Maddie Ashman: “Müziğimi Korkutucu Buluyorlar!”

Çellist, gitarist, şarkı yazarı, müzik deneyselcisi, avantpop sanatçısı. Maddie Ashman bunları hepsi ve ötesi. Mikrotonal müzikte yeni olasılıkları keşfeden şarkıları Instagram algoritmasında aldı başını gitti, sonra da Otherworld başlıklı bir EP formatında Bandcamp’te toplandılar. Ashman’ın yeni şarkısı “Toffee” 30 Mayıs’ta yayınlanıyor, öncesinde gelin size 27 Nisan’da Berlin Kwia konseri öncesi kendisiyle yüz yüze yaptığımız sohbeti aktaralım.

Sohbetimize klasik bir giriş sorusuyla başlamak istiyorum. Okurlarımıza biraz geçmişinden ve müzikle kurduğun bağın erken yaşlarda nasıl geliştiğinden bahsedebilir misin?

Maddie Ashman: Yedi yaşında gitar çalmaya başladım. Zaten halihazırda müziğe çok aşıktım. Recorder ile şarkılar yazardım, şarkı da söylerdim. Annem biraz gitar çalardı, ben de bu yüzden gitara başladım. Çok sevdim, minik şarkılar yazmaya başladım. Dokuz yaşındayken okulda biri gelip çello çaldı, “Ben de bunu çalmak istiyorum,” dedim. Ailem bana destek verdi, çello dersleri almaya başladım. O an, “Evet, ben müzisyen olacağım!” dedim. O karar orada netleşti. On bir yaşında piyanoya başladım, ardından bas gitar geldi. Birçok orkestrada ve yerel müzik etkinliklerinde çaldım. Biraz daha büyüdüğümde elektro gitara geçtim. Rock müziğe çok sardım, albümler almaya başladım. Bir ara bir grubum vardı. Metal grubu da kurmak istiyordum. Hatta scream vokal öğrenmeye çalıştım ama sesimi kaybettim, bir daha da denemedim. (gülüyor) Ergenken klasik müzikle metal müziği aynı anda yapıyordum. Sonra Londra’ya taşındığımda klasik gitarı çalmaktan daha çok keyif almaya başladım. Baktığında daha önce hiç gerçekten klasik gitar çalma şansım olmamıştı. Fazlasıyla “izole” bir enstrüman, bunu anlamak için kendisiyle baş başa vakit geçirmek gerekiyor. Aynı zamanda gruplarda çello çalıyordum. Çelloyu neredeyse elektro gitar gibi, gitarıysa çello gibi çalmaya başladım. Pop müzisyenleriyle turnelere çıktım, session işleri yaptım. Derken birkaç yıl önce mikrotonal müzik araştırmalarına çok sardım ve dedim ki, “Evet, benim asıl tutkum buymuş!”

Mikrotonal müzikle ilk ne zaman karşılaştın?

Bir gün bir provadaydım, çello çalıyordum. Partisyonum armoniklerden ibaretti. Bu armoniklerin piyano ile uyuşmadığını fark ettim ve beynimde bir kıvılcım yandı. “Aaa, neden böyle ki?” diye düşündüm. Bu konuya dair derin bir araştırma kuyusuna indim. Eşit aralıklı akor sistemleri ve diğer akor düzenleri hakkında okumalar yaptım. O dönem Michael Harrison’ı çok dinliyordum, sonradan Tolgahan Çoğulu’nun gitar müziğini keşfettim. Birkaç yıl önce kitabını almıştım. Çok geçmeden kendisi çellom hakkında benimle iletişime geçti, mikrotonal müziğe bu kadar ilgili olduğumu bilmiyordu. Yaptığım araştırmalar zihnimi aşırı tatmin etti çünkü mutlak kulak yeteneğim var; müziği tamamen farklı bir şekilde duymaya ve deneyimlemeye başladım. Müziğin kalitesini, değişik aralıkların bana ne hissettirdiğini düşünür oldum. Renk, rezonans gibi olguları düşünüyordum, sadece notaları değil.

O araştırma sürecinde nasıl ilerledin? Mesela bu alışılmadık armonik fikirleri not aldın mı? Ne farklı olabilir, ne nasıl düzenlenebilir gibi fikirlerini not düştün mü? Bu keşif sürecine tam olarak nasıl yaklaşıyorsun?

