Ayrıca aynı “I Heard Whales (I Think)” şarkısında bahsettiğin gibi bazen tabiatın içinde müzikler yakalıyorum.

Evet, bence ortada tüm insan dinlerini aşan birtakım şeyler var. Bir balıkla konuşmak gibi bir etkileşim de yaşayabilirsin, tabiatın insan dışı yüzüyle karşılıklı bir iletişime de girebilirsin. Ruhsallığın kalbinde tam olarak bu var gibi geliyor bana. Ben de buna ulaşmaya çalışıyordum, evrensel bir şey yakalamak istiyordum.

Her şeyin içinde müzik olduğunu söylersem bana katılır mısın?

Elbette. Müzik ilginç bir kelime. Pek çok şeyi de kesinlikle müzik olarak tanımlayabilirsin. Özellikle John Cage’in “4:33” parçası bir gerçeklik olarak önümüzde duruyorken. Biliyor musun, Cage de müzisyen bir Zen uygulayıcısıydı. Hayatı boyunca Zen Budisti oldu. Boşluğun taşıdığı potansiyelde müzik vardır. Evet, sessizliğin müziği de müziktir.

David Lynch bildiğin gibi transandantal meditasyonla içli dışlı biri. Ürettiği çoğu şeyde de içsel bir ruhanilik var. Buna ek olarak bana kalırsa Night Palace da, Twin Peaks de dolaylı olarak Amerikan Rüyasını deşifre eden çalışmalar. Kendi işini bir şekilde onunkilerle ilişkilendiriyor musun?

Böylesi bir paralelliği daha önce hiç düşünmemiştim, ama kesinlikle katılıyorum. Twin Peaks benim için büyük bir ilham kaynağı. Ayrıca David Lynch’in sanata karşı uzun yıllara dayalı adanmışlığı beni çok etkiliyor. Şahsımca ideal olan, hayatım boyunca onun yaptığı gibi gizemi ön planda tutarak yaşamaktır.

Konuyu biraz dağıtacağım: En sevdiğin Twin Peaks karakteri kim?

Ajan Cooper’ı çok seviyorum. Ne de olsa hikâyenin kahramanı o. Gerçekten de harika bir karakter. Ayakları yere basan, bilge bir anlam kâşifi.

Müziğinde birçok detay kazara, tesadüfi bir şekilde ortaya çıkıyor. Şimdiye kadar müzik yaparken beliren en güzel kaza neydi, bir anı geliyor mu aklına?

Evet, aklıma iyi bir örnek geldi. “Night Palace” şarkısında birkaç kez beliren bir ses var. Şu anda içinde bulunduğum salonumun köşesinde bir org duruyor. Bayağı eski, ucuz, ikinci el bir org. Bir oyuncak enstrüman bile diyebiliriz. 1997’den beri bende ve çok sık kullanmışımdır kendisini. Birkaç yıl önce yeni bir teknik deniyordum, üstüne mikrofonlar yerleştirmiştim, bu mikrofonlar da bayağı bozuktu. Kulaklıkla dinliyordum bir de çıkardığım sesleri, öyle iyice bozuluyordu, ama yine de -aşırı distorte bir biçimde de olsa- akorları duyabiliyordum. Mikrofonlar o kadar hassastı ki parmaklarımdan çıkan her ses çatırdıyordu. Sonra orga ıslıklarımla eşlik etmeye başladım, ama kulaklıklı olduğum için kendi ıslığımı da pek duyamıyordum. Yanlış notalarla ıslık çaldım, akorlarla doğaçlama yaparak çalmaya ve ıslığa devam ettim. Bütün bu seslerin çakışmasıyla da ortaya bildiğin yeni bir enstrüman çıkıverdi. Belki insanlar o sesi duyunca synthesizer falan sanacaklar ama değil. Sadece tesadüfün ve kazaların getirdiği bir keşif. (gülüyor) O sesi o kadar çok seviyorum ki. “Night Palace” şarkısında duyduğun başlıca sesten o sorumlu, başka birkaç şarkıda daha duyabilirsin kendisini.

Bu albüm 80 dakika uzunluğunda olsa ve içinde birçok farklı müzik türünden ilhamlar barındırsa da oldukça doğal ve pürüzsüz bir akışa sahip. Son birkaç yılda yaptığın müziklerin ne kadarını bu albüme dahil etmedin? Albümü daha uzun yapmayı düşündün mü hiç?

Evet, dahil etmediğim şarkılar oldu, ama öyle çok da fazla değiller. Daha uzun olabilirdi. Çift plaklık bir albüm oldu, bir ara üç plak yapmayı düşünüyordum; sonra “Abartma. Çok fazla müzik oldu. Kimse üç plaklık albüm sevmez, aşırıya kaçar. Kime sorsan kötü bir fikir olduğunu düşünür.” dedim. (gülüyor) Sonunda albümü biraz sadeleştirmeye, insanların zamanına ve dikkatine karşı daha nazik davranmaya karar verdim. Neticede sadece sahiden gerekli olan şarkıları içeriğe dahil etmeye özen gösterdim, albümdeki her şeyin yerli yerinde olduğundan emin olmak istedim.

