“Düşünülebilecek en eksik düşünce biçimidir duygular. Denizin bütün suyu, düşünsel bir kan lekesi yıkamaya yetmez.”
Yerinde bir sevinci paylaştığımız şu günlerde az sonra bahsedeceğim şeylerin yeri her ne kadar yok sayılabilse de, uzun süredir şiir okumayan biri olarak şiire bakış açımı değiştirebilecek düzeyde bir eserle karşılaştım. Ve bu satırların manasına bir bakındım. Şairi (kimileri için sapkın) ve yirmi iki yaşında yazdığı bu eserindeki rahatsız edici atmosferi, ara ara kitaptan parçalarla elimden geldiği kadar hissettirmeye çalışacağım. Zira, Lautréamont’un anlaşılabilirliği, insan olarak doğamızın öteki yüzünün, ya da kabul etmeye her geçen gün biraz daha çekindiğimiz tek yüzünün, ego hegemonyası altında satırlara edebi dille geçmesiyle birlikte (bkz: Moldoror’un Şarkıları) tarafımızdan kabul görmesine bağlı. Ben, hala bu tamusal havanın etkisindeyken şu Lautréamont/Maldoror/Ducasse ya da her kimse ve kim olmak istiyorsa, biraz daha irdeleyelim.
4 Nisan 1846’da Uruguay’da doğuşuyla Isidore-Lucien Ducasse, henüz on sekiz aylıkken ölen bir anne ve Fransız konsolosluğunda memur bir babanın tek çocuğuydu. Hayatıyla ilgili bilgilerin çoğunun kesinlik taşımaması, böyle bir kitabı henüz yirmi ikisinde yazıp yirmi dördüne geldiğinde intihar etmesinin sebeplerinin de bilinememesini doğurdu. Öğrenciliğindeki başarısı ise edebiyat alanında ve biyolojiye olan ilgisinde kendisini gösterdi. Ki bu ilgi, düzyazı-şiir’inde çoğu yerde yaptığı hayvan-insan benzetmelerindeki alaycılığını ve sürrealist edebiyattaki ustalığını gösterir nitelikte. 1869’da anonim olarak basılan Birinci Şarkı, Les Chants de Maldoror’un altı şarkıdan oluşan bölümlerinin ilkiydi. Lacroix şirketi, kitabın adının Fransa’da Yasak Yayınlar Bülteni’nde yer aldığı için basımını yapmadı, kitabın ahlaki ve dini yönden rahatsız edici, değerleri alt üst eden, karanlık ve isyan dolu kaotik havası da bu reddi destekledi. 24 Kasım 1870 günü otel odasında intihar eden Ducasse’ın bu satırları ancak elli yıl sonra okuyuculara tanışabildi.
“Bu, şarkı söyleyen kişi, tek sesli parçalarının bilinmedik şeyler olduğunu ileri sürmüyor; aksine, kahramanının kibirli ve kötücü düşüncelerinin bütün insanlarda bulunmasına alabildiğine seviniyor.”
Kişiden kastettiği ve kendini Tanrılaştırdığı bir hal içerisinde yazıldığı görülen birinci şarkıdaki bu satırda, aslında Maldoror kimliğini tanımlıyor. Diğer şarkılar ve Poesis I-II bölümlerindeki Lautréamont, Maldoror ve Ducasse arasında gidip geldiğini görüyoruz. Max Chaleil’in “Ducasse+Maldoror=Lautréamont” denklemi de bu kimlik değişimini gösteriyor.
Maldoror gibi kaba ve ait olduğu kişiyi tasavvur etmekten ürküten takma ismin anlamı ise, şafak bunalımı, Lucifer, kötülüğün bağışı, kinin oğlu gibi çoğu yazar tarafından yorumlanageldi. Yazım diline bakacak olursak bu anlamlara şaşırmak yersiz olur. Eserden hareketle bu adın, Maldoror’un kendisine “cuk” oturduğunu, doğamızın karanlık yönünü çağrıştıran en doğru rumuzu olduğunu düşünüyorum.