Genelde müziği akor ızgaraları ya da armonik bir uzay formunda tezahür ederim. La Monte Young ve Michael Harrison’ın kullandığına benzer sistemler… Keşfetmek istediğim alışılmadık ilişkiler üzerinden düşünürüm. Beşinci dereceden armonik mi olacak, yedinci dereceden mi diye düşünürüm. Bu şekilde zihnimde keşfetmek istediğim bir ses manzarası yaratırım. O noktadan sonrası ise sesin kendisine odaklanır. Durmadan çalarım, yazma metodumu doğaçlamalarla genişletirim. Bazen bilgisayarı, bazen enstrümanı kurcalarım. Durmadan doğaçlama yapar, hoşuma giden bölümleri seçip geliştiririm. Aşırı organik bir süreç. Genelde yazılı not almam. Sesli notlar kaydederim. Tabii eğer başkaları için eser yazıyorsam yazılı not düşmek zorundayım, o zaman işler biraz karmaşıklaşıyor. Süreci her zaman mümkün olduğunca sade tutmaya çalışıyorum çünkü öbür türlü erişilemez hâle geliyor. Niyetim de asla bu değil. Müziğimin meselesi karmaşık olmak değil, doğal olmak.

Sesli notlar alma fikri kulağa çok hoş geliyor. Şahsen sadece sonradan sample olarak kullanmak için ses kaydı alıyorum, ama fikirlerin anlık bir belgesi olarak kullanmak da tatlı fikirmiş.

Ben de tam bu yüzden seviyorum zaten, o duyguyu ya da o anki havayı yakalayabiliyorsun. Bazen de bir şeyi yakalıyorsun, sonra tekrarlamaya çalışıyorsun ama ortaya çıkan şey aynı olmuyor. “O anı özel yapan neydi?” diye iyice düşünmen gerekiyor. Bu da her zaman sadece notalarla ilgili olmuyor. Duygularla ya da sesle enstrüman arasındaki etkileşimle ilgili de olabiliyor.

Sesini de bir enstrüman gibi kullanıyorsun. Bu pratik açıdan zor bir şey olmalı gibi geliyor.

Zor olabiliyor, ama bir noktada anın içine kilitlendin mi kilitleniyorsun. O an geldi mi geliyor. Her zaman bu süreci eğlenceli kılmaya çalışıyorum, delirmiş gibi sesler çıkarıyorum. Denemeye devam ediyorum ve sanırım bunu yeterince yapınca doğal bir şey gibi hissettiriyor. Aslında içinde büyük bir hassasiyet ve odak da var. Bunu tekrar tekrar deneyip test ettim, neyin ne şekilde çalıştığını öngörebiliyorum. Süreç hoşuma gidiyor. Kendi sesimle oynamayı çok seviyorum.

Otherworld EP’deki kimlik ve kadınlık gibi temalardan biraz bahseder misin?

Jessa Brown’la birlikte çalıştım. Kendisi harika bir şair ve çok iyi bir arkadaş. Daha önce de birlikte çalışmıştık, o şarkılarımız henüz yayınlanmadı ama yakında geliyor.

Süper.

Daha önceden yaptığımız bir parçamız Galceydi. Bu sefer de ona benzeyen ama farklı olan Gal dilinde (Welsh) bir şeyler yapmak istedik, çünkü bahsettiğim parçayı ilk olarak bir gitaristle birlikte sahnelesin diye, kız kardeşim için yazmıştım. Sahnelediler. Onların versiyonu çok daha operatik bir dünyaya ait, bizimkinden tamamen farklı bir şeydi. Hikâyesi muhteşem; Jessa’nın hikâyesi olsa da içinde barındırdığı kimlik, kadınlık ve geçmişle olan bağlar gibi pek çok tema bana da çok dokunuyor. Aslında yaptığım akor araştırmalarının bazı yönleri de bu temaları yansıtıyor gibi geliyor. Enstrümanlar arasındaki etkileşim pekâlâ etnik kimlik konusunu çağrıştırıyor olabilir. O yüzden çok hoş bir iş birliği oldu.

EP’de pastoral bir his olduğunu da söyleyebilirim aslında.

Evet!

Doğadayken şarkı yazımı konusunda ilham alır mısın hiç? Öyle anlar yaşanıyor mu?

Tabiat içinde yürüyüş yaparken kafamdaki fikirlerin netlik kazandığı oluyor. O yüzden evet, doğadan ilham alıyorum diyebilirim. Ama kendimi çok dış dünyadan beslenen biri gibi de görmüyorum. Daha çok içe dönük biriyim. (gülüyor) İlginçtir, bunu bugün biriyle konuşuyordum. Bana etrafındaki şeylerden ilham aldığını söyledi. Sonra da “Sen öyle değilsin, kafanın içindeki şeylerden ilham alıyorsun.” dedi.

