Nedir Bu “İlham Kıyılarından Açık Sulara”?
Yaratıcılık, esinlenme, ilham alma… Farkında olduğumuz veya olmadığımız kadar hayatın içinden meseleler iken, tam da bu nedenle sorgulamaya pek ihtiyaç duymadığımız ifadeler gibi geliyor olabilir. Yalnız, son yıllarda bu görüşe katılmak biraz zor. Siz de yaratıcılığı ve yaratıcılığa dair meseleleri daha çok konuşmaya başladığımızı düşünmüyor musunuz?
“Akademi, konuları biraz daha derli toplu çalışır” görüşünden yola çıkarak yaratıcılığa dair yapılan akademik çalışmalara göz ucuyla baktım biraz. Tartışmaların başlangıcı Büyük Buhran dönemine kadar giden, ve pek çok tanım, model, aşama üzerinden incelenen yaratıcılığa dair sanıyorum uzlaşma sağlanan tek husus; soyut ve somut işlemleri içeren dinamik bir süreci işaret etmesi. Son yıllarda ürün, süreç, kişilik ve ortam gibi faktörler ışığında daha sistematik şekilde çalışıldığı izlenimini veren konunun bugün çok yönlü çalışılmasında hemfikir olabiliriz kolaylıkla. Diğer yandan, konuyu kitlesel çapta ele alırken “yaratıcılıktan ne anlıyoruz” gibi basit bir soruyla başlayıp bunu da birbirlerine zıt konumlanan iki görüş ekseninde tartışmak daha kolay gelebiliyor olabilir. 2019’un henüz ilk yarısında tamamen yaratıcılığa odaklanan iki belgesel izledim (Hermann Vaske, “Why Are We Creative”; David Eagleman, “The Creative Brain”). İkisinde de “yaratıcılıktan ne anladığımız”ın cevabı olarak günümüzde deha ve “yoktan var etme” anlayışıyla karşılaşmanın zorlaştığı; bunun yerine, varolan farklı fikirleri ve parçaları esnetme, bükme, karıştırma pratiğini esas alan anlayışla daha barışık bir tablonun çıktığı görülebiliyor. Bu anlayışlar birbirlerine gerçekten ne kadar zıt, tanımlanırlarken güncel üretim-tüketim pratiklerimiz ve bunları şekillendiren koşullardan ne kadar etkileniyor… Ucu görülemeyen tartışmalara kolaylıkla bilet kestirebilir bu sorular. O kadar ilerlemeden, güncel üretimlere günümüzün yaratıcı kültürünü konuşarak bakmak fena olmayabilirdi. Bu düşünceyle “İlham Kıyılarından Açık Sulara” adlı mini seri ortaya çıktı.
Güncel Yaratıcı Kültürde İlhan Mimaroğlu’nu Hatırlamak
Bu kapsamda post-prodüksiyon aşamasındaki Mimaroğlu belgeseline yer vermek oldukça güzel bir başlangıçtı. Neden dersiniz? Hayatı boyunca tanımlara sığmayan işlere imza atan, çok yönlülüğü sonucunda pek çok kimlikle tanınan (besteci, Atlantik Records yapımcısı, eleştirmen, radyo programcısı, yazar vd.) ve yaratıcılık konusunda neler düşündüğüne dair demeç bulmanın oldukça güç olduğu 1926 doğumlu İlhan Mimaroğlu’nu merkezine alan bir belgeselden bahsediyoruz. Ufakken kaybettiği babası Mimar Kemaleddin’in kendisine miras bıraktığı plaklarla tutkularının yönünü bulan, müziği yanlış öğrenme tedirginliğiyle konservatuvara gitmemeyi tercih edip hayatının merkezine çok çalışmayı, bilmeyi, farkındalığı ve tutkulu merakı koyan İlhan Mimaroğlu’nun hayatı belgesel filme aktarılsa nasıl olur ve en önemlisi hakkından nasıl gelinmelidir? Serdar Kökçeoğlu, Dilek Aydın, Esin Uslu, Erdem Helvacıoğlu, Elif Dizdaroğlu ve Erkal Taşkın uzun zamandır bu sorularla uğraşıyordu.