“Yaşamın öyle anları vardır ki, uzayın yeşil çeperlerine yabanıl bakışlarını dikip uzun uzun bakar başı bitli insan; çünkü, karşısında, sanki bir hayaletin alaylı yuhalarını duyar gibi olmuştur. Sendeler ve başını eğer; vicdanın sesidir duyduğu şey. “
İkinci şarkıda her ne kadar insani karakterlerin zayıflığı ön planda devam etse de kalıplaşmış değerlerimizi yargılayan cümlelerle karşılaşıyoruz. Vicdan, sağduyu, güç, erdem ve daha çoğunu hayat döngüsünün basitliğiyle ele alıyor. İnsanın bu değerleri yok sayışındaki yavanlığı da sıkıntıyla gelen bir kaçış olarak tanımlıyor. Maldoror değerlerimizin gücünü yitireceğini daha 19. yüzyıl Fransa’sındayken görmüş gibi. Dönemden bahsetmişken sayfalarca süren bu isyanın sebebini çağın savaş ortamı ve otorite yapısına bakarak da anlamak biraz mümkün. Çoğu tabunun yıkıldığı, Fransız sömürgeciliğinin başladığı, Ortaçağ Paris’inin gömülüp günümüz Paris’inin doğduğu bir dönem içerisinde Ducasse, bir başkaldıran. Toplumsal yönden negatif fakat bilimsel yönden pozitif gelişmelerin yaşandığı bir ortamda insanoğlu iç ve dış dünyasını dengelemekle uğraşırken adeta bir sarsıntı yaşıyor. Bu sarsıntının etkileri tam da okuduğumuz satırlarda.
“Bir gün, artık, yeryüzü gezisinin sarp patikalarında taban tepmekten ve hayatın karanlık yeraltı mezarlıklarında bir sarhoş gibi sendeleyerek yürümekten yorgun düşüp, kocaman mor halkalarla çevrili kederli gözlerimi ağır ağır gökyüzünün içbükeyliğine kaldırdım ve bunca genç ben, gökyüzünün gizlerini kavramaya kalkıştım.”
Devamında gelen doğaya hayranlık ve biyolojiye ilişkin kültürel birikim kitabın çoğu yerinde dikkat çekiyor. Hayranlığın arkasında yine bir karanlık hava söz konusu tabi. Özellikle sonlarına doğru artan doğaya ait kavramların çeşitliliği her sayfada yeni bir türü öğrenmeme sebep oldu diyebilirim. Grönland gagalı balinası, iskorpit balığı, Arkansas panoccosu, Baobab ağacı, rezeda çiçekleri, baştankara kuşu, siklon burgacı, torpil balığı, ispermeçet balinası.. Bir de Dendera Tapınağı var ki neden bahsi geçtiğini çözemesem de ayrıca bir göz atmanızı öneriyorum. Bu kadar olumsuzlamanın arasında insan dışında yaratılanların hayretine düşerek soluklandırıyor hem kendini hem bizi.
“Kendisine yalnızlığı neden eş seçtiği sorulacak olsa, gözlerini gökyüzüne doğru kaldırır ve Esirgeyici’ye olan siteminin gözyaşlarını güçlükle tutar; ama, yanıtlamaz göz kapaklarının karına sabah gülünün kızıllığını yayan bu düşüncesiz soruyu.”
Elohim, Esirgeyici, ,Kadiri Mutlak, Efendi, Yaratan, Tanrı gibi farklı şarkılarda farklı isimlerle hitap etse de hepsinde yalnızlığına/yalnızlığımıza ve bunun boşluğuna yakınıyor. Yalnızlığın tercih olduğu bir durumdan bahsedebilir miyiz? Tercihlerin de bir nedeni yok mudur? Sonuçlarını pişmanlığı öngöremeden yaptığımız tercihler. Belki Ducasse’nin çıkmazı da tam da bu noktada başladı. Alışılagelenleri alaya alma ve hiçe sayma ilk, yalnızlığında baş gösterdi.
“Bir unutma anında, sefahet yengecine, kişilik zayıflığı ahtapotuna, bireysel alçaklık köpek balığına, ahlaksızlık boğasına ve budalalığın canavar salyangozuna teslim olan görkemli ruh!”
