Moonage Daydream: İncelikli Bir Bowie Deneyimi

Moonage Daydream‘in iki farklı noktasında karşımıza çıkan bir kamera kaydı var. David Bowie’yi bir yürüyen merdivende görüyoruz. Her zamanki ışıltısı, büyüsü, tılsımı, uzaylılığı (adını siz koyun) üstünde. Yürüyen merdivenin bir tarafından tek başına aşağı inerken diğer tarafında yukarı çıkan insanlar kendisine dönüp bakmadan edemiyor. Biraz merak, biraz hayranlık, biraz huşu var bakışlarında. Filmin Bowie’nin sanatçı kimliğine ve taktığı onlarca maskeye odaklanan yüzde seksenlik kısmının başlangıcı ve kapanışında karşımıza çıkan bu sahneyle vedalaştığımızda ise Bowie’yi uzun bir koridorun sonundaki kapının ardından geçerken görüyoruz. Artık kendine ve eşi Iman ile bulduğu aşka odaklanmak istiyor. Böylelikle filmin onca maskesinin ardında bu eşsiz bireyin aslında kim olduğuna dair daha somut ipuçları kovalayan son perdesi başlıyor. Eskiden aşkı bir zehir olarak tanımlayan Bowie’nin fikrini değiştirdiğini kendi ağzından duyuyor, bir süre önceliği turnelerine değil ailesine vermek istediğini duyuyoruz. O noktaya kadar filmde Bowie’ye dair çokça fikir edinsek de bu noktada mistisizmden realizme meylediyoruz. Ya da öyle zannediyoruz. Zira unutmamalı, Bowie hakkında ne kadar çok şey bildiğimizi düşünsek de aslında gerçekte çok az şey biliyoruz. Filmin yönetmeni, senaristi, kurgucusu ve yapımcısı Brett Morgen (kendisini ayrıca Kurt Cobain belgeseli Montage of Heck ile tanıyoruz) bunu çok iyi anlıyor. Bu kavrayışla -ve Bowie ailesinden aldığı arşiv desteğiyle- bugüne kadar çekilmiş en özgün ve incelikli Bowie belgeselini yaratıyor.

Bir önceki cümledeki iddiamın altını kalın kalemle çizmek istiyorum, zira günümüze dek çekilmiş Bowie belgesellerinin sayısı hiç de az değil. Bu noktada başka bir müzik belgeseli örneğini düşünelim: ABD’li deneysel pop ikilisi Sparks’a odaklanan, Edgar Wright imzalı 2021 yapımı belgesel film The Sparks Brothers, grubun 50 yıllık kariyerinde çekilmiş ilk uzun metraj belgeseldi. Niye bunca zamandır bir belgesel filme kavuşamadıkları sorulduğunda şarkı yazarı Ron Mael “Baştan sona konuşan kafalar içeren klasik belgesellerden birine sahip olmak istemedik.” diyordu (belgeselde yine çok sayıda ‘konuşan kafa’ vardı). Bir belgesele konu olan kişi ve kurumların tanıklıklar üstünden yürüyen röportajlar merkezinde ele alınması belgesel film türünün yaygın -ve son derece işlevli- bir klişesidir. Klişeler gereklidir, klişeler olmadan janrlar doğmaz. Peki bir tek kişiye odaklı, üslupta ve içerikte tekrara düşmeyen en fazla kaç belgesel film çekebilirsiniz? Bowie gibi eksantrik ve ömründe çok fazla şey yapmış bir figür özelinde bile anlatılacak şeylerin kaba taslağı az çok belli: Yıktığı tabular, popüler kültür üstündeki etkisi, androjen ve uzaylı imajı… Aslında Moonage Daydream‘in sanatçı hakkında anlattıkları, yine büyük ölçüde önceden söylenmiş şeyler. Kendisini benzerlerinden farklı kılan, bu farklılığı da üslup üstünden anlaşılabilecek iki ana tercihi mevcut: Anlatımı başkalarına değil, Bowie’nin kendisine bırakıyor ve arşivini gerçekçi değil, sürrealist bir kolaj misali kadraja döküyor. Hatta yeri geliyor; Nosferatu, Un Chien Andalou, Metropolis gibi sinema tarihinin ilk döneminden filmlerin görüntülerini hızlandırılmış bir şekilde filmin karelerine dizerek popüler kültür dediğimiz baş döndürücü girdabın içinde Bowie’nin mistik mirasını vurguluyor.

