Mert Avcı: “İlk defa müzik yapıyormuş gibi hissediyorum”

Yerli alternatif sahnenin başarılı gruplarından Hack The Fool’un solisti Mert Avcı ile solo projesi merkavck, geçtiğimiz sonbaharda yayınladığı ilk single’ı “her gün giyinmek istemiyorum” ve Türkiye’de alternatif müziğin durumu üzerine uzun uzun konuştuk. Keyifli okumalar!

Ünlü tarihçi E.H.Carr’ın bir sözü vardır: “Bir olayı araştırmadan önce tarihçiyi araştırın,” der. Tarihçi neden o konuyu seçmiş, ya da o konuya nasıl bir bakış açısıyla yaklaşmış bunu anlamak için. Benzer şeyin müzisyenler için de geçerli olduğunu düşünürüm hep. O yüzden dinlediğim müzisyenlerin hayat hikayelerini, nelerden etkilendiklerini öğrenmeye çalışırım. Mert Avcı’nın hikayesi nedir?

Müzikle tanışmam, müzik yapmaya başlamam lise birden sonra başladı. O zamanlar ağırlıklı olarak etkilendiğim müzisyenler 90’ların “grunge” grupları, punk rock, özellikle Nirvana idi aslında. Nirvana’dan çok etkilenmiştim. 2009’da, şimdiki grubumuzdaki davulcumuz Sinan Kutluay’la beraber Mosquito adında bir grup kurduk. Birkaç sene devamlı cover, Nirvana ve 90’lar “grunge” gruplarının coverlarını yapmaya başladık. Kadıköy’de o zaman Rakun Cafe vardı. Ufak tefek yerler… Şu an öyle mekanlar pek yok. Hani, liseli çocukların çalacağı yer pek yok. O zaman orada başlayıp daha sonra yavaş yavaş beste yapmaya, bir şeyler kaydetmeye başladık. 2015’in başında ve sonunda iki EP çıkardık. Mosquito’yla olan kayıt sürecimiz buydu. Onun dışında konserler vs… Daha sonra biraz daha janr değişimine uğradık; yaş da büyüdükçe kafalar değişiyor. Başka şeylerden etkilenmeler başladı. Radiohead olsun, Arctic Monkeys olsun, böyle daha alternatif bir müzik yapma arzusu oluştu ve grubun dinamiklerini biraz değiştirip eleman değişikliğine gittik. Berk Çavdar girdi gruba. Onun da müziğe yaklaşımı çok değişik olunca “biz bu Mosquito projesini devam ettirmeyelim çünkü bu çok farklı bir algıda, yeni bir şey oluşturalım,” diyerek grubun adını değiştirdik; bir nevi yeni bir grup kurduk aslında. Hack The Fool adında bir grup. Onla 2017’de başladık kayda. Albüm kaydı epey uzun sürdü. Hem Mosquito’nun son döneminden kalma işler, hem o ara yaptığımız bestelerden sekiz şarkılık bir albüm yayınladık. Tantana Records’tan çıktı, The Fool adında bir albüm. Ondan sonra benim İngilizce müzik yapmaya dair kafamda değişiklikler olmaya başladı. Türkçe müzik yapmak istiyordum, ama bir şekilde o cesareti gösteremedim. Çünkü aslında hep etkilendiğim gruplar yabancı olduğu için çok da Türkçe müzik dinleyerek büyümedim. Kulağımızın alıştığı tabii ki birçok şey var ama doğrudan etkilendiğim şeyler Türkçe olmadığı için zor bir süreç oldu. Hack The Fool albümü yayınlandıktan sonra bir konser süreci oldu ve sonrasında benim kafamda bir kırılma oldu ve artık hem Türkçe bir şeyler yapmak hem de farklı müziklere yoğunlaşmak istediğimi grup arkadaşlarımla konuştum. Onlardan da benzer talepler geldi. Bir de şu var: Bunca yıl müzik yapıyorum, bir sanatçı olarak kendimi İngilizce ifade edemiyorum normal olarak. O yüzden Türkçe bir şey yapmak zorundaydım aslında. Kendimi, kişiliğimi daha çok anlatacağım bir projenin içinde olmak istedim. Ve ilkten Hack The Fool grubunu Türkçe yapmayı denedik. Hatta iki şarkıyı Türkçe kaydettik. O da çok tatmin etmedi çünkü şunu anladım: Hack The Fool’un ve grup müziğinin temelleri bende çok yabancı bir şeye dayalı. Yani yabancı gruplardan etkilendiğimiz için Türkçe çok yapay geldi kulağıma. Ve son dakika onu yayınlamaktan vazgeçip The Fool’daki son iki şarkıyı da İngilizce kaydedip – hatta o son İngilizce şarkılardan biri de geçenlerde çıktı – o projeyi biraz askıya alıp kendi işlerimle uğraşmaya başladım evde.

