Sorular: Deniz Ekim Tilif, Eylül Deniz
Baltimore’da yaşayan eşsiz deneysel elektronik ikilisi -ve ikonik çift- Matmos (Drew Daniel ve M.C. Schmidt), on beşinci stüdyo albümleri Metallic Life Review’u bugün bizlerle paylaştı. Tamamen metal objelerle sesler üreten bu albümü önden dinledik, ardından Daniel ve Schmidt ile harika bir performans ortaya koydukları 28 Mayıs Berlin Silent Green konserleri öncesinde yüz yüze söyleştik. Bu aşırı keyifli sohbeti sonunda sizlere gururla takdim ediyoruz.

Turne nasıl gidiyor?
Drew Daniel: Güzel gidiyor! Şu ana dek iki konser verdik, henüz yıpranmadık. Bazen on, on iki konser çaldığında artık “Tamam, sıradaki!” moduna girebiliyor insan. Bir çeşit makineye dönüşüyorsun. Önceki turnede başımıza komik bir şey gelmişti: Teksas’ta bir adamla tanıştık. İlk konserimizde merch standına geldi. “İşte ürünlerimiz!” dedik. Adam, “Ben zaten bunların hepsine sahibim,” dedi. Biz de “Oha, tamam, iyiymiş,” dedik. Ertesi gün başka bir şehirde konser veriyoruz, adam yine orada. Nashville’deyiz, yine orada. Boston’dayız, yine orada! (kahkahalar) Adam bildiğin ülkeyi baştan sona uçakla kat etmek pahasına her konserimize geldi. Böyle durumlarda fark ediyorsun ki her gece aynı şakayı yaparsan samimiyetinden bir şeyler gidebiliyor.
Martin Schmidt: Beni deli etti adam. Konserlerimizde seyirciyle konuştuğum her vakit “Dün gece de bunu söyledim mi acaba?” diye düşünür oldum. Her gece seyircinin arasında onu görüyordum.
Drew: Hakkımızda dedikodu başlatabilirdi.
Martin: Ama çok tatlı biriydi.
Drew: Evet, gerçekten tatlıydı. Ama işte diyeceğim o ki dürüst kalmana yardımcı oluyor böyle şeyler. Her akşamın yeni bir deneyim olduğunu ve öyle olması gerektiğini hatırlıyorsun. Berlin ise bu konuda biraz sıkıntılı bir yer, burada o kadar fazla elektronik müzik projesi var ki… “Acaba sıradanlaştık mı? Sahneye yeni bir şey katabiliyor muyuz?” kaygısı hiç peşini bırakmıyor.
Martin: Elektronik müzik konusunda dünyanın en yargılayıcı yeri burası. (kahkahalar)
Başka konularda da öyle olabilir.
Drew: Evet, bir seferinde Berlin’deydik, sahneye çıkmadan hemen önce projeksiyonla ilgili sorun yaşıyorduk. Kurulum kısmı biraz uzun sürdü, seyirciler sabırsızlanmaya başladı. Sonra kalabalıktan biri “Başka konserlerde de video izledik, boşverin!” diye bağırdı. İyi, gidelim biz o zaman! (gülüyor) Başka konserlerde ses de duymadın mı ona bakarsan? İlginç bir argüman. Yine de heyecanlıyım. Daire biçimindeki alanlarda sound bazen zorlayıcı olabiliyor ama burası bu konuda bayağı iyi bir sistem oturtmuş gibi görünüyor. O yüzden umutluyum. Umarım iyi geçecek.
Matmos’un sıradanlaştığına dair korkunuzdan bahsettiniz. Bence Matmos hiçbir noktada sıradanlaşamaz.
Drew: Umarım haklısındır. Bilmiyorum, göreceğiz. Bir grubun ömrü uzadıkça bu işler daha da korkutucu oluyor, çünkü…
Martin: Aslında en büyük korkumuz kendimizin tekrarına dönüşmek. Bunu kesinlikle yaptığımız oluyor. Beş yıl önce yaptığımız işleri dinlediğimde “Bu bana çok tanıdık geliyor!” diyorum.
Drew: Evet, eğer 15 albüm yaptıysan kendine şunu sormalısın: “Bir projenin gerçekten 15. bir albüme ihtiyacı var mı? Belki diğerleri yeterlidir?” Şunu da belirteyim: Hâlâ Nurse With Wound’un her yeni albümünü satın alıyorum. 18 yaşımdan beri yapıyorum bunu. Şu an 53 yaşındayım ve bugüne dek beni asla hayal kırıklığına uğratmadı. Sadık bir hayranım. Umarım bizim yeni albümümüze de birileri kulak kabartır. Kimileri de bizi ilk kez dinleyecek olabilir elbette, o da güzel bir durum.
