Bizi ve daha nice müzik sevdalısını çok heyecanlandıran Manchesterlı karanlık post-punk/rock/caz ekibi Maruja, ilk EP’leri Knocknarea ve teklileriyle şu günlerde çok güçlü ve ümit vaat eden bir çıkış yapıyor. Biz de kendilerini daha iyi tanımak için saksafoncu Joe Carroll ile sohbet ettik.
Bu Türkçe bir platformla yaptığınız ilk söyleşi mi?
Joe Carroll: Aynen.
İlk olmak beni onurlandırdı. Basit bir soruyla başlayalım: Maruja nedir? Adınızı nasıl telaffuz ediyorsunuz?
Nasıl istersen öyle telaffuz edebilirsin. Soranlar oluyor hep, ama gel gör ki biz İspanyol değiliz. Nedir, ne değildir söylemek bize düşmez. İspanyolca maruha şeklinde okunuyor, bizse Manchester’lıyız ve maruja diyoruz.
Grupça nasıl bir araya geldiniz?
Vokalimiz Harry ile basçımız Matt üniversitede aynı müzik dersine katılmış ve tanıştıkları günden itibaren kardeş gibi olmuşlar. İlk başta grupta şu an olmayan iki üye de varmış: Bir gitarist / vokalist ve bir davulcu. Sanırsam bir arkadaşları sayesinde videoma denk gelmişler. Ben de derslere katılıyordum, sınavlarım iyi geçmiyordu. Birden “Müzik yapacağım!” oldum. Onda programlar, ödevler yoktu. Sonra müziğe çok tutkulu yaklaşan insanlar bana ömrümde duymadığım müzik türlerini tanıttı. “Provaya gel bir ara,” dediler. “Peki!” dedim. “Daha önce hiç grupta çalmayı düşünmemiştim, ama hadi bakalım.” Şarkılar yapmaya başladık, aklım uçtu. Yaratıcı aktiviteler hep ilgimi çekmiştir, ama o noktada bir konseptle yepyeni bir seviyede bağ kurduğumu hissettim. Hiçlikten bir şeyler ortaya çıkarmak bana çok iyi geldi. Bir noktada çok meşgul olmaya başladık. “Hafta iki üç prova alalım.” dedik. Bu öneri eski üyelere pek uymadı. Yeni bir davulcu bulmalıydık. Tanıştığımız ilk kişi Jacob idi. Oracıkta kendisiyle 20 – 30 yıl sürebilecek bir ilişkinin içine adım attığımızı hissettik.
O hâlde Maruja senin ilk grubun mu?
Üniversitede minik bir gruba girmiştim, Jacob da başka bir şehirde başka bir gruptaydı; ama ciddi bir şeye adım atmamıştık.
Bence bu kadar erkenden böylesine sağlam temellere sahip bir sound’a katkıda bulunmuş olman güzel şey.
Sen şu an çaldığımız şeyi duyuyorsun; ama biz altı, belki yedi yıldır birlikteyiz. Bu bir de benim gruba girdiğim zaman oluyor, grubu kuran ikilinin dokuz yıllık bir geçmişi var. Çok fazla sound denedik, zamanla müzik kendi kimliğine kavuştu. Zorla oldurduğumuz hiçbir şey yok, içimizden çıkan her şey doğal biçimde var oldu. Yıllar içinde nice şey denedik, hepsinden de bir şeyler öğrendik. (gülüyor)
İlk sound’unuz şu ankinden çok mu farklıydı?