Bir de Hack The Fool albüm kaydı süreci çok zor geçti. Bizim, iş tarafını, plak şirketi tarafını gördüğümüz bir süreç oldu. Açıkçası o, beni müzikten de biraz uzaklaştırdı. Yaptığım şeye duyduğum hevesten de uzaklaştırdı. Yani bir yapaylığın içine giriyorsun, zaman ve para harcıyorsun, emek veriyorsun. Sonucunda ulaştığın şey çok büyük bir beklenti oluyor. O beklenti tabii ki karşılanmayacak çünkü zaten herkesin kendini serbest bir şekilde sunabildiği bir dönemdeyiz internet yüzünden. Artık plak şirketi gibi bir şey de yok. Tamamen senin özgünlüğün öne çıkarıyor. Ben de evde oturup “artık kendi başıma bir şeyler yapacağım” diye bir karar alıp birkaç tane şarkı yapmaya başladım. O süreçte evde ilk Türkçe kayıtlarımı yaptım. Onları kaydederken en çok bedroom pop ve indie dinledim. Yine yabancı etkileşimdi ama benim onu filtreleme şeklim Türkçeye çevirmek oldu. Direkt oradan bir algı almayıp “ben bunlardan nasıl besleniyorum, kendimi nasıl sunuyorum”u biraz düşündüm. Ve sonunda da bir şarkı yayınladım. Bu şarkının kayıtlarını evde, bilgisayarda kendim yaptım. Sound olarak da çok lo-fi ve home-made bir prodüksiyonu var çünkü gerçekten evde yapıldı. Daha büyük bir prodüksiyon yapmak zaten imkansızdı, istemiyordum da. Ve sonunda da bu noktaya geldim.  Şu an kendi uğraştığım, kendi sound’umu çıkarmaya çalıştığım bir süreç.

Hack The Fool’da da sözleri sen yazıyorsun, değil mi?

Evet ben yazıyorum.

Hack The Fool 90’ların Seattle sound’una çok daha yakın; senin de bahsettiğin gibi, özellikle Nirvana’ya. Solo projen bu sound’dan çok farklı.

Çok farklı, evet.

Solo projen bu şekilde devam edecek ama grup yine 90’ların alternatif rock müziğine mi yakın olacak?

Kendi projemde çok janr tercihim ya da yöneldiğim bir şey yok. Gerçekten dönem olarak o ara ne dinliyorsam, nelerden etkileniyorsam ondan besleniyorum. Ama yine de ne yaparsam yapayım temelde müziğe başlarken öğrendiğim, sevdiğim şeyler hissediliyor. Mesela “grunge”ın müzikal basitliği içindeki etkileyiciliği hala müziğimde uğraştığım bir şey. Vokal yazma şeklim, söz yazma şeklim hep oralara dayanıyor. Onu hala hissedebiliyorum. Ama tabii ki sound olarak baktığımda ona benzemiyor. Onun dışında, grupla “grunge” müzik yapma olayını ve o tip bir rock set-up’ını biraz tükettik. O nedenle şu ara farklı bir şeyler yapmak istiyoruz grupla da. Daha deneysel, daha fazla risk alan, kendimizi daha fazla geliştirdiğimiz, biraz daha müzikal bir oyun alanı olarak gördüğümüz bir şey oldu grup şu an. Hepimizin solo projeleri var bu arada. Davulcumuz Sinan da kendi şarkısını çıkardı. O da çok farklı bir tarza yöneldi. Şimdi Berk yeni bir şey çıkarıyor; bambaşka bir tarz. Yani aslında herkesin içinde uğraşmak istediği farklı bir yönelim vardı ve onları kanalize edip başka yerlerden çıkarmak gruba da belki farklı bir vizyon katacak. Şu an öyle bir süreç var.