Belgesel ile ilgili detaylara girmeden önce, müzikal yaşantısında kendini tamamen yeni olanı keşfetmeye adamış Mimaroğlu’nun evrenini bugünlerde (yeniden) anlamaya çabalayabiliriz. Mimaroğlu belgeselinin yönetmeni Serdar Kökçeoğlu ile konuşmadan önce, İlhan Bey’in yaratıcılık, esinlenme, ilham alma, internet ve yeni teknolojilere dair görüşlerini olabildiğince detaylı bir internet taramasıyla öğrenmeye çalışmıştım. Her ne kadar müzik üzerine pek çok kitabı olduğunu ve geçmişte Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazarlığı yaptığını bilsem de biraz spesifik konuları merak etmem ve bu kaynakların çoğuna erişimin güçlüğü beni kendisiyle yurt dışında yapılmış söyleşilere yöneltmişti. Aralarından kendimce elle tutulur çıktılar aldığım iki söyleşi de 2000’lerin başında yapılmıştı. Bob Gluck ile söyleşisinde yeni müzik anlayışı ve müziğindeki özgün detaylara dair görüşlerini yakalamak mümkündü. Mimaroğlu, bu söyleşide, küçüklüğünden beri müzikte yeninin ne olduğunu belirtirken prensibinin “günümüzde neler olduğu ile başlayıp, aşama aşama, geldiği yer olan geçmişe gitmek” olduğunu söylemişti. Geçmişten günümüze yol almaktan ziyade, dünyada güncel olarak nelerin döndüğünü başlangıç noktası almak onun için önemliydi. Bob Gluck’ün çoğu bestecinin ses ve müzikal forma önem verirken kendisinin fikirleri önemsediğini vurgulayarak sorduğu müziğindeki en önemli unsura cevabı ise “başka kelimeler yoksa, müzikte iletişimini kurmak istediğim parçanın başlığında yazılandır. ancak kelimelerin olduğu bir müzikse, sesli kelimeler veya söylenen kelimelerden herhangi biri, bu kelimelerin iletişimini kurmak isterim” olmuş. Mimaroğlu’nun yaratıcılık, esinlenme ve ilham alma gibi kavramlara yönelik tutumu hakkındaki ipuçlarını ise Mehmet Dede ile yaptıkları söyleşi veriyordu. Fotoğraf, yazı, elektronik kompozisyon gibi farklı mecralardan yararlanma motivasyonu sorgulandığında “herkes bir şey yapar ve çoğu kişi birden fazla şey yapar. bundan öte, yaptıklarıma dair hiç düşünmedim“, ilham aldığı besteciler ve albümlerden laf açıldığında “o besteciden veya diğerinden, o albümden veya diğerinden çalmak istedim, ama Türk atasözünün dediği gibi, minareyi çalan kılıfını hazırlar. bu vazife benim için çok fazlaydı, o nedenle bıraktım” şeklinde verdiği cevaplar; yaratıcı sürecine yönelik erişilebilen en net ifadeler. 2001’de yapılan söyleşide Mimaroğlu’nun çok fazla enformasyon (çoğu da kitaplarda olan) içermesiyle internetten pek haz etmediği notuyla da karşılaşabiliyorsunuz.