Filmin açılış sekansından itibaren kendimizi meditatif bir yolculuğun içinde buluyoruz. Son Bowie albümü Blackstar‘a adını veren şarkının videosundan görüntüler, nadir bir “Hallo Spaceboy” performansına ve performansın kaosuyla uyumlu siyah beyaz film imgeleriyle önümüzde ivmelenerek bir karadeliğe dönüşüyor adeta. Derken Ziggy Stardust turnesindeyiz, 1972 ya 1973 yılı. Bir hayranı müzisyeni göremediği sebebiyle gözyaşları içinde, başka bir hayranı elini tuttuğunu söylüyor. Önümüzdeki iki saat boyunca izlediğimiz görüntüler büyük ölçüde kronolojik gitse de yeri gelince filmin girdap tonunu vurgularcasına oradan oraya zıplıyor. Bu deneyimi mistik ve spiritüelin ötesinde ayrıca psychedelic sözcüğüyle tanımlamak istiyorum. Eserin ruhani boyutunu yücelten iki etmen ise kurgu ve ses tasarımı. İyi bir ses sisteminin ve IMAX ekranın gerekliliği bu gerçeği fark ettiğinizde iyice ayyuka çıkıyor. Çoğunluğu daha önce görülmemiş konser performansları, rengarenk kadrajlar, sürreel sahneler… Film ses ve görüntüde öyle harikalar yaratıyor ki ismini Sound and Vision koymama kararının tek izahının aynı isimde bir televizyon belgeselinin varlığı olabileceğinden kuşkulanıyorum.

Belgesel deneyiminin ötesinde bir eser yaratmış olmasına ve bunu ilgi çekici bir anlatı ve kurgu zeminine oturtmuş olmasına rağmen Brett Morgen’ın ortaya kusursuz bir iş koyduğunu düşünmediğimi belirtmeliyim. Filmi izlerken kendisinin birçok görüntüyü atmaya kıyamadığını hissediyorsunuz. Filmin ortalarında izlediğimiz “Rock’n Roll Suicide” performansının o noktada anlatıya kattığı şey sıfıra yakın. Tabii Bowie ailesinin arşivlerini açtığı bir sinemacının bunca nadir görüntüyü filmine katabilmesinin heyecanıyla empati kurmak çok kolay. Ancak daha fazla görüntü kullanıp eseri bir diziye çevirmek ya da tek kalemde daha kısa bir son kurguya yer vermek yerine olduğundan uzun hissettiren 135 dakikalık bir belgesel oluşturmak doğrusu daha fazla tartışılmayı hak eden bir tercih. Üstelik bu 135 dakikalık anlatıda Bowie’nin hayatından bazı önemli olaylar tümüyle göz ardı ediliyor. Station to Station dönemine ve yoğun uyuşturucu tesirinde bambaşka birine dönüşmüş Bowie’ye dair hiçbir somut şey söylenmiyor. Bowie’nin aşkı bulduğu son perde ise ilk eşi Angela Barnett ile olan geçmişini adeta yok sayıyor. Bu noktada belgeselin yapım sürecinde ailesinin ve sanatçının olumlu imajını koruma konusundaki endişelerinin ne kadar söz sahibi olduğunu sorgulamadan edemiyorum açıkçası.

Moonage Daydream kusurlarına rağmen norm dışı, hipnotize edici bir deneyime kapı aralayarak geçtiğimiz birkaç senenin en etkileyici müzik belgeselleri arasındaki yerini hakkıyla alıyor. Görebilen herkesin beyazperdede veya ileride iyi bir ses-görüntü sistemiyle deneyimlemesi şiddetle tavsiye olunur.