İlk solo çalışman “her gün giyinmek istemiyorum” Lordlar Sofrası Records etiketiyle çıktı. Lordlar Sofrası nasıl bir oluşum?

Lordlar Sofrası, Sinan Kutluay, Emir Erdem ve benim oluşturduğumuz bir kolektif aslında. Dediğim gibi Hack The Fool ile bir senelik albüm çıkarma süreci bizi çok yıprattığı için biraz da şöyle bir vizyon açtı kafamızda: Zaten tek başına çok bir şey yapamıyorsun. Bir şekilde bir kolektif var her yerde; yani kapalı, gizli bir kolektif… Arkadaş ortamı bile diyebilirsin buna. Ve o insanlar aslında kendi aralarında birbirlerini destekleyerek bir şey yapıyor. Bu, alternatif sahnede daha çok var. Pop piyasası çok daha “business,” daha ekonomik bir noktada giderken alternatif müzik hep bir kolektif şeklinde ilerliyor. Senin yaptığın janr vs çok önemli değil. Biz de şunu fark ettik: On yıldır müzik yapıyoruz; hepimizin farklı farklı tecrübeleri oldu. Bu piyasayı gördük, tanıdık. Kendi çevremizde müzikle, sanatla uğraşan çok insan var. Biz de “Gelin biz bir kolektif olalım, bir şeyin altında birleşelim, o zaman insanlar bizi daha çok tanıyabilir. Hem de kalıcı bir şeyler yapmış oluruz” diyerek Lordlar Sofrası’nı kurduk. Bunun dijital yayın tarafı da aslında çok zor değil. Şu an zaten herkes DistroKid ya da o tip diğer mecralardan parayla müzik yükleyebiliyor.  Biz de aynı şekilde yüklüyoruz. Biz bir plak şirketiyiz gibi bir iddiamız yok. Sadece kendi kendimize yetmeye çalışan bir ekibiz. Bu yüzden de Lordlar Sorfrası’ndan çıkardık. 

Şarkının klibi de yeni yayınlandı. Klipten biraz bahsetmek ister misin? Özellikle grafikler elle çizilmiş gibi. Epey dikkatimi çekti.

Klibi Yasin Arıbuğa ve Sude Belkıs yaptı. İkisi de çok yakın arkadaşım. Bu tarz grafik işleri var zaten. Tarzlarını da beğeniyorum. Yasin ve Sude Lordlar Sofrası’nın da içinde olan insanlar. Sinan’ın klibini de onlar yapmıştı. Birlikte bir şeyler yapalım ve beraber geliştirelim gibi bir isteğimiz vardı. Ben de Yasin ile konuştum. O da şarkıyı çok sevmişti. Çok heveslendi. Hemen bir fikir bulma süreci oldu birkaç ay. Ben aslında nasıl bir şey çıkacağını bilmiyordum. Tamamen ona bıraktım, çünkü onun yaklaşımına çok güveniyordum – ki beklediğimden bile çok daha iyi bir şey çıktı ortaya. Çünkü şarkıda vermek istediğim o lo-fi konsept hissiyatını çok iyi vermiş. Şarkının duygusal dışavurumunu iyi anlayıp kendisi de onu o filtreden iyi geçirmiş.

Şarkı biraz depresif ama bir yandan da modern insanın içinde olduğu sıkışmışlık halini de yansıtıyor gibi geldi bana. 

Olabilir. Depresiflik bende hep var. Ben o kadar depresif gibi görmüyorum onu aslında. Yani genel algı olarak “depresif, üzgün, morali mi bozuk” gibi klasik şeyler var ya aslında çok öyle değil. Benim müzikten anladığım, müziğe yaklaşımın biraz daha böyle bir sound, böyle bir beste aranjesi. Genelde ne yapsam oraya yöneliyor. Onu seviyorum. Dinlediğim şeylerde de en çok etkilendiğim o oluyor. İnsanları depresyona sokacak playlistlerim var (gülüyor). O tarz şarkılardan etkilendiğim için ortaya böyle bir şey çıktı. Sözler açısından ya da genel sound açısından bakarsan insanlardan aldığım geri dönüşlerden bir samimiyet hissettiklerini anladım. Bu beni çok mutlu etti, çünkü zaten istediğim şey de oydu. “Bakın nasıl müzikler yapıyorum, nasıl prodüksiyonlar yapıyorum” değil de “kendi kendime bir şeyler yapıyorum, bunları öğrendim, bunlar çıkıyor benden” duygusunu aktarabilmek… Bir şekilde bambaşka yerlerdeki insanlara da böyle hissettirdi ise zaten başarmış oluyor benim için. 