Bu demeçlerin üzerine Serdar Kökçeoğlu ile iletişime geçtiğimde; o da yaratıcılıktan ziyade bilgi ve çalışmaya inandığını anlatırken kavramı pek önemsemediğine dair somut bir örnek verdi. Verdiği örnek, babasından söz açılan ses kaydında, babası gibi yaratıcı olduğundan bahsetmemesi ama onun gibi kedilere meraklı olduğunu söylemesiydi. Kendisinin yeni müzik arayışına dair ilk konuşmamızda ise Kökçeoğlu’nun tespiti şuydu: “60’larda ve 70’lerde ciddi bir avangard ama sonra yeni teknolojilere mesafe alıyor ve bu durum müzikle olan üretken ilişkisini de etkiliyor. Hemen herkese sordum bunu soru olarak. Sanırım besteci kuşağına inanıyordu o. Mozart sevmez ama besteci Mozart gibi tanrıdır. 80’lerde ise herkes müzik yapmaya başladı. O bu durumla ve bilgisayarlarla barışamadı“. Tatminkar bulunabilecek cevaplardı; ancak en başta belirttiğim mini seri kapsamında daha detaylı sorular gündemimdeydi. Aramızdan yedi yıl önce ayrılan birine dair spekülasyon yaptırmak hiç istemezdim; malum spekülasyon dediğinin sonu gelmez. Serdar Bey soruları inceleyip, uzun süredir pek çok kaynak ve tanık üzerinden mesai harcadığı İlhan Bey hakkında biriktirdikleri üzerinden tahmin yürütmeyi kabul edince aşağıdaki mini söyleşi oluştu.
Güncel üretim ve tüketim alışkanlıklarımızı göz önünde bulundurarak… Bugünlerde dünya üzerinde hiçbir şeyin orijinal olmadığı düşüncesiyle daha sık karşılaştığımız olabiliyor. İlhan Bey bu görüşe katılır mıydı (yaşarken)? Bu bağlamda günümüze dair keskin bir tavrı/tutumu olur muydu?
Onun en çok üretken olduğu dönem 6O’lar ve 70’lerdi. Elektronik müziğin öncülerinden sayılmasına imkan veren bir stüdyoda çalıştı. Üstelik mikrofon seven bir tape bestecisi olarak kuşağı içinde bile ayrıksı bir yeri vardı. Bu açıdan gerçek bir avangard. Elektronik müzik ve jazz’dan yola çıkarak epeyce politik Tract gibi albümler yaptı. Politik müziğin protest müzik altında folk şarkıcılar tarafından yapıldığı bir dönemde hem biçimi hem de içeriği ile radikal besteler yaptı. Belki cevap şu olabilir. Mozart ve Bach aşkıyla tartışmalı bir biçimde alay ederdi. Mostly Mozart festivalini protesto için Measly Mozart tişörtü yaptırmıştı. İnsanların eskiye, yüz yıllık müziklere olan ilgisine karşıydı. Yeniden, yeninin aranıp bulunmasından yanaydı. Bu dönemin hauntology gibi akımlarından hiç hazzetmezdi. Elektronik müziğin gittiği yerle ilgilenmeyi bir noktada bıraktı. Mutlaka ama mutlaka eleştirecek bir şeyler bulurdu bugünün müziğine dair. Bence de 21. yüzyılın başından beri yeniyi aramak yerine, eskinin tadını çıkaran, eskiyi yaşayan bir müzik dünyası var. Kapitalizm hayal etme yeteneğimizi elimizden aldı galiba. Filozof Mark Fisher’ı analım burada.
Daha önce yapılmayanı yapmak mı yoksa daha önce yapmadığını yapmak mı? İlhan Bey için hangisinin anlamlı ve temel motivasyonu olduğuna dair fikir yürütmek mümkün mü?
Daha önce yapılmayan herhalde. Kendisi için bir şeyler denerken, bir avangard olarak daha önce yapılmayan şeyler denedi. Aynı beste için Nazım Hikmet, Amerikan pop parçaları, free jazz, elektronik sesler, bir kolaj mantığıyla bir araya gelirdi. Müziği de devirmek isteyen politik müzisyen çok azdır herhalde…
Peki elde kalanlar üzerinden İlhan Bey’in yaratıcılık anlayışını kestirmek?