Zaten işin doğasında bu var, değil mi? Hem eski hayranların oluyor, hem de yeni hayranlar kazanıyorsun.
Drew: Evet, üstelik eski hayranlarımız artık çocuklarını da getiriyor. 16 yaşındaki çocuklarla geliyorlar, kös kös durup “Babam garip şeyler seviyor herhalde!” diyen çocuklar. (kahkahalar) Çocuklarını etkilemeye çalışıyorlar. Elbette eğer ortaya koyduğun şey ilginçse önyargısız birini etkileyebilmeli.
Yeni albümünüz Metallic Life Review’u bu buluşmadan önce dinledim. Röportaj yapmamın en büyük nedenlerinden biri insanların hikâyelerini dinlemeyi sevmem. Aynı zamanda nesnelerin hikâyelerine de meraklıyımdır. Bu albüm de nesneler hakkında konuşmak için ideal bir albüm: Tamamını kendi koleksiyonunuzdaki metal objelerle kaydettiniz. Bu objelerin kendi hikâyeleri var. Elbette hepsini tek tek konuşamayız ama size çok kıymetli gelen üç objeyi seçip hikâyelerini anlatabilir misiniz?
Martin: Tabii. Albümde birkaç parçada tencere çalıyorum. Annemin bana çorba yaptığı tencere. Hâlâ onunla yemek pişiriyorum, oysa annem 35 yıl önce vefat etti. Tencereyi stüdyoya getirdik, ben de başladım bam bam bam çalmaya… Altı yaşıma döndüm resmen. Güzel olaydı. Drew de bir tencere kullanmıştı aslına bakarsan.
Drew: Evet, annemin evinden aldım. Şu an Kaliforniya’da, Half Moon Bay’de yaşıyor. Hâlâ ben çocukken spagetti yaptığı tencereyi saklıyormuş. Büyük, dökme demir bir tencere. Altında “club” yazıyor. Çocukken hiç fark etmemişim.
Martin: CD’yi alırsan, kapağındaki görsel o tencerenin altının fotoğrafı zaten.
Drew: Yani ikimiz için de albümde doğrudan annelerimizle, bizi besledikleri mutfaklarıyla kurduğumuz bir bağ var.
Fransa’da çocukken yaşadığım köydeki çanların sesi de var albümde mesela. 12 yaşındayken orada yaşamıştım. Köyün toplasan üç sokağı, bir trafik lambası, bir kilisesi vardı. Hiç dükkan yoktu. Sadece bir posta kutusu ve bir telefon kulübesi… İnanılmaz küçük bir köydü. Gidip o çanların sesini kaydettik. Her gece gidip onları çaldım ve aldığımız sesleri “Metallic Life Review” şarkısına koyduk. O şarkıya yakışırlar gibi geldi. Tabii bu objeyi cebime koyup yanımda taşıyamam. Zaten dindar da değilim. Bu ses bana dua etmeyi falan değil, geçmişimi hatırlatıyor. O çanların kendine has bir tınısı var.
Bir de seri üretim olan objeler var. Annemizden kalan, bizi var eden objeler gibi kişisel değiller. Onlarla kurduğun ilişki çok daha yoğun oluyor tabii. Bir yandan elbette objelerin sürekli el değiştirdiği, dünyayı dolaştığı bir global kapitalizm düzeninde yaşıyoruz. Mesela Hindistan’dan bir tepsi var elimizde, adı thali. “Norway Doorway” parçasında aslında bir gece kulübü kapısından çıkmayan seslerin çoğu bu tepsiden çıkıyor. Öyle duygusal bir anlamı yok. Bu tepsiye 2,5 dolar vermiştim. Evimizin bir blok ötesindeki Punjab pazarından almıştım, ürettiği sesi çok seviyorum. Ama öyle derin bir anlamı yok yani, sadece tınısı çok hoşuma gidiyor.
Martin: Nedendir bilinmez, Hindistan krom imalatında aşırı iyi. Kaliteli ve parlak paslanmaz çelik üretiminde bir numaralar. Bu akşam çalacağım şeylerin çoğu da bu materyallerden. Gençliğimden beri kurduğum bir hayali nihayet gerçekleştirdim: Bir restoran malzemeleri dükkanına gidip irili ufaklı tüm kaseleri satın aldım. Onlardan zil yapmak istiyordum hep. Ne yazık ki turneye sadece beş tanesini getirebildim. Evde çok daha fazlası var.
Bu gece sizi ilk kez canlı izleyeceğim, o yüzden sahnedeki performansınızı pratik olarak nasıl ele alacağınızı çok merak ediyorum.