Peki şarkı yazımı aşaması nasıl oluyor sende yaratıcılık açısından? Önce sözler mi geliyor, müzik mi geliyor?

Açıkçası ben çok sistemli çalışan biri değilim. Her gün bir şey üreten biri değilim. Bir anda bir şarkıyı hayal ediyorum ama bir progresyon ya da aranje olarak değil, hissiyat olarak hayal ediyorum; “böyle bir şarkı yapmak istiyorum” diyorum. Kafamda bir şey oluyor. Sonra oturuyorum, gitardan geldiğim için önce şarkıyı gitarla yazıyorum. Daha sonra onu farklı enstrümanlara uyarlayıp neler çıkacağına bakıyorum. İngilizce müzik yaptığım süreçten gelen bir alışkanlık olarak tabii ki ilk önce melodiyi buluyorum çünkü ne olursa olsun müzik daha ön planda bende sözden. Söz böyle çok göze parmak bir şey anlatsın, tamamen konsepti, konusu olsun gibi çalışmıyor. O yüzden şarkının hissiyatı oturduktan sonra, yazmak istediğim melodiler aşağı yukarı belirlendikten sonra oturup bir seferde o an aklıma gelen şeyleri yazıyorum. Yani sözler çok düşünülmüş değil de dışavurumsal şeyler oluyor. O sound’un, o bestenin bana hissettirdiği hissiyatlar… Bazen hayatın içinde kullandığım laflar oluyor kafamın bir kenarına yazdığım, onları oraya uyarlıyorum.

Ne tür müzikler dinlediğini biraz konuştuk aslında. Yeni gruplardan kimleri dinliyorsun?

Son bir iki senedir çok fazla lo-fi müzik dinledim. Lo-fi pop, Mac DeMarcoPuma Blue diye bir İngiliz müzisyen var, çok beğeniyorum. Her’s diye bir grup vardı. Aslında onların etkisi bu süreçte çok ciddi oldu. Her’s grubunu geçen sene keşfettim. Onlar da zaten ilk albümlerini yayınlamışlardı, yeni bir gruptu. Bu müziği tek başıma yapmaya cesaret etmemde çok etkili oldu. Çok beğendiğim için ve basit bir müzik aranjesi olduğu için ben de uyarlamaya başladım ve sonra ikisi de vefat etti. Üstüne bir de öyle bir şey olunca çok etkilendim o sürecin içinde ve o yüzden bende böyle kalıcı bir grup oldu. 

Dediğim gibi, lo-fi dinliyorum. Onun dışında çocukken bile dinlediğim müzikleri hala dinliyorum. Bir şeyden bir kere etkilendiysem bir daha bırakmıyorum. “Çok kötü şeyler dinlemişim” zamanında demiyorum. Hala death metal dinliyorum, nu-metal dinliyorum. Radiohead hep dinliyorum mesela. Müziğe başlamamda Nirvana çok etkili bir grupsa Radiohead de ilahlaştırdığım bir müzik grubudur. Ve tüketemiyorum asla Radiohead’i. Hiç eskimiyor gözümde.

Günümüzde müzik dinleme alışkanlıkları epey değişti. Özellikle “streaming” platformlarının da çok popüler olmasıyla artık albüm çok dinlenen bir format değil. Playlistler daha çok tercih ediliyor gibi.

Maalesef, evet.

Mert Avcı’nın geçtiğimiz sonbaharda yayınlanan ilk teklisi “her gün giyinmek istemiyorum”un kapağı

Bu konuda ne düşünüyorsun? Müzik endüstrisinin geleceğini nasıl görüyorsun?