Şarkılar, albümde baştan sona bir anlatı olduğunu göz önünde bulundurunca da gerekliliklerini fazlasıyla hissettiriyor diyebilirim. Önce kendine dair bazı keşiflerde bulunuyorsun; sonra benliğinin ötesine geçiyor, hem evrene hem de ABD’nin postkolonyal tarihine dair düşüncelerini dahil ediyorsun. Geçmiş şarkılarını eleştiren sözler bile var işin içinde. (“I used to dream that my roots were strong and deep / Then I dug down just barely and found Cathedrals”) Bu albümle hayattaki yolculuğunda bir bölümün sonuna ulaştığını hissediyor musun?

Bence bu sondan ziyade bir başlangıç. Ya da ikisinin arasında bir şey. Bir başlangıç gibi hissettiriyor çünkü son birkaç albümüm, özellikle Microphones in 2020 baştan sona bir kendini keşif, öz analiz ve otobiyografiydi. Onu yayınlayınca bir sayfayı kapattığımı hissettim; taze bir başlangıç yapmak ve dışa yönelmek istedim. Yani evet, Night Palace tam olarak taze bir başlangıç gibi hissettiriyor. Yolun ilerisinde ne var bilmiyorum, ama bu durağın daha fazla keşif isteği ve gizem içeren bir noktada sonlandığı kesin. Haklısın bu arada, albümün içinde bir çeşit döngü ve anlatı var; içsel bir kendini keşif ile başlıyor. Sonra ilgi dışa doğru genişliyor, “Neredeyim? Burası neresi? Burada yaşamak nasıl bir şey? Gördüklerimin arkasındaki gizli tarih nedir?” gibi sorular soruyor. Nihayetinde de sanırım “Demolition”, “Stone Woman Gives Birth to a Child at Night” ve “I Need New Eyes” gibi şarkılar bu farkındalığı yaşamla bütünleştirerek beni başladığım noktaya döndürüyor. Bulunduğum yerde gözlerim açık şekilde yaşamak. İşin özü bu.

Sık sık rüya görür müsün, rüyaların genelde canlı mıdır? En son gördüğün rüya neydi?

Genelde rüyalarım öyle çok canlı olmaz, uyandığımda da hatırlamam. Sanırım rüya görüyorum, ama uyandığımda zihnimden uçup gidiyorlar. Geçenlerde rüyamda buralı bir arkadaşımın yere yığıldığını ve nöbet geçirir gibi olduğunu gördüm, ama nöbet sırasında gayet de bilinci yerindeydi. Hepimiz ona masaj yapıyorduk, ben de ayaklarını ovalıyordum. Ayakları kirli, terli ve azıcık iğrençti. (gülüyor) Ona bu şekilde sevgi ve şifa veriyordum, aynı anda başka biri de benim ayaklarıma masaj yapıyordu. Belki de birbirini seven bir grubun birbirine şefkat göstermesi hakkında bir rüyaydı, bilmiyorum.

Güzelmiş. Başta rüyanın yavaş yavaş bir body horror korku filmine evrileceğini düşündüm, ama çok tatlı bir şekilde toparladın.

Yok yok, çok masum bir rüyaydı. Korkunç değildi. Yani evet, ayakları yapış yapış ve terliydi, ama bunu dert etmiyordum. Masajı sevgiyle yapıyordum.

Bu soruyu sorarken biraz da geçmiş yıllarda meditasyon pratiğini arttırmanın rüyalarını değiştirip değiştirmediğini merak etmiştim.

Orası duruma göre değişiyor. Sanırım işin meditasyon pratiğimle doğrudan bir ilgisi yok. Rüyalarımı neyin etkilediğini bilmiyorum. Daha az uyuyorum artık ama. Yaşlandıkça insan kendiliğinden daha az uyur hâle geliyor sanırım. Çok erken saatlerde kendiliğimden uyanıyorum, bundan da memnunum. Sabahın erken saatlerindeki o sessizliği seviyorum. Gece yedi saat uyuyorum, eskiden sekiz ya da sekiz buçuk saat uyurdum. Belki de daha az uyuduğum için rüyalarımı daha az hatırlıyorumdur. Sürekli de biraz yorgun hissediyorum.

Sıradaki sorum için sana maziden bir video izletmek istiyorum:

Bu video ha!

Bir arkadaşım sana 1990’lardan aklında kalan, sende özel yeri olan bir konser anısı anlatabilir misin diye sormamı rica etti.