Drew: Bu konuda biraz masrafa giriyoruz açıkçası, çünkü o objeleri gerçekten sahneye taşımak istiyoruz. Martin’in sahnede kullandığı büyük bir yemek kabı var, onun için ekstra bir valiz daha ekledik. Sırf bu kabı taşımak bize fazladan 400 dolara patladı. Ekstra bagaj masrafı hep.
Martin: O yemek kabını yanımda götürmeyi aşırı istiyordum. “Bunu da ekleyeyim,” dedim çünkü… Yani, sürprizi bozmayayım, birazdan göreceksin neler yaptığımı.
Drew: Mesele şu ki bu tam olarak müziğin doğasında var zaten. Eğer yapmak istediğin şeyi anlatmanın yolu buysa başka ne yapacaksın? Çok detay vermeyelim ama sahnede irili ufaklı pek çok farklı obje göreceksin. Mesela benim Noise Box diye küçük bir enstrümanım var. İngiltere’de yapılmış, tamamen kapalı bir çelik kutu. Ama üzerinde birçok çıkıntı var, saç tokası gibi minik objeler çıkıyor içinden. Müzik kutusundaki metal tırnaklara benzer şeyler var, onları çimdikleyerek çalıyorsun. Çok yüksek ses çıkarıyor ama çok da temiz bir tınısı var. Üzerinde birkaç yay da var. Bu objeyi sahnede okşayan hareketlerle çalacağım. Konserden sonra yanımıza gelirsen yakından inceleyebilirsin.
Çok farklı yaklaşımlarımız var sahnede. İngiltere’de bazı ekipmanlarımız bozuldu mesela, onları tamir etmemiz gerekti. Bazı şeyleri amfilerle farklı şekillerde büyütmeyi denedik. Barcus Berry Planar Wave Transducer diye bir şey kullanıyoruz. Piyanonun altına yerleştirdiğin, bas sesi almak için kullanılan bir cihaz bu. Aslında bir tür kontakt mikrofon, ama bayağı gelişmişi. 500 dolarlık bir şey ve mükemmel çalışıyor normalde. Gel gör ki bir gün onu valizden çıkardım, çalışmayacağı tuttu. Nesi bozulmuş anlamadım. Onun yerine 5 dolarlık bir kontakt mikrofon kullanıyoruz şimdi. İngiltere kırsalında Freddie adında biriyle tanıştık, o verdi.
Martin: C’est la vie. Halledeceğiz bir şekilde.
Albümün kayıt sürecini düşününce, yapımı en kolay ve en zor iki olan iki parça hangileriydi?
Martin: “The Chrome Reflects Our Image” parçasında duyulan yaylımsı sesler var ya…
Drew: Böyle romantik, insanın içine içine işleyen bir tını.
Martin: İşte o sesler, biraz önce bahsettiğimiz spagetti tenceresinden geliyor. Bir çeşit yaylılar aranjmanı gibi tınlıyor. Sesi ilk Drew üretti, ben de onun üstünde defalarca oynadım. Yaylılar gibi tınlaması için zamanlamasıyla çok uğraştım. 60’ların muzak plaklarına aşığım, onlar gibi tınlamasını istiyordum. Böyle Percy Faith’in işleri gibi olsun istedim yani, 8 milyon keman aynı aptal melodiyi çalıyormuş gibi!
Drew: Bir bakıma albümdeki en uzun parça “Metallic Life Review” en karmaşık olan gibi durabilir, ama aslında onu sahnede çokça çalmıştık. Dolayısıyla stüdyoda da canlı şekilde kaydettik ve hızlıca halloldu. Öte yandan “Changing States” zaman içinde evrildi. Birçok düzenleme, birçok karar alındı. Susan Alcorn’un pedal steel gitarla çalabilmesi için arpejleri deşifre etmesi gerekiyordu ki bu onun uzmanlık alanıdır, bizim değil. Neticede çok emek isteyen bir şarkıydı. Sonuç güzel oldu bence. “Norway Doorway” biraz daha sade bir formda olduğu için daha hızlı ortaya çıktı diyebilirim. “The Rust Belt” ise birçok farklı versiyondan geçti. Martin en son bir miks yaptı, bayağı sadeleştirdi. Ben şarkıyı çok kalabalık bir hâle getirmiştim; fazlasıyla tekno olmuştu. Zaten tekno yapan o kadar insan var, biz bu konuda öyle çok iddialı değiliz. Çok sevdiğimiz bazı dostlarımız bu türü çok iyi icra ediyor. Martin bir miks yaptı, gereksiz olan kısımları çıkarıp şarkıyı sadeleştirdi. Bazen bir odaya girersin ve çok dağınık olduğunu fark edersin ya, “Şurayı bir toplamalıyım!” dersin. Şarkılar için de aynısı geçerli.