(Gülüyor) Ben albüm konseptini çok seviyorum ve bir müzisyen için çok doğru bir şey olduğunu düşünüyorum. Eskiden albüm, konsept olsun diye çıkan bir şey değildi; bir gereklilikti. Çünkü müzisyen bir şey çıkarıyor ve ona bir daha ulaşamıyorsun. Albüm oradan gelen bir şey ama müzik kültürü bunu zaman içerisinde çok güzel geliştirmiş ve çok güzel konsept albümler var. Konsept albüm oluşturma ve sanatçının çok farklı yönlerini tek bir dönem içinde anlatabilmesine engel oluyor streaming vs. Çünkü sen sadece bir şarkısın ve çok kolay unutulabilme şansın var. Bir açıdan single çıkarmak çok daha hızlı ve etkili bir ulaşma yoluyken diğer yandan kalıcılığı öldüren bir şey. Şu an hepimiz müzisyen olarak bunu yaşadığımız için ben de albüm yapmıyorum. Ben de single çıkarıyorum çünkü benim albüm yaparak tanınmam, dinleyiciye ulaşmam daha zor. Ama şu sıralar konuştuğum bütün müzisyenlerin planlarında şu var: Birkaç single çıkarıp “ben kimim, ne yapıyorum” mesajını verdikten sonra kitlesini gözlemleyip sonrasında oturup bir albüm yapmak. Bence herkesin hevesi o. Yani kimse albüm yapmak çok sıkıcı gibi bir şey demiyor. Zorunda kalıyorlar. Ben de öyle düşünüyorum. Ve bir an önce albüm yapmayı bekliyorum şu süreç içerisinde.

Yakın zamanda böyle bir plan var mı?

Yakın bir dönem içerisinde böyle bir planım yok. “Ben kimim, neler yapıyorum”u kendime kanıtlamam lazım önce. Çünkü çok yeniyim. Ne olursa olsun, yıllarca müzik yapmış olsam da tek başıma kendimi ifade ederek yaptığım ilk şey bu. İlk defa müzik yapıyormuş gibi hissediyorum. Yani grup bambaşka bir şey; bambaşka bir yaklaşım, bambaşka bir müzik zevki. Beni müzisyen olarak geliştiren şey grup ama sanatçı olarak kişiliğimi geliştiren şey şu an başlıyor gibi geliyor. O yüzden de biraz süre geçmesi lazım albüm gibi bir işe kalkışmam için.

Bu streaming konusu video klipler için de geçerli biraz. Mesela ben hatırlıyorum, ortaokulda, lise yıllarında deli gibi video klip izlerdim. Örneğin Pearl Jam’in “Jeremy” klibi hafızama kazınmıştı. Belki biraz o videonun içeriğiyle de alakalıdır ama video klip şarkı ile bir bütün oluşturan bir şeydi. Belki klip çok da doğru bir format değil; hatta bazı müzisyenler hiç sevmiyor ama artık klipler de çok çabuk tüketilir şeyler haline geldi. İnsanlar bir kere izleyip “aman bu da böyle bir şeymiş işte” deyip geçiyor. O yüzden artık klibin de tanınırlık açısından çok fazla etkisi olmuyor herhalde. 

İyi örneklerini ele alırsak aslında oluyor. Kötü örnekleri çok fazla olduğu için biraz gözümüzü kör etti bu durum. Birçok müzisyen video klibi görsel bir ulaşım aracı olarak görüp çok da müziğiyle bağlantısı olmayan, bir konsepti olmayan, çok hızlı üretilebilecek şekilde bir şeyler yaptığı için klip “Bu adamların da tipi böyleymiş” dedirtmek için çıkan bir şeye dönüştü. Ama klip veya görsel bütün konsept çok önemli sanatçının tanınırlığı için. Sonuçta bir sanatçı sahne aldığında da onun performansı işin boyutunu çok farklı yerlere götürür. Bugün örneğin Mac DeMarco’yu dinliyoruz, müzikal olarak bizi çok tatmin ediyor, samimi görüyoruz ama adamı sahnede gördüğünde, kliplerini gördüğünde onunla bütünleşmek, onun kafa yapısını anlamak çok daha hızlı ilerliyor. Ve bir sanatçı için de önemli olan o zaten. Sadece “Bir hit yaptım bitti” olayı değil. Para da kazanmıyorsun çünkü. Yani şarkı yapıp para kazanamıyorsun şu anda. Bu yüzden bir şey üretiyorsan, bir şarkı yapıyorsan onu insanlara bir paket halinde sunman lazım. Klip o yüzden çok önemli. Ben bile klibim çıktığında şarkıyı başka bir kulakla dinledim, başka bir gözle gördüm çünkü besleyici bir şey olduğunda – şarkıyı anlatabilen bir klipse, başka bir yöne çekmiyorsa – çok daha güçlendiriyor elindeki şeyi. O yüzden klip çok önemli ve bir şekilde geri gelmeli o alışkanlık. 