Üçüncü şarkıdaki bu seslenişin insanbiçimciliği yansıttığını düşünüyorum. Hayvanlara yüklediği kötü sayılabilecek insan özellikleri ve bu özelliklere bağlılığı olan bir soyutluk/ruh anlatılıyor. Sonrasında gelen dördüncü şarkıdaki en baba seslenişi şöylemesine düşüyorum:
“Son derece aşağılık ruhlarının anırmasını ciddiye alan; ve kaba güldürünün büyük genel yasalarını hiç kuşkusuz aşmayan bir yetkin soytarılık anında, Kadiri Mutlak’ın, bir gün, kırmızı mercanınkine benzer bir maddeden yapılmış o insan denen garip ve mikroskobik yaratıkları bir gezegene göndermekten şaşırtıcı bir zevk almasının nedenini anlayamayan ve güzelliğin bitimsiz karikatürleri olan sizler, öyleyse dinleyin beni ve yüzünüz kızarmasın.”
Bu Camus’un da Başkaldıran İnsan’da bahsettiği gibi, “evrene ve kendisine karşı ayaklanmış bir çocuk yüreğinin çelişkileri”nden mi kaynaklanıyor? Yirminci yüzyıl şiirinin temellerini atan nitelikteki bu yapıtın ne denli “delikanlı” işi olduğu tartışılır. Beşinci şarkıda kelimeleriyle attığı en sağlam tokat etkisi yaratan seslenişi de böylemesine düşüyorum:
“İnan ki, her şeyde alışkanlık gereklidir; ilk sayfalardan itibaren ortaya çıkan içgüdüsel tiksinti, yarılan bir kançıbanı benzeri, senin okuma dikkatinle ters orantılı olarak derinlik bakımından epeyce azaldığı için, kafanın hala hasta olmasına karşın, iyileşmenin son evresine girmekte elbette gecikmeyeceğini ummak gerekir.”
Okuyanı, okuduğu şeye ya da o şeyin anlamına indirgemek istemesi Ducasse’nin özgünlüğünü gösteriyor. Yaratıcı ve öznelliğine olduğu kadar okuyana ve onun varlığına bir küçümseyiş, bu küçümseyişin insan olduğumuza içkinliği. Kabul edelim ki rahatsız olsak da bu adamın cesaretine hayran kalıp altıncı şarkıya doğru devam edeceğiz. Ve şiirsel estetiğimizi yerle bir eden bir sonla karşılaşacağız:
“Sidik borusunun kısalığı ve iç çeperin ikiye bölünmesi ya da bulunmayışı nedeniyle, deliğin baştan başka bir yerde ve kamışın altında bulunmasından kaynaklanan, doğuştan kusurlu bir erkeklik oragnı gibi güzel; ya da bir hindinin üstgagası üzerinde yükselen, oldukça derin ve enlemesine kırışıklıklarla bezeli koni biçiminde kabarık etçik gibi; ya da daha doğrusu ‘Gamlar, makamlar ve bunların uyumsal dizgesi, değişmeyen doğal yasalara dayanmaz, ama, tersine, insanlık geliştikçe değişen ve gene değişecek olan estetik ilkelerin sonucudur’ diyen gerçek gibi; ve özellikle, kuleli bir zırhlı fırkateyn gibi.”
Yapısal bozuklukların insandaki iticiliğini, dönemin bürokratik ve emperyalist yapısındaki iticilikle bir tuttuğunu, kalıcılık vaat etse de değişimin her yerde olduğu gibi bu yapıda da kendini göstereceğinin altını çizmiş görünüyor. Bu arada Ducasse’ın sıkı bir Sade ve kara roman okuyucusu olduğu da biliniyor ki dizelerindeki kaotik havada okudukça biz de bol bol hissediyoruz.
Yeryüzüne zekasıyla adını yazan bir şair olarak Isıdore Ducasse/Maldoror/Comte de Lautréamont bir metamorfozu en edebi dille anlatandır. İçindeki güçle beslenmek değil onu beslemeyi tercih ettiği için belki henüz yirmi dördünde buraları terk ediyor. Fakat Tanrıya, insana, doğaya ve hepsinden önce salt akla yaptığı alaycı tavrı bir itaatsizlik güzellemesidir. Anominin başkaldırıyla gelen baş gösterişidir. Okuduktan sonra artık aynadakine farklı bakmamızı sağlayacak, her gün gördüğümüzü, görmediğimiz zamanlarda da farklı değerlendirmelere sokmamıza neden olacak bir yapıttır. Sahi insan olmasaydık, doğru olabilir miydik? Düşünmeseydik sağbeğeniyle dehayı aynı kefeye koyabilir miydik?