Juno’nun Kuşu

Qui sibi notus erit, solus sapienter amabit

Sevgiyi yere göğe sığdıramayan bir adam ilk çağlarda okunulmaktan çok yaşanılmaya değer bir söz söyledi.  Yer aldığı kitabının 1965’deki ilk basımına kadar yukarıdaki haliyle insana anlamlar katmaya çalıştı. Sadece kendini bilen aşkını bilgece yaşar. Ovidius’la satırlarda, Metin Erksan’la perdede canlanan sözü eyleme döken yeryüzündeki iki prototip; kadın ve erkek, üstlendikleri rolün ciddiyetine varmaksızın, çabalasa da başaramadı. Hep çabaladı. Hatta çabasına bel bağlayıp varoluşunu umursamadı. Yine de hep bir tavsiye aradı.

Söze hemen hem şair hem retorik mütehassısı Ovidius’la başlamak isterdim fakat öncesinde okuru biraz bu sevgi ve aşk güzellemesine hazırlamak gerekli.  Müşfik Kenter ve Sema Özcan’ın harikalar yarattığı, Metin Erksan’ın dönemin fazlaca ilerisinde bir Yeşilçam üslubuyla duyguyu izleyiciye yaşattığı Sevmek Zamanı’nda, Meral yatağına uzanmış Halil’in ona duyduğu aşkın nedenselliğini zihninde anlamlandırma çabasındayken, sağ elinden aşağıya sarkan bir yapıt belli belirsiz görülür. Belirsizliği baskındır çünkü filmdeki anlam karmaşası çoğu izleyicinin kafasını karıştırdığından (ki birçoğumuz filmin genelini gereksiz şekilde gülünç buluruz) Meral’in okumaya çalıştığı kitap çok da dikkatimizi çekmez. O yıllar Sevişme Yolu adıyla çevrilen fakat günümüzde anca Aşk Sanatı adıyla bulabileceğimiz Ovidius’a ait kitaptır yatağın kenarından objektife göz kırpan obje. Filme getirdiği açıklama bakımından önemlidir, keza Erksan ve Ovidius temelde aynı neorealist düşünceyi eleştirir. Meral’in burjuva sınıfının örneği olarak temsil edilmesine rağmen  Halil gibi alt gelir grubuna dahil birinin dünyasına duyduğu ilgi, reelde olmasa da idealde bizzat kendisini bağladığı için anlaşılabilirdir. Sermaye ve endüstriye dayalı yapay ilişkilerin hakim olduğu bir düzende içtenlik ve nostaljiye hasret birinin, Halil gibi duygularını maddeden bağımsız yaşayan bir ruha ihtiyaç oluşu da perdeye yansıtılandan beklenebilecek bir ironidir. Fakat periferik bakış açısından uzaklaşıp daha metaforik nüansları ele alacak olursak Meral’in bu saf sevgiyi hissedebilmesini sağlayan somut varlığı değil Halil’in ideasında yarattığı bir yansımasıdır aslında. Burada Platonizm de işin içine girdiğini fark ederiz ki Erksan Godard ya da Bergman etkisini bize bu noktada hissettiriyor sanırım. “Resmin benim kendimden bir parça.” derken Halil kendi mükemmeliyetinde yarattığı bir Meral’i kastederek gerçeğinin onu aslında ne kadar şüpheye düşürdüğünün tedirginliği içerisindedir. Kusursuz, soyut, yüklediği sevginin korumasını bizzat sonsuza dek kendi kontrolünde tutabildiği dünyayı;  maddenin kusurlu ve duyusal varlığını koruyan, somut kavramsal tarafına tercih eder. Bu suretten aşka ulaşma temasıyla devam eden film daha etraflıca düşünüldüğünde oldukça metaforik bir dile sahiptir. Resimdeki bakışın ebediyete sahip olduğunu ve hissettirdiği sıcaklığının asla kaybolmayacağını bilen Halil beslediği aşkın onu günden güne çıkmaza sürüklediğinin farkında değilken, mağazadan aldığı gelinliği Meral’in resminin yanına koyduğu an karşısındakiler, iç dünyasıyla yaptığı bir yüzleşme olmuştur aslında. Bu yoğun sevgi ne denli kutsaldır, insani yönü ne derece kabul edilebilir tartışılır. Fakat 1965 yılında Türk sinemasına böylesine yoğun melankoli güzellemesini, felsefeyle ve ideolojik bakış açısından uzak bir anlatımla aktarmak Metin Erksan’ı izleyici önünde kutsallaştırabilir. Bir buçuk saat boyunca izlenilenin izleyiciyi bir nevi tekamül evresinden geçirdiği ve sevgiyle aşkın dünyasının bu dünyaya üstünlüğünü çoktan kabul edenler ve etmek üzere bahane arayanlar için izlenilesidir. Bir de bu iki başrol kadar başrolünü tematik gücü içerisinde göstermiş bir protagoniste daha değinmek isterim; İstanbul.  O yılların teknolojik imkanlarını umursamayıp görselliğe denizi, tarihi, kuleleri, martıları, siyah beyaz da olsa yaşanmışlıklarıyla konuşturan bir atmosfere sahip İstanbul, tüm gelenekselliğiyle film boyunca replikleri renklendirir, sözleri bulutlarında sindirip, baş etmeye çalıştığı kalabalıkların arasından yokuş aşağı seyircilerine verir. İnsanın aradalığını, geleneksel ve modern olanın buluşmasını; düşünme, eyleme ve inanma üçgeninin yarattığı bocalama haline ortak edebileceğimiz tek karakter olan İstanbul’u, film boyunca Halil ve Meral’in yoldaşı sayarak, rolüne duyduğumuz saygıyı içselleştirebileceğimizi düşünüyorum.