Peki koleksiyon yapıyor musun? Plak, CD ya da kaset?

Ortaokuldan lise sona, üniversitenin ilk yıllarına kadar çok fazla CD koleksiyonu yaptım. Yurtdışında gittiğim yerlerden sevdiğim CD’ler varsa alıyordum. Lisede çok fazla CD dinlerdim mesela. Bu Spotify vs gibi şeyler arttıkça o kadar kolaylaştı ki artık müziğe ulaşım… Zaten dinleme alışkanlığım da oraya yönelince koleksiyonu da unuttum. Ama geçen sene plak koleksiyonu yapma işine giriştim. Çünkü plak çok farklı bir tecrübe, sound olarak çok farklı çalışıyor. Plağın dönerek çıkardığı sesi almak daha kalıcı bir şey. Elle tutulur bir şeye kaydediyorsun yani. Çok farklı bir koleksiyon değeri var plağın.

Şu sıralar bir yerde sahne alıyor musun?

Grupla konserlerimiz oluyor. Mag Libertine diye bir e-dergi var. Onlar da çok destekleyici, alternatif sahneye çok destek oluyorlar, haberlerini yapıyorlar. Onlar bir etkinlik düzenliyor, orada çalacağız Hack The Fool olarak.  Onun dışında çok planlama yok. Nereye giderse…

Peki yeni gruplar için sahne alma işi kolay mı? Ne durumda bu aralar? 

Hiç kolay değil. 

Bir ara bombalama olaylarının çok yaşandığı dönemde alternatif yerli gruplar daha rahat sahne alabiliyor deniyordu. 

Öyle bir şey yok. Ben müziğe ilk başladığımda gerçekten çok fazla mekan vardı. O zamanki müzik dinleme alışkanlıkları da çok farklıydı. Konsere gitme alışkanlıkları çok farklıydı. Taksim’de ve Kadıköy’de epey mekan vardı. Küçük, kötü ama hiç fark etmez çünkü sahne almak çok farklı bir şey. Biz ilk konserimizi verdiğimizde 2009’da, Rakun Cafe’nin sahnesi tuvalet kadar bir yerdi ama benim için Wembley’e çıkmak gibi bir şeydi. İlk defa konser veren insanlar için on kişiye bile çalsan çok büyük bir tecrübe. Sahne almak, yaptığın şeyi sunmak sende çok farklı bir kapı açıyor. Kritik bir şey. O yüzden önemliydi. Taksim’de olsun, başka yerlerde olsun çıkabiliyorduk ve insanlar oralara gidiyordu. Şu an öyle bir yer yok. Karga var. O bayrağı taşıyan tek yer Karga herhalde. Peyote vardı, mahvoldu; bambaşka bir şeye dönüştü. Yani Peyote’nin adını kirlettiler gibi bir şey. Müzisyenler olarak o tepkiyi açıkça belirtiyoruz çünkü Peyote çok değerli bir şeydi. Özellikle 90’ların sonlarında çok fazla grup orada sahne alarak adını duyurdu. Şu an Karga onu taşıyor. Onun dışında alternatif müziğe destek olalım diye bir şey yok. Büyük mekanlar var Salon, Zorlu gibi… Ama artık orası tepe noktası. Oraya çıkan müzisyen kendini organik bir şekilde bir yere getirmiş müzisyen oluyor ve bir şey keşfetmiş olmuyorsun. Türkiye’de o kadar çok müzisyen var ki insanlar şaşırır. Her türde çok iyi işler yapan müzik grupları var. Rap müzikle ilgili çok iyi işler var, hem İngilizce hem Türkçe… Ama sahne yok. Mesela bu Mag Libertine’in sahnesi bile bir deponun çalınabilecek bir yere çevrilmesiyle ortaya çıktı. Buna zorlanıyorsun. Aslında kendi kendine bir kültür yaratmak zorunda kalıyorsun. Underground denilen şey zorla oluyor şu an. 

Zaten bu büyük mekanlar artık işi iyice tekelleşmeye götürmeye başladılar. 

Kesinlikle.

Eskiden çok çeşitli mekanlar vardı. Artık neredeyse bütün konserler bu büyük mekanlarda.