Müzik üretiminin içindeki teknolojik imkânlarla ilişkin nasıl? 

Teknolojiden ilham aldığımı düşünüyorum ama aynı zamanda teknoloji o kadar hızlı gelişiyor ve o kadar her şey mümkünmüş gibi hissettiriyor ki, bunu daha doğal ve organik bir şeyle birleştirmeyi tercih ediyorum. Bazen her şeyi bir kenara bırakıp sadece şarkı söylemek ya da gitar çalmak bile beni çok heyecanlandırabiliyor. Öte yandan daha yayınlanmamış bir sürü parçam var; hepsi sesin farklı perde aralığında hareket eden parçalar ve bunlarda bolca kodlama var, bir sürü teknoloji kullanıyorum. Bu teknolojilerin büyük kısmı büyüleyici. Ama ben bunları bir insan olarak nasıl kullanabileceğime odaklanıyorum. Sadece işin içine katmak değil, onlarla birlikte performans sergilemek istiyorum.

Teknoloji kafa karıştırıcı bir şey, çünkü çoğu zaman ulaşması zor şeyler içeriyor. Bazı ekipmanlar binlerce sterlin ediyor. Bence bazı harika şirketler var. Örneğin Lumatone adında bir şirket var, mikrotonal müzik adına harika bir enstrüman üretiyorlar. Ona sahip olmayı çok isterdim çünkü teknolojisi müthiş, ama fiyatı da çok tuzlu. Asıl olarak bu tür teknolojilere sahip olmadan da müziği nasıl keşfedebiliriz, onunla ilgileniyorum.

Günümüz müzik üretimi ve paylaşımında sosyal medyanın etkisinden de bahsetmek istiyorum. Pek çok kişi gibi ben de müziğini sosyal medya sayesinde keşfettim. “Dark”tan bir kısmı sergilediğin Reels’i izlemiş ve “Vay, bu herhalde yeni bir tür olmalı!” diye düşünmüştüm. Bir yandan da sanat eserlerini ya da medya ürünlerini günümüzde ne kadar hızlı tüketip hemen ardından unuttuğumuzu düşündüm. Medya tüketiminin bu öngörülemez doğası seni endişelendiriyor mu?

(biraz düşünüyor) Bence herkesin sosyal medyayla kendi ilişkisini keşfetmesi çok önemli. Sosyal medya gerçekten güçlü bir şey olabilir. Ama evet, insanların bu kadar hızlı gelip bir o kadar hızlı gitmesi biraz ürkütücü. Yine de bence bu platformu nasıl istiyorsan öyle kullanabilirsin. Gerçek dünyayla bağlantıda kaldığımız ve gerçek insanlarla etkileşimde olduğumuz sürece, müzikle de o insaniliği kurabildiğimiz sürece bence işler tıkırında kalır. Bahsettiğin şarkım “Dark” mesela… Sahip olduğu duyguları çok insani bir yerden taşıyor. İçinde bir kesinlik taşısa da bu kesinlik sistemli bir şey gibi hissettirmiyor. Daha çok… Dışavurumcu bir şarkı diyelim. Bu bağı koruyabildiğimiz sürece işlerin yolunda gideceğini düşünmek isterim.

Evet, anlıyorum. Bu arada sosyal medyayı tamamen olumsuz bir şey gibi göstermek istemem. Gerçekten güzel ve işe yarayan yanları da var. Sonuçta müziğini bu sayede keşfettim. Başka bir sürü şeyi de…

Kesinlikle, katılıyorum.

Sen de sosyal medyayı yeni müzisyenler keşfetmek için kullanıyor musun?

İlginçtir, en azından Instagram’da Reels’lere pek bakmıyorum. Hatta bugüne dek hiç izlememiş bile olabilirim.

Eh, bakmak zorunda değilsin elbette.

Ama işin komik yanı şu ki sosyal medya benim için devasa bir kaynak oldu. TikTok hesabım var ve orada videolar izliyorum, ama müzik videolarına nadiren bakıyorum. Müziğe daha çok okuyarak, dinleyerek, başka müzisyenlerle konuşarak ya da konserlere giderek bağlanıyorum; ilişkim daha çok bu yollarla kuruluyor. İnsanların videolarımı izleyip otantik bağlar kurmuş olmasına çok seviniyorum; çünkü günümüzde hepimizin üstünde sosyal medyayı sadece insanların dikkatini çekmek için kullanmalıymışız, buna göre dönüştürmeliymişiz, yaptığımız şeyi kitleler için yapmalıymışız gibi bir baskı var. Bense bu baskılardan uzak biçimde müziğimi paylaşabildiğim için minnettarım.