Henüz otuzlarındayken erkeğin dişiyi, dişinin erkeği arayışını doğal akışı içinde yüzdüren bir şair, sinemada gördüğümüz bu metaforik anlatımı dizelerine döküyor. Publius Ovidius Naso, ahlak kurallarının fazlaca önemsendiği bir Roma döneminde güzel söze ve sevginin gücüne verdiği değeri şiirlerinde yaşatan bir şair. Tarihini İ.Ö. 20 Mart 43’de Roma’nın Kuzeydoğusundaki Sulma adlı küçük bir kasabada doğarak başlatıyor. Aldığı hitabet derslerinin ardından eğitimini Atina’da tamamlayarak avukatlık yapmaya başlıyor. Bir süre sonra edebi kişiliğinin bürokratik tavrının önüne geçmesiyle kendini tümüyle şiire veriyor. Döneminin önemli şairlerinden olan Horatius’un da ölümüyle Roma’nın en gözde şairi konumuna geliyor.( Vergilius’un da hakkı yenmemeli, hani şu cinsel hazla dualiteyi birleştiren, cehennemde Dante’yi gezdiren…) İmparator Augustus, edebi dille erotizmin ayrımını yapamayan despot düşüncenin kıskacına kapılmış ola ki Ovidius’u üslubundan ötürü Tomi’ye sürüp kitaplarını toplatıyor. Eserleri günümüzde bile defalarca çevrilerek daha mutabık hale getirilmeye çalışılsa da dördüncü basımında dahi denk geldiğim üzere içtenliğini koruyor. Ortaçağ ve Rönesans dönemi Avrupa edebiyatını da etkileyen şair, Ars Amatoria’da kalp gözünün gücüyle insanlığa yol gösteriyor. Olayın elmayı yemede değil, yedikten sonra olacaklarla baş ederken önem kazandığını şiirsel bir dille anlatıyor.

Bırak artık Adonis, gitmez Venüs’ün acıları,

Suriye’de de vardır buna benzer

Yahudi inançları; Sabat günü derler ona.

Ortada durur dokumalara sarılmış öküz

Memphis tapınağında, birçok kadın

Jupiter’e yapılanları yaparmış ona.

Öte yandan kim inanır Forum’da

Sevişmenin evdeki gibi olduğuna?