Belki bu albüme katkı sağlayan isimlere de bir selam gönderebiliriz. Mesela Swans’tan tanıdığımız Thor Harris’e.
Drew: Tabii! Swans’ı çok kez izledim ve Thor’u da içeren kadroyu New York’un kuzeyinde bir festivalde izlemiştim. Aşırı keyifli bir gündü. Thor sahneye gong’a vurarak başlıyor, devasa bir ses çıkıyor. Sonra davullar giriyor, ses daha da yükseliyor. Ardından grup sahneye çıkıyor ve ses iyice katlanıyor.
İnsanı alıp götüren bir deneyim.
Drew: Aynen öyle. Ses resmen beton bir duvar gibi üstüne çarpıyor. Ben Thor’u zaten uzaktan takdir ediyordum, yer aldığı diğer grup Water Damage’ı da seviyordum. Bir gün bize mesaj attı. “Selam Matmos, albümlerinizi çok seviyorum, acaba birlikte bir şeyler yapabilir miyiz?” gibisinden bir şey yazdı. Ben de “İşe bak ki tam da şu an metal objelerle bir albüm yapıyoruz. Stüdyonda metal objeler var mı? Şu tempoya göre çalabilir misin?” diye sordum. Ve bize öyle güzel kayıtlar gönderdi ki… Belki 12 farklı objeyle kayıt alıp yolladı. Rendesinden tut Afro tarağa… Biz de gelen kayıtları ikiye böldük. Yarısını “Norway Doorway”e, diğer yarısını da “The Rust Belt”e koyduk. Tabii bu parçaların aynı tempoda olması da işimize yaradı, bir uyum yakalayabildik. Anlayacağın ortaya çıkanlardan çok memnunum. Albümde art arda çalan iki parçada Thor’un katkısı var. Aynı şekilde iki parçada da (geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden) Susan Alcorn var.
Owen Gardner da bir parçada yer alıyor. Baltimore’dan arkadaşımızdır. Horse Lords diye harika bir grupta gitar çalıyor. Çok iyi bir gitaristtir. Onun dışında bir besteci olarak alışılmışın dışında akort sistemleriyle ilgileniyor. Albümün belli kısımları tam onluk bozuk, garip akortlar duymak istedik; çünkü metal objelerin çoğunda aslında bir ses perdesi (pitch) var ama o perde tatlı, armonik bir perde olmuyor genelde. Owen’ın glockenspiel’leri var mesela; çubukların uzunluğunu kendisi biraz kısaltmış. Böylece sıradışı bir perde elde ediyor. Hızlıca bir dizi çaldığında ortaya çıkan şey bir Do Re Mi Fa Sol La Si gibi düz gitmiyor, epey garip perdeler oluşuyor. İşte “Steel Tongues” şarkısının sonuna doğru bu sesler duyuluyor.
Bak şimdi Berlin’le ilgili bambaşka bir bağlantı aklıma geldi. Geçen yaz Berghain yakınlarında bir Airbnb’de kalıyorduk. Ev sahibimiz bir ses terapistiydi. Evinde tonlarca gong ve tongue drum vardı. Biz de onları kaydettik. Bu gece çalacağımız “Steel Tongues” parçasında yer alıyorlar. Yani aslında Berlinli ses terapisti bir kadının kaydı bu. İsmini hatırlamıyorum ama…
Direkt tongue drum’ın kendisini mi çalıyorsunuz sahnede, yoksa sadece kaydını mı?
Drew: Sadece kaydı. Kadından yürütmedik yani. (gülüşmeler) Mikrofonlarımızı kurduk, ses kartımız da yanımızdaydı, düzgünce kaydettik. Anlayacağın Berlin’le böyle bir bağlantımız varmış, ben bile unutmuşum! Konserde aşırı gürültülü bir noise bölümü var, Aaron Dilloway’in yaptığı sesleri çalıyoruz. Hemen ardından ses terapisi başlıyor. İnsanlara “aftercare” sunuyoruz bir nevi.
Martin: Önce onları güzelce hırpalıyoruz, sonra da masaj yapıyoruz.
Drew: Butch-fem dualitesini işliyoruz biraz. (kahkahalar)
“The Chrome Reflects Our Image” parçası David Lynch’e adanmış. Kendisiyle olan bağınızı biraz anlatabilir misiniz?