Manchester’dan geliyoruz. Fark etmişsindir, şu aralar ortada çok fazla post-punk grubu var. İlk başladığımızda ise her yer indie grubu doluydu. Oasis ile The Stone Roses’ın bıraktığı etki bugün bile buralarda çokça hissediliyor. Nefret ediyorum bu durumdan! (gülüşmeler) Öyle bir şeyler yapma baskısı vardı üstümüzde ilk başta. Hatırlıyorum, yıllar önce bir pub’da çalıyorduk. Bir adam önümüzde durup “Rock grubunda saksafonun ne işi var?” dedi. Farklı bir şey yapmaya çalışıyoruz şurada, rahat bıraksana! Ayrıca birçok insan ne sevdiğini zamanla öğrenir, sevdiği şeyler de değişir. Genellikle 16 yaşında dinlediğin şeyleri 22 yaşında da dinlemezsin. Müzik yaparken biraz da o sıralar dinlediğimiz şeyler ayyuka çıkıyor. Eskiden daha fazla hip-hop ve reggae vardı işin içinde. Sonra ben gruba girdim ve caz bir şeyler doğdu. Önceden belli düşüncelerle kayda giriyorduk: “Bu biraz daha ballad olsun, bu punk olabilir” gibi… Neticede işler, her ilhamın birleşip o şarkıda ne iyi hissettiriyorsa onu doğurduğumuz bir aşamaya geldi. Başta denediğimiz şeylerde kötüydük. Daha fazla pratikle farklı şeylere nasıl yaklaşacağını öğreniyorsun. Olgunluğa erişiyorsun. Artık birden çok türü içeren bir şey yazıyorken bizi yazmaya ne itiyorsa onun peşinden gidiyoruz.
Şimdiye dek yayımladığınız şarkılar içinde yaratması en kolay ve en zor birer şarkı seçsen bunlar hangileri olurdu?
Seçebileceğim bir ikili. En kolayı “Zeitgeist” idi. Komik de bir hikâyesi var aslında. Jacob ile beraber BBC’de çalışıyorduk. Düşük maaşlı işlerimiz vardı, Kış Olimpiyatları’nda çalışıyor ve gece vardiyasına kalıyorduk. Her sabah da olmayacak bir saatte uyanıyorduk. Uyuyor, pratiğe gidiyor, tekrar uyuyorduk. Çok kötü bir düzendi. Jacob bir gün yanıma geldi. Elimizde yeri yurdu belli olmayan minik bir bas akoru vardı. Aklına bir fikir geldiğini söyledi. Çok iyi beatbox da yapabiliyordu. Aklındaki davul ritmini açıklayacak kadar… Tam olarak bunu yaptı. Saat da sabahın üçü, aklım hiç yerinde değil. “Vay, çok iyi! Hemen kaydını alayım.” oldum. Telefonumu çıkardım, karşımda bana içini döktü. Şimdi o ilk beatbox kaydını açıp dinlediğimde berbat geliyor. Ama ilk fikir oradaydı. İş şarkıyı yazmaya geldiğinde ise her aşamanın bir sonrakini kolayca doğurduğu bir süreç oldu.
En zor iki şarkı Knocknarea’dan “Thunder” ile “Kakistocracy” idi. “Kakistocracy” EP’nin kapanış şarkısı. Beş yıl kadar önce yazdık. Sana bahsettiğim yollardan geçiyor, olgunluğa sonunda ulaşıyorduk. Başta 10 dakikaydı şarkı. Yapımcımız Sam Jones’a gidip şarkıyı dinlettik. Albümde olmasını çok istiyorduk. Çok sevdiğimiz kısımlar vardı içinde, bir de 7-8 dakikalık bir girişi vardı ki adeta bambaşka bir şarkıydı. Sonlarda hafif gitar akorlarına kapanış misali yürüyor, en sonunda doruk noktasına ulaşıyordu. Sam şarkıyı dinledi ve “Evet, bir şarkı yapmışsınız, ama kaydın son dakikasına sıkıştırmışsınız, waffle’a dönmüş,” dedi. Bunu onayladık ve şarkının sonunu kullanmaya karar verdik. O da sonradan şu anki şarkının girişine dönüştü. Serbest bir forma kavuştu. O şarkıyı devasa bir enerji topu var etti. Şu an stüdyo kaydı altı dakika. Canlı çalarken ise işi daha da ileri taşıyoruz. Bir noktada dokuz dakika civarı seyrediyordu, şu anda 11-12 dakika civarı çalıyoruz. Sonsuza dek büyüyen bir şarkı yani. Canlı çalarken insanlardan aldığımız tepkileri seviyoruz. Bizde sahnedeyken uyandırdığı tepki ise bir hüsran hissi. Böylelikle sonsuza dek büyüyen bir şey doğuyor. En zor şarkı diyebilirim kendisine bu yüzden. Hâlâ yazım aşamasında, üstelik yazmaya başlamamızın üstünden beş yıl geçmesine rağmen.