Evet. Tekelleşiyor. Biraz sitemliyim o tip bir piyasaya. Alternatif sahneler, alternatif vakıflar gibi destek amacı güttüğünü söyleyen yerler seni desteklemiyor. Senin kendi kendine çok ciddi, organik bir şeye ulaşmanı bekliyorlar, sonra senin arkana geçiyorlar. Kötülük yapıyorlar gibi bir eleştirim yok ama aslında bir yeri beslerken diğer yerde büyük sıkıntılar çıkarıyorlar. Bir grup ayda üç kere o mekana çıkıyor ama yüzlerce grup var ve insanların bundan haberi yok. Onun yerine devamlı olarak her hafta ya da her ay yeni bir grubu, yeni bir müzisyeni keşfetme amacıyla o kapıyı açsalar çok acayip bir piyasa büyüyecek. Çok farklı türler çıkacak, bir kültür oluşacak. Bunun önüne geçenler kültürü destekleyenler olunca daha çok sinir bozuyor çünkü bunu anlamayan birine bir şey diyemiyorsun ama anlayan insanın bunu yapması kötülük gibi geliyor. Yani bunun nasıl bir şey olduğunu biliyorsun, o zaman neden yapmıyorsun? Çünkü ekonomi; çünkü işler güçler değişti, dünya değişti. Maalesef öyle. 

Gerçekten çok zor bir dönemde yaşıyoruz tüm dünya olarak. 

Herkes için, her meslek için sıkıntı büyük. 

Peki şimdi bunun üstüne gelecekle ilgili planlar nelerdir diye sorsam? 

(Gülüyor) Gelecekle ilgili çok uzun vadeli planlar yapmayı bıraktım. Şunun için bıraktım; zaten öyle çalışmıyor. Yani plan dediğin şey senin hayalin; bir şeyler yapma, üretime arzun. Bu zaten devam ediyor. Bunun bir planı yok. Sonsuza kadar sürmesi gereken, sürecek bir şey bu. Zaten bitiyorsa hiçbir plana gerek yok. O yüzden bu hevesi ayakta tutmaya çalışırken kendimi üzmeyerek, kendimi yaptığım şeyden uzak tutmayarak; yaptığım şeye duyduğum samimiyeti ve arzuyu sürdürerek devamlı bir şey üretmeye ve eğlenmeye çalışıyorum. Gidip de “şu kadar şarkı çıkaracağım, şu kadar konser vereceğim” demiyorum. Bunları zaten ben bilemem. Kim benden ne talep edecek, kim beni dinleyecek… Ben şu an kendimi insanlara ulaştırabilmek, ne yaptığımı görmek istiyorum. Planım bu aslında sadece.

Peki Hack The Fool ile ilgili bir şey var mı yakınlarda? Gerçi albüm çok yeni aslında. 

Evet albüm yeni. Geçen sene mart gibi çıktı. Bir single yayınladık geçen gün “Up and Above” diye. Onun dışında elimizde bir şeyler var ama o da çok duraksamış durumda. Herkes birçok farklı proje ile uğraşınca herkes nadasa yatıyor. Şu anda da öyle bir dönemde bence. Ama tekrar üretmeye başladığımızda bu sefer çok daha hızlı olacaktır gibi geliyor. Daha hızlı üretip daha hızlı sunma… Çünkü o yavaşlık ve bekleme süreci beni çok uzaklaştırıyor yaptığım şeyden ve gruptaki herkes için de öyle. O yüzden biraz “zevk alalım, yaptığımız şey bizi tamamen tatmin etsin” filtresini bozmadan bir şeyler yapmaya başladığımızda güzel şeyler çıkar gibi geliyor. 

Eklemek istediğin bir şey var mı?

Lordlar Sofrası güzel bir adım oldu bizim için. Kolektif olmanın verdiği inanç güzel. İnsanlara daha hızlı ulaşacağımızı düşünüyoruz. O yüzden bu söyleşiyi okuyacak insanlar varsa bu tip şeylere çekinmeden yaklaşıp, bu tip işlere girişmelerini öneririm. Şu anki piyasada özellikle bahsettiğim şey bu. Müziğe yeni başlayan ya da benim gibi yıllardır müzikle uğraşıp tecrübe etmiş insanlara, piyasanın kendi oyunlarına göre oynamak yerine bu tarz bir kolektif oluşturmalarını öneririm.