Drew: O kadar sigara içtiği için bir gün öleceğini tahmin ediyorduk, ama yine de onu kaybetmek çok üzücü oldu. Inland Empire filmi çıktığında sinemada izlemiştik. Bizi en çok etkileyen şey kendi vizyonuna olan bağlılığıydı. Ticari kaygılarla hareket etmiyor, tamamen içsel bir tutarlılıkla işini yapıyordu. Daha çocukken tanıştım onun sanatıyla, çünkü üvey babamın bir sineması vardı. Eraserhead adlı garip bir filmi gösterime sokmuştu. Ben de izlemiştim.
Harika bir çocuk filmidir! (kahkahalar)
Drew: Daha çok küçüktüm ve o yaşımda bile bana inanılmaz gelmişti. Aslında çok basit bir konuyu anlatıyor: Genç bir adamın sevgilisi hamile kalıyor. Ama bunu öyle bir şekilde anlatıyor ki, olaya bambaşka bir pencereden bakıyorsun. Korku ve mizahın o birleşimi, türlerin o iç içe kaynaşması… Yaptığı şeye büyük saygı duyuyorum. Tabii insanlar Lynch deyince çoğu zaman Badalamenti’yi de kast eder, çünkü film müzikleri tarifin bütününde inanılmaz etkili. Bu şarkı özelinde de Martin, o meşhur Twin Peaks jeneriğindeki gibi tınlayan bir gitar sesi istemişti.
Martin: Anlatacağım öyle özel bir hikâye yok aslında. Senin ne yaptığını duyunca “Buraya neyin gideceğini biliyorum!” dedim sadece.
Drew: İlk duyduğumda şaşırmıştım, çünkü şarkı çok gitar ağırlıklıydı.
Martin: Hoşuna gitmemişti!
Drew: Şey gibi gelmişti…
Martin: Biz de fazla harfi harfine gidiyorduk hani, o kadarına gerek yoktu. “Metal albümü! Her ses metal objelerden çıkmalı!” Ben de dedim ki, “Elektrik gitarın telleri de metal! Manyetikler metal! Düşündüğünden daha fazla şey metal!” (kahkahalar)
Drew: O parçada bence bir ölçüde Labradford’dan da etkilendik. Onlarla birlikte turneye çıkmıştık. Melodiye, minimalizme ve tekrarlayan seslere yaklaşımları çok etkileyici gelmişti. “The Chrome Reflects Our Image” onlara özenen bir şarkı gibi de oldu bakınca.
Martin: Ama onlar bizden çok daha iyi.
Drew: E bir zahmet, gitarı bizden çok daha iyi biliyorlar. Biz sadece deneme yanılmayla bir şeyler bulmaya çalışıyoruz.
Martin: Gerçek bir gitariste çaldırdım o bölümü, bunu da belirteyim.
Drew: Evet, Half Japanese’ten Jason Willett. Klasik bir Amerikan grubu, ama genel olarak bambaşka bir tınıları da var.
Sabah şunu düşündüm: “Norway Doorway” parçasında da ufak bir Badalamenti havası var.
Drew: Evet, niye öyle dediğini anlıyorum. Parçadaki son ses çınlayan o “kıyamet” akorlarını kastediyorsun. Onun sebebi biraz Thor’la birlikte Swans’ı düşünmemizdi zaten. O büyük, korkunç akorları pat diye üstüne üstüne vurdukları o anları… Artık bilmiyorum mesele Trump’la mı ilgili travmayla mı; ama sanki önce korkunç bir sesi, sonra da sessizliği de tekrar tekrar duyduğunda zamanla bir biçim ortaya çıkıyor. Aslında o parçanın albümün başında olması gerektiğini düşünmemiştim. Martin “Hayır, bu giriş parçası olmalı,” dedi. İyi ki de öyle demiş. Ben öyle hareket etmezdim. Daha çok “Tatlı bir parça koyalım, insanları şöyle bir ısıtalım önce,” kafasında olurdum. (gülüşmeler)
Martin: David Lynch’le ilgili birkaç soru aldık bu aralar. İşin aslı çok karışık. Yıllar boyunca aklımdan çok farklı şeyler geçti onunla ilgili. Hiç “David Lynch’i seviyorum, aşığım!” gibi bir yerde durmadım aslında, ama hayatım boyunca hep bir şekilde oradaydı. Ve çok önemli bir yerdeydi. Yaptığı şeyler kesinlikle Amerika kültürünün en iyi ve en doğru temsillerinden biri. Çünkü Amerika dediğin çirkin ve aptal bir kültür.
Drew: Kötücül bir kültür aynı zamanda.
Martin: Aptallık Amerika’nın temel taşlarından biri. Şu anki başkanımıza bak, her şey ortada. Çirkin ve nefret dolu insanlara bir spot ışığı tutuluyor resmen. David Lynch de bunu göstermek konusunda çok başarılıydı.