Ovidius mitolojinin ve çok tanrılı inancın baskınlığını sevgi yolunda çekilen destansı hikayelerle dizeliyor. Mars ve Jupiter’in temsil ettiği iki karşıt cins kadın ve erkeğin, aşk yoluyla bulduğu orta yolda birleştiriyor. Sevgisi kırmızı çizgilerden oldukça uzak olan Ovidius, yapmacıklıklardan ve çabuk şekil değiştiren duygu yoksunu uğraşılardan bıkkınlığını dile getirirken, eserin ilk bölümünde önce erkeğe sesleniyor. Dişinin zaaflarını, cesaretin dürüstlükle girdiği yarışı, uzun süreli aşkın gururdan yoksunken varolabileceği üzerine öğütler veriyor. Okudukça kadına ve dişi doğasına bu denli hakim oluşu insanı düşündürür. Fakat Latin dilinin ve Grek düşüncesinin salt düzenden oluşan bu dilini okudukça emin olun bu tecrübeye güveniniz artıyor.

Utanç duymaz mı bugün Juno da, Pallas da

Kazanamadık diye yarışmayı Frigya ormanlarında?

Kabarır, kanat kaldırır övülünce Juno’nun kuşu,

Yok sessiz bakadurursan toplanır, göstermez

Kendini, güzelliğini, germez kanatlarını,

Eşinir, silkinir sevincinden koşularda

Yarışlarda biraz okşayınca atların boynunu.

Çekinme söz vermekten, o çeker içini

Bütün kadınların, tanık göster yalnız

Sözüne Tanrıları, bak güler Jüpiter bile

Boş andiçmelerine sevenlerin, göklerden.

Kitabın ikinci bölümünde erkeğe seslenmeye devam eden Ovidius, düşünürlerin çoğunda olduğu ve günümüzde de tartışılmaya devam ettiği gibi yüzeyselliğin benimsenmesinden yakınıyor. Yaşamı sevgiyle güçlendirmenin ona gönülce kazandırılan derinlikte saklı olduğunu, naturam sequi (doğaya uymak) ilkesi doğrultusunda anlatarak bize bir tür varoluş ilkesi sunuyor. Juno’nun kuşu o dönemde tavus kuşlarını temsil etmekle beraber, sadece erkeğinin muazzam renklere sahip olması ve kur yaparken doğası gereği bu güzelliği dişiye kabul ettirme çabası içerisinde olması, türümüze vurulduğunda yine erkeğe verilen bir öğüt niteliğinde. Keza çoğumuzun gösterişe ihtiyaç duymadan erkeğe yüklediğimiz değeri Ovidius kendince pek göremiyor olsa gerek. Bu noktada Meral’i biraz daha anlamaya çalışmalı…

“Yasak, giremezsin ey sevgi” demeli bir bekçi.

Bırak iş görmeyen, bilenmemiş kılıçları,

Keskinlerle yapılır savaş, biliyorum bir gün

Bana da çevrilebilir size verdiğim oklar…

Doğru söylüyorum; iyi düşünmeli seven kişi.

Unutmasın odanda yalnız kalıp kalmayacağını,

Başkası da olabilir desin yatağında senin.

Sevginin tadı mı çıkar başka türlü.

Son bölümde öğütler kadına işaret ediyor. Kim olursan ol, bedenden daha fazlasına sahip ol diyor Ovidius.  Sevginin değerinin acının büyüklüğüyle anlaşıldığını, gerçek sevgiyi ancak kaybedeceğimizi anlayınca göstermeye başladığımızı, mutlu kılmayınca mutluluğa varamayacağımızı anlatıyor.

Değerlerin anlamı çağlarının içinde gizlidir. Bu değer özü temsil ediyorsa eğer çağlardan çok daha evrensel bir anlama sahiptir. Ovidius, bir değer olarak varsayılırsa sevgiyi, şiirin akışında hissettirerek, hep bir arayış içinde olduğumuz yansımamızı bulmada bize yol göstermek istiyor. Yansıma, olamadığımız şeye şahit olmamıza neden olursa bir gün, bu Romalı şair anılmaya değerdir o an; “Naso’dan öğrendik bütün bunları.”

Şöyle bir şeye denk gelmişken, sizi de biraz gülümseteyim. Bakınız.