Yayımlandıktan sonra büyümeyi sürdüren şarkıları severim. Özel bir kimlikleri vardır. Bana şu alıntıyı hatırlatırlar: “Bitmiş sanat yoktur, terk edilmiş sanat vardır.” Bana az önce söylediklerin de bununla örtüşüyor.
Katılıyorum. Ama bitirmen şart. Bir noktada “Tamam, bu bitti.” diyebilmelisin.
Bir noktada terk edeceksin zaten, ya yayımlamak ya da vazgeçmek yoluyla. Ancak yayımlarsan sonrasında kendine yeni bir yaşam edinebilir.
Evet. Bazen o dengeyi bulmak zor oluyor. Mesela kaydedeceğimiz sıradaki şarkıları düşünüyorum. Önümüzdeki 6-7 ay içinde yazacağız, sonra da yazdıklarımızı turnede sahneleyeceğiz. Yaklaşık 30 defa çaldık mı artık kaydetmenin vakti gelmiş demektir. Öncelikle bir konser grubu olduğumuz kesin. Şarkıları insanlara çalmak çok öğretici bir deneyim oluyor, “Kakistocracy”nin artık 12 dakika olması da bunun yaşayan kanıtı. Konserlerimizdeki enerjinin kayda da sirayet etmesini istiyoruz. Şarkıları konserlerde öğrendiğimizde kaydetmek için en doğru vakit gelecektir.
Doğaçlama bir soru sorayım: “Konserlerde büyüyen” isimler içinde en iyi canlı performansı kim sergiliyor sence?
Amanın. (gülüşmeler) İlk aklıma gelen Swans oldu.
Buna katılabilirim. Türkiye’de iki kez canlı izledim, bambaşka bir şeydi.
Evet, çok ilginç insanlar. İlk kez altı ay önce Manchester’da canlı izledim. Hayatımda o kadar gürültülü bir konsere gitmemiştim. Pis bir deneyimdi. Kesinlikle tehlikeliydi.
Performanslarımızda bu tavırdan ilham alıyoruz. O tür bir enerji bünyede ayin hissi uyandırıyor adeta. İzleyicilerin içinde psikedelik deneyimler yaşayanlar vardı, seremoni gibiydi ortalık. Tekrarlara dayalı bir performanstı ve herkes müzikle birlikte anın içindeydi. Konserin sonlarına doğru ses düzeyi öyle zirve bir noktaya vardı ki “Yok artık, bu kadarı da fazla.” dedim. Monitörler patlamaya yaklaştı, tüm mekân her an havaya uçabilir gibiydi. Sanırım monitörler sonunda cidden patladı. Performans bitti, yürüyüp gittiler. “Neye tanık oldum ben az önce?” diye düşündüm.
Çok yükseltici bir deneyim olduğu kesin. Kendi içinde bir rave’i de andırıyor, ruhani ve şamanistik damarları var.
Çok yükseltici, evet. Ama korkunç da. Hem de çok korkunç. (gülüşmeler)
Grotesk bir şekilde yükseltiyorlar diyebiliriz.
Aynen. Bence bugünlerde insanlar tam olarak bununla empati kuruyor. The Beatles zamanında herkese seslendi, insanlar da apaçık biçimde o güzel müzikleri sevdi. Günümüzde ise dünyanın durumuna paralel biçimde nice sanat eserinden kudretli karanlık duygular yükseliyor. Daima kötü şeylerle güzel şeyler aynı anda yaşanıyor elbette, ama baktığında artık kontrolümüz dışında seyreden şeylere karşı daha fazla hüsran besliyoruz gibi duruyor.