Drew: Aynı zamanda komediyle, insanların günlük hayatlarıyla, o Hollywood fantezi dünyasıyla da ilişki kuruyordu. İlham verici bir sanat gerçekten. Toplumun çok farklı katmanlarıyla, tarihsel gerçeklikle bağlantı kuruyordu. Bunun yanında kendine has, oldukça tekinsiz bir tarafı da vardı.
Martin: Lynch’in kendi albümlerini o şekilde yayınlayabilmiş olmasına da bayılıyorum. Dinledin mi hiç?
Evet, bayağı iyi işler var aralarında.
Martin: Ama bayağı kötü işler de var. Çünkü “Ne olacaksa olsun!” kafasıyla yapmış hepsini. (kahkahalar)
Bence onu büyük yapan da biraz bu.
Martin: Belki de, evet!
Drew: Bence bu işin özü bilinçdışında yatıyor. İçimizdeki şeyi dış dünyaya aktarırken onu hemen popüler bir şeye çevirmemek kritik bir adım. İçindeki o tekinsizliği, o garipliği nasıl muhafaza edebilirsin? Esas soru bu.
Martin: Şu an aklım merch masamıza gitti. En son baktığımızda orada bir sürü insan birikmişti. Baltimore’dan bir çocuğu satışları yapması için görevlendirdik ama ona hiçbir şeyin fiyatını söylemedik! (kahkahalar) Şu an ne yapıyordur acaba?
Belki insanlara “Gönlünden kopanı ver,” diyordur.
Martin: Hayııııır!
Drew: Gerçek bir noise underground kültüründen geliyor o. Muhtemelen fiyatları düşük veriyordur.
Martin: Ben kaçar! (kahkahalar)
(Bu noktada Martin merch masasına bakmak için yanımızdan ayrılıyor, sohbetin kalanına Drew ile devam ediyoruz.)
Drew: Aslında hazır buradayken bir konuda fikrinizi alabilirim: Şu anda içinde yaşadığımız Trump iktidarının, sizin Erdoğan’la yaşadığınız durumu bir şekilde yansıttığını ya da ona benzediğini hissediyorum.
Bence iki iktidar arasında kesinlikle paralellikler var. Uzun süredir Erdoğan rejiminde yaşıyoruz, öte yandan son zamanlarda küresel ölçekte yükselen bir teknoloji oligarşisi faşizmi söz konusu. Bu da paralellikleri daha görünür hale getiriyor. Albümünüzün notları “Faşizme ölüm!” cümlesiyle bitiyor. Belki bu meseleleri konuşmak için tam şu an iyi bir zaman olabilir.
Drew: Evet, şu anda gerçekten ürkütücü bir zaman dilimindeyiz. Sürekli olarak bir gölgenin altında yaşıyoruz, yaklaşmakta gözüken bir felaketin gölgesi bu. O gölgenin büyüklüğü de seni korkutmak ve güçsüz hissettirmek için kullanılıyor. Belki de gerçekte o kadar büyük bir tehdit yoktur, ama biz hep “başımıza gelecekler” korkusuyla yaşıyoruz artık. Ben Matmos’la uğraşmıyorken bir okulda ders veriyorum. Okulumuzda avukatlar var ve bana sürekli şu tarz mailler atıyorlar: “Eğer ICE (göçmenlik polisi) gelip birini tutuklamak isterse, müdahale etmek suçtur. Polisi engellemeye çalışmak suçtur. Birini saklamak isterseniz de suçtur.” Bu aslında “Bunu yapamazsın” demek değil. “Eğer yaparsan biz seni savunmayız” demek. Yani yalnızsın.
Herkesin vicdanı kendine. Sırf başıma bir şey gelebilir diye hizaya girmek zorunda değilim. Bu benim kararım. Şu anda herkes Filistin’de neler olup bittiğini görüyor. Herkes Gazze’de neler yaşandığını görüyor. Sonra birileri çıkıp “Bu konuda konuşamazsın!” ya da “Konuşursan Yahudi düşmanı olursun!” diyor. Bu tam anlamıyla delilik. İnsanları tamamen konuşamaz hale getiren saçma bir baskı var üstümüzde.
Almanya’da da fazlasıyla geçerli bir durum bu.