Daha önce farklı filmlere müzik yaptığını biliyorum. Peki bir gün birlikte çalışma hayalini kurduğun bir yönetmen var mı?

Aman tanrım. (gülüyor) Sanırım yönetmenlerden çok sevdiğim filmlere müzik yapan bestecilerden hareketle cevap vereceğim. Mesela Jonny Greenwood’un soundtrack’lerine bayılıyorum… Neydi o film?

There Will Be Blood?

Evet. Bir de Madeline’s Madeline diye harika bir film var. Ses tasarımı müthiş. Bir filmi izlerken genelde en çok müzik ve ses tasarımı beni etkisi altına alıyor. Bir de bazı yönetmenler var ki bestecilere geniş yaratıcı özgürlükler tanıyorlar, onları çok seviyorum. Millet bana sürekli “Bir animeye müzik yapmalısın. Ya da bir korku filmine!” diyor. Ama bilemiyorum…

Sence böyle demelerinin sebebi-

Müziğimi korkutucu buluyorlar.

Anladım.

Bir numaram Yorgos Lanthimos olurdu sanırım. Gerçi onun zaten harika ekip arkadaşları var. Paul Thomas Anderson da muhteşem olurdu. Molly Manning Walker’la çalışmayı da çok isterim. Clemente Lohr’la zaten sık sık çalışıyorum. Yakında uzun metraj bir film çekecek, çok heyecanlıyım. Son kısa filminin müziğini ben yaptım.

Sık sık rüya görür müsün? Gördüğün rüyalar müziğine bir şekilde sızıyor mu sence?

Keşke… Maalesef rüyalarım sadece kaygılarımı besliyor. (gülüşmeler)

Peki kaygıların müziğini şekillendiriyor olabilir mi?

Gündüz vakti odamda ya da çok da heyecan verici olmayan başka yerlerde soyut düşüncelere dalarım. İlham bulurum, aklıma eğlenceli fikirler gelir. Öte yandan rüyalarımda hep kötü şeyler oluyor gibi. Ne gördüğümü hatırlıyorum çünkü genelde utandığım şeyler oluyor. Bir konuda gergin hissediyorsam görüyorum. Yani çok da romantik bir tarafı yok açıkçası.

Müzik platformunun dinleme geçmişine bakıp en son dinlediğin üç şeyi paylaşabilir misin?

(gülüyor) Jacobs Vocal Academy’den vokal pratiği üstüne bir podcast dinlemişim. Sık yaptığım bir egzersizdir. Sonra Black Country, New Road’dan “Besties”, bir de English Teacher’dan “Broken Biscuits” var.

2025’ten favori bir albümün var mı? Black Country, New Road’un albümü oldukça iyiydi mesela.

Bayağı iyiydi, evet. Quickly, Quickly’nin I Heard That Noise albümünü çok dinliyorum şu sıralar. Bir de Lucrecia Dalt’ın cosa rara EP’si bayağı hoşuma gitti.

Henüz üstüne fazla düşmediğin ama ileride mutlaka daha fazla kurcalamak istediğin bir enstrüman ya da araç var mı?

Teknolojiye bir enstrüman gibi bakınca keşfedilecek çok fazla şey var gibi geliyor. Onun dışında piyano üzerine daha çok çalışmak isterdim. Bir de saksafon! Bir tane aldım ama öyle çok çalışma fırsatım olmadı. Öyle şeylerle deney yapmayı çok isterim.

Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir tema parkındayız. Her sanatçı veya grubun kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de şarkı sözlerinden biri yazıyor. Senin anıt taşında hangi şarkı sözün yazsın isterdin?

En sevdiğim sözler, bana en kişisel gelenler oluyor. Henüz yayımlanmamış bir şarkımdan bir söz seçebilirim: “I’m so impressed by these tears that are mine / Overwhelming, God, I’ve never felt so alive (Bu gözyaşlarıma hayranım ben / Mahvediyorlar, Tanrım, hiç bu kadar canlı hissetmemiştim).”

Maddie Ashman’ın Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz. Maddie’nin ilk stüdyo albümünün ayak sesi niteliği taşıyan, alt pop/rock türündeki yeni teklisi “Toffee” ise 30 Mayıs’ta yayında.