Neyin popüler olabileceğini belirleyen normlar da değişiyor. Mesela artık bir eser, risk içeren bir süreye sahip olup yine de başarıya kavuşabiliyor. Özellikle anaakım filmlerin üç saati aştığı sinemada görüyoruz bunu. Müzikte ise eskiden geçerli olan “başarı istiyorsan üç-dört dakikalık tekliler yayımla” formulü, istisnalara hiç olmadığı kadar açık. Alışılagelenden uzun veya kısa olabiliyorlar. Kaldı ki zamanın geçişini kavrayışımız da TikTok çağında zaten çok değişti.
Kesinlikle. “The Tinker” adlı bir şarkımız var mesela, her nasılsa en popüler şarkımız oldu. Knocknarea’yı yayımladığımızda hayran kitlemiz yoktu hiç. Konserlere gelen bir kitle vardı, ama şimdikiyle boy ölçüşemezdi. O şarkının bunca insana hitap edip kendine özgü bir varlığa dönüşmesini kesinlikle beklemiyorduk.
Şarkı enstrümental ve bir doğaçlamanın içinden çıkıverdi. Müzik yazma biçimimiz çoğunlukla birlikte giriştiğimiz doğaçlamaları içeriyor. O şarkı da 20 dakikalık bir doğaçlamanın içinden alınmış beş dakikalık bir kısım. Stüdyoya girip yeniden yaratmamız gerektiğine karar verdik. Bunu yaptık da. Yayımlamak istediğimiz bir şey olduğunu biliyorduk, ama bize bir dönüşü olması gibi bir beklentimiz yoktu. Radyolara girecek gibi değildi. Ama girdi, birçok insan da bağ kurdu.
Bu durum bizde sahiden canının istediğini yapabileceğin yönünde bir farkındalık yarattı. Çoğu zaman neyin başarıya ulaşıp neyin ulaşmayacağını bilmeden ilerliyoruz ki bence bu iyi bir şey. Her şeyin başarıya ulaşabilmesi şüphesiz sanat için olumlu bir durum. İnsanların üstündeki baskıyı azaltıyor.
Çok sayıda platform ve insandan övgüler alıyorsunuz. Bunlar içinde en sevdiğim müzik eleştirmenlerinden Anthony Fantano da var. Bu seviyede bir onay ve kabul ilk albümünüzü hazırladığınızı tahmin ettiğim şu yolda üstünüzde baskı oluşturuyor mu?
Yani, Anthony Fantano’yla aynı cümlede anılmamız bile çok gerçekdışı. Az önce Swans’tan konuştuk. Fantano ise sırf videoları yoluyla bizi onca harika müzikle tanıştıran kişi. Öte yandan bunca zamandır yolda olduğumuz için nasıl bir güzergah izlemek istediğimizi çok iyi anladığımız bir noktaya geldik. Bununla sırf nasıl bir müzik yapmak istediğimizi kastetmiyorum. Sanata dair yaklaşımımızdan da bahsediyorum.
Elbette bize gelen destekleri görüyoruz. Bunca insana temas ettiğimizi görmek inanılmaz bir şey. Aklımız almıyor cidden. Yaptığımız işi ne kadar etkilediğine gelirsek: Herhangi bir noktada “İnsanlar punk şarkıları seviyor,” ya da “Millet ‘The Invisible Man’i sevdi. Onun gibi şarkılar yapalım.” diyeceğimizi sanmıyorum. Öyle bir noktaya asla gelmeyeceğiz.
Baskı arttı diyemem özetle. İlk kez gözlerin üstümüzde olmasının tadını çıkarıyoruz, zira yıllardır bu yolda emek sergiliyoruz ve şu anki konumumuz konusunda çok tutkuluyuz. Her şeyimizle hazır olduğumuzu hissediyoruz.
Yeri gelmişken sana sahiden yeni materyal anlamında istikametinizi sormam lazım. Nasıl gidiyor o kısım? Bir debut album geliyor mu ve beatbox türünde mi olacak?
(gülüyor) Evet. Akustik olacak. O kadar akustik olacak ki sadece ağızlarımızla kaydedeceğiz.