Bence dediğim gibi, yaratıcılık konusuna kafa takmazdı. O insanların dünyayı değiştirmek istediği bir çağda üretti. Yaratıcılık daha çok kişisel gelişimcileri ilgilendirirdi. Onlar için yeni şeyler denemek, geçmişin birikimine hakim olmak, politik bilinç önemliydi. Galiba bunlar bir araya gelince yaratıcı da oluyorsunuz ister istemez. İnsanlar o dönemde konuşarak, tartışarak, kavga ederek yaratıcılıklarını da artırırdı. Sanırım İlhan Bey’in bestelerini dinlerken yapıldıkları dönemin farkında olmak gerek ama bu pek çoğunun zamanın ötesinde olduğu gerçeğini de değiştirmiyor.
Mimaroğlu Belgeselinde Son Durumlar
İlhan Bey hakkında elde kalanlar üzerinden biraz düşünüp ve laflamamıza vesile olan Mimaroğlu belgeselinin kapsamı ise yukarıda bahsedilenlerden çok daha geniş. Eşi Güngör Mimaroğlu’nun katkıları ve Antalya Film Forum, Amerikan Konsolosluğu, Yeni Film Fonu ve Audioban destekleriyle bugünlerde post-prodüksiyon aşamasında olan yapım, ne müzik belgeseli ne de biyografik eser olarak tanımlanıyor. Sinema hissiyatını içeren, Mimaroğlu’nun ruhuna ve müziğine yakın bir estetiğin peşine düşme motivasyonunun hakim olduğu belgeselde İlhan Bey’in avangard müzik, fotoğraf ve sinema tutkusu ile radikal yanını 1960’larda New York’taki sokak eylemlerinde göstermiş eşi Güngör Hanım’la hayat arkadaşlığına tanık olacağız.
Belgeselin akışında kilit öneme sahip post-prodüksiyona dair aktarmak istediklerini sorduğumda yönetmen Serdar Kökçeoğlu, 1959’dan başlayan Amerika deneyimleri üzerine hikayelerini kurmak için iki yıllık ciddi bir arşiv ve arkeoloji tarama sürecini tamamladıklarını belirtti. Arşiv, ABD’de Columbia Üniversitesi, Türkiye’de FUAM gibi kurumlarda yaptıkları tarama çalışmalarıyla beraber Mimaroğlu’na ait 8mm ve video8 görüntüleri, radyo kayıtları ve röportajlarını kapsıyor. Bu süreçte, görüntü yönetmeni Levent Türkan ile birlikte İstanbul, New York ve Londra’da çekimler gerçekleşti. Türkiye ve Amerika’da yapılmış güncel çekim ve tanıklıkların da olduğunu ekleyen kurgudan sorumlu Eytan İpeker, söz konusu malzemeleri sindirmekle geçirdikleri bugünlerde, ses bandına odaklanarak, filmin yapısına dair beklenmedik ipuçları keşfettiklerini aktardı. Önceden oldukça olumlu geri dönüşler alan ve içlerine sinen 10 dakikalık bir bölüm, filmin tamamı için kendilerine pusula görevi görüyor. Gösterim tarihi henüz belirli olmayan belgesel sayesinde, Frank Zappa ve John Lennon gibi isimlere elektronik kompozisyonlarıyla ilham kaynağı olmuş İlhan Mimaroğlu’nun beslendiği alternatif mecraları öğrenebilecek ve kendi çektiği filmleri ilk defa izleyebileceğiz. İpeker’in ifadesiyle, röportaj yoğunluğuyla izleyici bilgiye boğmayan, izleyicinin müzik ve görsellikten beslenen hikaye anlatımıyla içinde kaybolacağı belgesele dair güncel detayları takip etmek için şimdilik en iyi mecraların belgesel websitesi ve Instagram hesabı olduğunu da ekleyelim.