Drew: Aynen öyle! Almanya’nın geçmişinde ciddi travmalar var. Bence Nazi tarihinden gelen travmalar, Almanları korkunç bir ikilem içine sürüklüyor. Bu da insanların sesinin kısılmasına neden oluyor. Gerçekten korkutucu bir zamanda yaşıyoruz. Yalnız başıma evde oturup bütün gece telefonuma bakarsam içimde sadece korku hissediyorum. Güçsüz hissediyorum. Öte yandan arkadaşlarımla buluşup birlikte bir şeyler yaptığımda, bu bana güvenebileceğim çok fazla insan olduğunu hatırlatıyor. Benim gibi hisseden pek çok insan var, yalnız değilim. Belki kulağa klişe geliyor, ama hâlâ çok etkileyici bir şey bunu görmek. Baltimore’da Turnstile diye bir hardcore grubu var. Evsizler için sağlık hizmeti fonu oluşturmak adına bir etkinlik yaptılar. 7000 kişi geldi. Devasa bir olaydı. Orada olmak, bana “Yalnız değilim” hissini tekrar yaşattı. Bence güç sahiplerinin istediği şey korkmamız. Bizi umutsuz hissettirmek istiyorlar. Her şeyi onların belirlediğini, ne söyleyip ne söyleyemeyeceğimize onların karar verdiğini düşünmemizi istiyorlar. Ama bu doğru değil. Tabii ki bu, hiçbir kötü sonuç görmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Rümeysa Öztürk gibi insanlar sadece bir köşe yazısı yazdığı için sokaktan alınıp götürülüyor. Bu gerçekten mide bulandırıcı ve korkunç bir şey.
“Faşizme ölüm” dediğimde kastettiğim şey bir fikrim ölümü. Şu anda Amerika’da çaresiz hisseden pek çok insanın zihninde bir fantezi var: Trump’ın kalp krizi geçirmesini ya da felç olmasını, ölüp gitmesini istiyorlar. Çünkü onların gözünde Trump gittiği an her şey çözülecek. Oysa ben böyle olacağını hiç sanmıyorum. Sorun sadece tek bir adamdan ibaret değil. Asıl mesele, onu desteklemekte hiçbir beis görmeyen insanlar. “Göçmenleri sınır dışı edin!” pankartı taşıyan insanlar. Mesele Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti arasında bir mücadele değil sadece. Çok daha derin bir mesele. Ben Güney’de, Kentucky’de büyüdüm. Ailemin büyük kısmı Alabama’lı. Birçok teyzem, amcam kendini Demokrat olarak tanımlar. Merkezin solunda olduklarını düşünürler. Oysa bir araya geldiklerinde yoksullar ya da siyahiler hakkında konuştuklarında söyledikleri şeyler, Trump’a oy verenlerin söylediklerinden çok da farklı değil.
Bence Amerika’nın bilinçaltında hâlâ iyileşmeyen bir yara var: Irk meselesi, kölelik tarihi ve köleliğin bıraktığı miraslar. Toplum olarak hiçbir zaman yaşananları gerçekten sindirip eleştiremedik. Bugün yaşadığımız birçok siyasi gelişme de bu meseleyi hâlâ konuşamıyor oluşumuzdan kaynaklanıyor. Düşünsene, bu hikâye sadece altı kuşak önceye dayanıyor. Benim ailem köle sahibiydi. Adım Andrew Daniel. Ailemde başka bir Andrew Daniel daha vardı; Konfederasyon için savaşmış. Yani kölelik devam etsin istiyormuş. İsmim, o tarafta savaşmış birinin ismi. Alabama’daki ailemi ziyaret ettiğimde bir fotoğraf albümü görmüştüm. İçinde yaşlı bir siyahi kadının fotoğrafı vardı. “Bu kim?” dedim. “Aa, o Cindy Teyze. Ailenin son kölesiydi,” dediler. Kim ev sahibi olabilir, kim bankadan kredi alabilir, kim alamaz; bu ayrımlar hep kölelikle bağlantılı. Amerika’daki birçok şey, geçmişte yaşanan bu zararın izleriyle şekilleniyor. Bu tarih öyle “Evet, böyle bir şey oldu, çok da kötüydü ama hadi artık önümüze bakalım!” diyerek geçiştirilebilecek bir şey değil. Ailelerin servet dağılımına ve tarihlerine bak, gerçekten önümüze bakabilecek miyiz? Zenginlik kuşaktan kuşağa geçiyor. Kapitalizmin nasıl işlediğini hepimiz biliyoruz: Yatırım yaparsın, büyür ve devredersin. Trump kötü, Macron kötü, Putin kötü. Yönetimdeki birçok lider kötü. Hepsi de farklı şekillerde kötü.
Bazı ortak noktalar da var.
Drew: Evet, paralellikler var. Tabii bu karşılaştırmaların da bir sınırı var, çünkü eşitsizlikle boğuşan her toplumun bir kölelik geçmişi yok. Bazı yerlerde eşitsizlik başka şekillerde işliyor. Ama hepimizin ortak noktası ne? Kapitalizm.