İstikametimizi bütünüyle kararlaştırdığımızı söyleyemem. İnternetteki yorumları görüyoruz, herkes “Albüm yayımlamaları şart!” diyor. Nerede olduğunu bilmek istiyorlar. Biz de “Hem zaman hem para isteyen bir şey, bizde ikisi de yok.” diyoruz. Bu sene heyecan verici şeyler yayımlayacağız, daha öte bir şey de demeyeceğim. Durmadan yazıyoruz, ama yemek bir anda pişmeyecek.
Bu soruyu sormasam olmazdı, ama elbette üstünüzde baskı hissedin istemem. Acele etmeyin, doğru vakit gelince yayımlayın.
Aynen. Hazır olunca karşınızda.
Öncelikle bir konser grubu olduğumuz kesin. Şarkıları insanlara çalmak çok öğretici bir deneyim oluyor, “Kakistocracy”nin artık 12 dakika olması da bunun yaşayan kanıtı. Konserlerimizdeki enerjinin kayda da sirayet etmesini istiyoruz. Şarkıları konserlerde öğrendiğimizde kaydetmek için en doğru vakit gelecektir.
Joe Carroll
Müzik dinleme platformuna şu an ulaşabiliyorsan dinlediğin son üç şarkıyı söyleyebilir misin?
Şu anda Notorious B.I.G.’den “Juicy” açık. Ready to Die albümünü tekrar dinliyorum, çünkü herkes dinlemeli. Herkes.
Bir EDM şarkısı dinlemişim. Adı “Under Belly”, sanatçı Blawan.
Son olarak Enola Gay ile Mount Palomar’dan “Terra Firma” var. Enola Gay dostlarımızdır. Muhtemelen en yakın olduğumuz grup onlar. Geçenlerde birlikte İrlanda’da konser verdik. İlk ortak konserimiz de Aziz Patrick Günü’nde Manchester’daydı. Çılgınca geçti. “Aramızda özel bir şeyler var,” diye düşündük. O gün bugündür sıkı fıkıyız. Sayelerinde bir DJ olan Mount Palomar ile de tanıştık. Eskiden Berlin’deki Berghain’da sahne alırdı. İnanılmaz biri. Önümüzdeki turnenin Londra ve Manchester konserlerinde bizimle sahne alacak. Harry ile setine atlayıp konserimizden önce onunla birkaç şarkı çalacağız. Eğlenceli olacak diye düşünüyorum. Kendilerine buradan saygılar.
Söylememe gerek yoktur, ama bir gün sizi ben de canlı görmek isterim.
Of, Türkiye gibi bir yerde çalmayı çok isteriz; ama bugünlerde bu öyle pahalı ki. Eski müzik endüstrisinden çok uzak günlerde yaşıyoruz ne yazık ki.
Brexit’ten beri hiçbir şey eskisi gibi değil demek?
O kelime müziğimizin bu kadar agresif ve sinirli olmasının ana sebeplerinden biri. Cidden bak. Korkunç bir durum, dostum.
Bir şekilde halledersiniz.
Kesinlikle. Bizi ülkelerinde izlemek isteyen bunca insan olduğu için de çok şanslıyız.
Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onurlandıran bir tema parkındayız. Maruja’nın da kendine ait bir anıt taşı var, üstünde şarkı sözlerinizden biri yazıyor. Hangi sözünüz yazsın isterdiniz?
Sözleri ben değil Harry yazıyor, ama elimden gelen en iyi cevabı vereceğim. “One Hand Behind The Devil” şarkısının kapanış sözlerini çok seviyorum: “One hand behind the devil, the other touching grace / Thoughts begin to meddle, push morals out of place / The opium of faith lies between the love and hate.” Bunu duyup “Oha, çok iyiymiş.” dediğimi hatırlıyorum.
Çok şairane cidden.
Evet. Harry yıllardır şarkı sözü yazıyor. Onun için biz müzisyenlerin hüsranlarından, yaşadığımız şeylerden bahsetmek cidden terapi görevi görüyor. Çok çılgın birkaç yıl yaşadık. Önlerine çıktığımız insanlara bu kadar güzel bir mesajı iletebilen Harry gibi birine sahip olmakla gurur duyuyoruz.
Maruja’nın resmi sitesine şuradan, Bandcamp profiline ise şuradan göz atabilirsiniz.