Nirvana’yı iki kere izledim. Sanırım bu video ilk seferden, Nevermind turnesindelerken gitmiştim. Açıkçası öyle pek de harika bir konser deneyimi değildi. Mekân çok büyüktü; bir spor salonunda, bayağı uzakta oturuyor ve bir şey göremiyorduk. Konseri TV ekranından takip ediyorduk, çok huzursuz görünüyorlardı. “Smells Like Teen Spirit”i hiç sevmedikleri için kasten çok kötü biçimde çaldılar. İyi bir konser değildi. (gülüyor) Gerçekten unutulmaz olan ilk konser deneyimim -ki bunu Microphones in 2020‘de de anlatıyorum- büyüdüğüm yere yakın küçük bir üniversitedeki Stereolab konseriydi. Mütevazı bir mekândaydı. Bu Stereolab, matematiksel caz dönemini açmadan önceki drone dönemini yaşayan Stereolab oluyor. Çok güçlü bir performanstı, içinde bulundukları trans hâli büyüleyiciydi. Gerçekten her şeyi değiştirdi benim için.

Stereolab’in hâlâ yeterince takdir edilmediğini düşünüyorum.

Kesinlikle. Üstelik o kadar fazla versiyonları var ki. Stereolab deyince benim aklıma gelen şey drone müzik odaklı, tek bir akoru döndüren hâlleri oluyor. Sonra başka bir şeye dönüştüler. Birçok farklı dönemleri var ve hepsi de çok ilginç, ama kalbimde yer edinen kısım o ilk dönemleri.

Anthony Fantano ile yaptığın röportajda kızının müzik kavrayışının da derin olduğundan bahsetmişsin. Şu sıralar neler dinliyor? Hâlâ ondan yeni gruplar ve projeler öğreniyor musun?

Evet, kesinlikle. Daha yeni okula bıraktım kendisini, yolda birlikte radyo dinledik. Şu sıralar bir country müzik sevdası içinde, hem de ana akım country. Bu da oldukça komik bir durum, çünkü o türdeki her şarkı viski hakkında. Yine de çok sevdiği şarkılar var. Pop müziği artık pek sevmediğini söylüyor, ama bilemiyorum. Dinlediği o country müzik de pop müzik aslında. Neyse, evet, ondan bir şeyler öğreniyorum. Dinlettiği her şeyin öyle büyük hayranı olmuyorum, ama bazen o yokken pop istasyonundan keşfettiğim şeyleri açıyorum. SZA, Halsey ya da Miley Cyrus’un canlı albümü gibi. Cyrus’un albümü çok çılgın bu arada. (gülüyor)

Yıllar önce 100 Gecs dinlediği için şimdilerde daha deneysel bir istikamete yönelebileceğini düşünmüştüm. Ama country müzik sahnesinin de şu sıralar çok büyük olduğunu biliyorum. Çok ilginç şeyler çıkabiliyor, değil mi?

Evet, çıkıyor cidden. Country sanatçısı olmayan birçok sanatçı country albümler yapıyor günümüzde, her şey iç içe geçiyor bence.

Evet, zaten eklektik ve tür ötesi bir çağda yaşıyoruz.

Kesinlikle.

Müzik dinleme platformunun geçmişine baktığında dinlediğin son üç şey ne?

Kızımı okula bıraktıktan sonra eve dönüş yolunda Liz Phair dinledim. Arabada yalnızken artık country istasyonunu dinlemiyorum, birlikte dinliyoruz çünkü, kendim açmam gerekmiyor. (gülüyor) Bir de şu sıralar bir Joni Mitchell biyografisi okuyorum. Durup durup yakın tarihli enteresan Joni Mitchell albümleri dinliyorum. Mesela 1994’te çıkardığı Turbulent Indigo adlı albümü yeni keşfettim ve bayıldım.

Biyografilerden laf açılmışken, şu sıralar neler okuyorsun?

Son zamanlarda biyografiler ya da müzik ve sanat tarihi kitapları okuyorum, oysa normalde okumam hiç. Tam şu an Ann Powers’ın yazdığı Traveling adlı Joni Mitchell biyografisini okuyorum. Ondan önce Norveçli yazar Jon Fosse’nin Boathouse adlı romanını okudum. Ondan önce de Martin Aston’ın yazdığı, plak şirketi 4AD’nin tarihini anlatan bir kitaba baktım. Okuması biraz zordu ama yine de bitirdim. (gülüyor) Öyle ortaya karışık yani.

Favorin hangisi?

Boathouse, Norveçli yazarın romanı. Çok garipti ve çok da kısaydı. Hızlıca bitirdim.

Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir tema parkındayız. Her sanatçı veya grubun kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de şarkı sözlerinden biri yazıyor. Senin anıt taşında hangi şarkı sözün yazsın isterdin?

Muhtemelen “There is no end.”

Mount Eerie’nin Bandcamp hesabına şuradan göz atabilirsiniz.