Sizin kuşağınız… Sizden her şey çalındığı için her şeyi talep ediyorsunuz. Neden etmeyesiniz ki? Artık hiçbir şey sizin erişiminizde değil. Bu yüzden sistemi olduğu gibi sürdürmek için bir sebebiniz de yok. Çünkü işler belli ki böyle yürümeyecek. Mesela boomerlara ya da benim kuşağıma bakıyorum -50 yaşındayım-, birçoğumuz hayatımızdan nispeten memnunuz. Bu yüzden köprüleri çekip kendi güvenli alanımıza sürükleniyoruz. Ailemle Trump hakkında konuşmaya çalışıyorum mesela. Diyorlar ki: “Ay çok moral bozucu, ama boşver, biz artık haber falan izlemiyoruz. Zaten yapacak bir şey yok, öğrenmenin ne anlamı var ki?” Kafalarını kuma gömmüş durumdalar. Sanırım üzerine düşünmek istemiyorlar çünkü fazla ‘acı verici’ geliyor.
Bence burada mesele sadece kuşak farkı değil. Bizim kuşağımızda da düşünen insanlar kadar düşünmeyi reddedenler var. Bunda sosyal medyanın payı da büyük.
Drew: Evet, sosyal medya ve insanların nereden haber aldığı ya da nasıl içerikler tükettiği algımızı çok etkiliyor. Biz hep şu fanteziyle büyüdük: Genç kuşak her zaman öncekinden daha radikal olur, daha solcu olur… Ama Trump’ın son seçim turunda işler pek öyle olmadı. Eğer sadece TikTok videoları ya da belli başlı YouTuber’ları takip ediyorsan, gerçekliğin de o perspektiften şekilleniyor. Bu konuda ne yapılabilir, bilmiyorum. Belki de çözüm, mikro ölçekte hareket etmektir: Kendi çevrene, kendi topluluğuna, kendi mahallene odaklanmak… Öte yandan bunu söyleyebilmemin nedeni kendi topluluğumu seviyor olmam. Bu konuda çok da bilge biri olduğumu düşünmüyorum. 1980’lerdeki DIY (kendin yap) sahnelerini hatırlıyorum: Müzik yapan bir grup arkadaştık sadece. Bir bodrum katında konser verirdin, seyirci de tamamen eşin dostun olurdu. Kültürün gerçekleştiği seviye buydu. Belki de bugün de viral olmayı ummak yerine öncelikle böyle bir yöne dönmek gerekiyordur.
ABD’deki siyaset sisteminin ikili yapısından bahsettin. Seçmenlerin önüne baktığında iki temel seçenek sunuluyor: Demokratlar ve Cumhuriyetçiler. Demokratlar kendilerini solcu gibi gösteriyor ama aslında sadece daha az sağcı bir kimlikteler. Türkiye’de de bunun çok benzeri bir durumun söz konusu olduğunu söyleyebilirim.
Drew: Kesinlikle. Önüne sunulan seçenekler çok dar ve kısıtlı. Bu mesele biraz da maddi güçle ilgili gibi geliyor bana. Şayet televizyon reklamları için birileri ödeme yapmamışsa, o platformda yer alma şansın yok. Reklamlar da o kadar pahalı ki, yalnızca gerçek anlamda gücü elinde tutanları tehdit etmeyen fikirler öne çıkabiliyor.
Bence bir müzisyen olarak sahneye çıkıp bir topluluğa seslenebilme gücüne sahip olmak çok önemli. O platformu kullanmak gerek.
Drew: Evet. Ama biz Amerikalılar bu konuda biraz garip hissediyoruz açıkçası, “İnsanlar Amerikalılardan zaten yeterince şey duydular!” gibi bir bakış açımız var. (kahkahalar) Ama ne demek istediğini anlıyorum. Her gün mikrofonun karşısına geçip yüzlerce kişiye hitap etme şansın olmuyor. O şansın varsa, neden bir şey söylemeyesin? Bu çok basit bir şey bile olabilir.
Geçenlerde İskoçya’daydık. Sahnede translar ve trans hakları hakkında birkaç söz söyledim. Sanırım insanlar buna gerçekten değer verdi çünkü translar aleyhine çıkan büyük yasal kararın arkasında İskoç bir grup vardı. İskoçya merkezli cinsiyet karşıtı TERF bir tayfa… Herkesin hayatını daha da zorlaştırdılar. Çok dar görüşlü, berbat bir anlayış.
Evet, belki bu söylediklerimiz zaten aynı fikirde olanlara seslenmek oluyor, ama bu da sorun değil. Hiç yoktan iyidir.
Matmos’un Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.